Müslüman toplumun ekonomik hayatı; imtihan, imân, bilhassa “tevhîd-ulûhiyet”, cihad, hikmet, çalışmak, iktisad, kanaat, tevekkül, helâl-haram gibi mefhumların anlaşılması, uygulanması; zekâtın ihyası ve faizin yasaklanmasına bağlı. Çünkü bunlar da imânın kuvveti nispetine göre pratiğe geçer, hayata akseder.
İslâm’daki “ulûhiyet” düşüncesini kavramadan, onun ekonomik, ya da sosyal yapısını anlayabilmek mümkün değildir. Çünkü, her türlü sosyal veya ekonomik hareketin—hukukî davranışları da bu söylediklerimize katmak zorundayız—Allah hakkındaki düşüncelerle doğrudan ilişkisi vardır. Zîrâ, İslâm’daki “ulûhiyet” düşüncesi, Müslüman adamın kendisine bakışına, eşyaya bakışına, kendine ve eşyaya vereceği konuma, kazanmasına, harcamasına, çalışmasına, hattâ çalışma sahasına ve biçimine sınır getirecek, insanı her şey ya da hiçbir şey olmaktan çıkaracaktır.1
Müslümanların ilmi, ekonomik ve teknolojik gelişme sağlaması da yine iman gücü nisbetindedir. Allah’a, Kitaplara, Peygamberlere iman ile, teknolojinin en son sınırını çizen ve onların gösterdiği mu’cizelerden ilham alarak ilmî ve teknolojik çalışmalara meyledilir.
Ve kezâ, İslâm şartları, ibadetler imanın gücü nisbetinde yerine getirilir. İbadetler ise, ferdî, ailevî ve sosyal düzeni, dayanışmayı, yardımlaşmayı otomatik olarak sağlar. Ekonominin itici gücü de temelde imandır. Zira, Kur’ân’a ve getirdiklerine iman; aynı zamanda zekâtı ihya ve faizden kaçınmayı gerektirir. İmanı güçlü olan; ekonominin itici gücü olan zekâtı verir; miskinlik ve sömürü vasıtası olan faize bulaşmaz. Bu da, ülkenin kalkınması, iş sahalarının açılması; insanların iş bulması ve alınlarının akıyla çalışarak üretime katılmaları demektir.
Diğer İslâm şartlarını yerine getirenler, cemaatle namaz ve Hacda olduğu gibi bir araya gelir; kaynaşır, danışır, fikir, kültür, tecrübe alış-verişinde bulunur. Bu ise, terakkî, kalkınma ve zenginlik demektir.
Mânâ, ruh; maddeden, bedenden daha güçlüdür. Madde kayıt altına alınırken, ruh ve mânâ sınırlanamaz. İşte imanını ruh seviyesine çıkaranlar, onu güçlendirmeyi başarırlar. Tarih şahittir: Müslümanlar İslâmiyete sarıldıkları zaman terakkî etmiş; uzaklaştıklarında da belâ ve musibetlere hedef olmuş; geri kalmışlardır. Müslümanların yükselme dönemlerindeki eğitim sisteminde iman temel ders olarak ele alınır; tefekkür ve ibadetlerle pratiğe geçirilerek detaylı bir şekilde işlenerek özümsenirdi. Tahkikî iman elde edildiğinde hayatın her katmanında, her safhasında, her söz, fiil ve davranışta tezahür eden bir sır olur. Ve o iman sahibi kâinata meydan okuyabilir!
Ekonominin itici gücü olan “zekâtın” ihyası ve “faizin” yasaklanması imanın bir gereği. Zekât, bir yönüyle sosyal hayatta dayanışmayı sağlarken, öbür cephesiyle kalkınmayı getiriyor. Bir taraftan ihtiyaçlar, bir yandan zekât; (ne kadar çok olursa olsun), “duran, hantal” parayı yer bitirir. Tükenmemesi için piyasaya sürülmesi, arttırılması ve “üretim”e kaydırılması gerekir.
Zekât, parayı piyasaya yöneltir! Çünkü zekât, bir kesinti, bir vergidir. Zekât vermemek için meşrû yoldan kaçırmak istenir. Trilyonlarca liralık iş yeri veya fabrikaya zekât düşmüyor. Böylece zekâttan kaçan para, yatırıma, üretime ve dolayısıyla ekonomiye kazandırılıyor. O takdirde de iş sahası açılıyor, üretim artıyor; kalkınma ve refah sağlanıyor; fakir ve işsizlere de iş sahası açılmış oluyor.
Dipnot: 1. Dr. Faruk Beşer, İslâm’da Sosyal Güvenlik, Seha Neşr., İst., 1988, s. 15.
02.11.2006
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|