Mağdur edilen Türkçe
Türkçe bir ayna gibidir. Konuşanların fikirlerini yansıtıyor. Israrla ‘’hayat’’ veya ‘’’yaşam’’ diyenin fikrî yapılarını az çok tahmin edebilirsiniz. Dünyada bu özelliği olan başka bir lisan var mıdır? Sanmıyorum. Ayrıca siyasetin bu derece karıştığı ve edebî mülâhazalar dışındaki müdahalelere maruz kalan başka bir lisan… O da zor.
Lisan edebiyatın aracıdır, tabiî olan ona işlerinin mütehassısları edebiyatçıların karışmalarıdır. Siyasetçiler lisanı düzenlemez, onu yontarlar. Türkçe bunun şahididir. Omurgasız ‘’yazıncılar’’ lisana siyasetçilerin indirdiği darbelere sadece seyirci kalmadılar, teşne de oldular. Hatta niyetlerin fiiliyata geçmesinin teşvikçileri oldular. İlmî olmayan yaklaşımları, dâhiyane gösterdiler. Hüseyin Cahid gibi lisanın tamamen budanmasına karşı çıkanlar ise dışlandılar. Sofralarda kendilerine yer bulamadılar.
Türkiye’de Peyami Safa, Cemil Meriç ve Samiha Ayverdi gibi hakiki kültür insanlarını, Türkçenin maruz kaldığı muamele, sokulmak istendiği yapay yol ve yapı, çokça meşgul etmiş, konuşturmuş ve yazdırmıştır. Hele Samiha Hanım… Bu konuda konuşmaz, haykırır. Söylemez, feryad eder. Ona göre, bu hayat memat ehemmiyetinde ve kaybedildi mi bir daha kazanılması imkânsız olan bir meseledir. Samiha Hanım 60’lı yılları müdahale için dönüm noktası sayar. O tarihlerde kesin müdahaleyi gerekli görür. Müdahale olmasa ve katliam durmasa çok yakın bir zamandan sonra yapılacak pek bir şeyin kalmayacağını söyler.
Samiha Hanım, babasının, kültür insanları olan misafirleri geldiğini, bu misafirlerin kendi aralarında yaptıkları edebi sohbeti dinlerken, o zamanlar en olgun dönemini yaşayan Osmanlıcayı dinlemekten zevk aldığını, derin bir hayıflanma ile belirtir.
Peyami Safa’nın bu konudaki fikirleri ve tutumu ilginç ve nevi şahsına münhasırdır. O bir lisanın senelerce hatta asırlarca kullandığı bir kelimenin artık yabancı sayılamayacağını ve o lisanın öz malı olduğunu söyler. Başka lisanlardan kelime almaya da kesinlikle karşı değildir. Hatta bunu teşvik eder. Bunu lisanların zenginleşmelerinin bir yolu sayar.
Ama başka lisanlardan kaide almaya karşıdır. Bunu alan lisan için zararlı görür. Kendisi de buna sıkı sıkıya uyar. Yazılarını karıştırın, ‘’şehr-i İstanbul’’ gibi Farisi bir terkip bulamazsınız.
Peyami Safa’nın bir başka ilginç özelliği, hem en Osmanlıca kelimeyi kullanması, hem de Türk Dil Kurumunun piyasaya yeni sürdüğü kelimeleri kullanmaktan çekinmemesidir. Onun bu tarzı da nevi şahsına münhasırdır. Kolay kolay başkasında görülmez.
Safa 50’li yıllarındaki yazılarında Arap alfabesinden ve hasımlarının onları o alfabeyi tekrar geri getirmeye çalışmakla suçladığından bahseder. Ona göre ise onu geri getirmek artık imkânsızdır, ama on asra yaklaşan müthiş kültürel mirastan yeni yetişen nesilleri mahrum etmemek ve yararlanmalarını sağlayabilmek için Arap alfabesinin devlet tarafından öğretilmesinin lüzumunu anlatır.
Bu konuyu bir aralar hükümet ricalinden de duyduk, ama arkası gelmedi. Zor bir meseledir. Köşe başlarını tutmuş kimi zevat böyle bir teşebbüse siyasî mülâhazalarla kesinlikle hücum eder. Onlara göre o alfabe gerici bir alfabedir. Ruhsuz bir şey nasıl canlılara has özellikler taşır. Alfabe nasıl gerici olur. İlerici alfabeler hangileridir. Anlam verebilmek zordur.
Bu meselenin bir başka mazlum muztaribi de Cemil Meriç’tir. Kalemi bu budanmanın zararlarını yazmaktan usanmamıştır. Arap alfabesi ve Osmanlıca yazanlar arasında çokça beğendiği—Celal Nuri, Süleyman Nazif ve Cenap Şehabettin gibi—yazarların bulunması, onun bu konuyu sıklıkla ele almasına sebep olmuştur. Ondan bir kaç anekdot aktarmak faydalı olur. Atilla İlhan’a hitaben yazdığı bir yazıda ona “Kurum Türkçesine tahammül edebildiğim tek yazar sensin. Eski Türkçenin üç büyüğü,—Haşim, Cenap ve Süleyman Nazif—sevgili lisanlarının başına gelen felâketi görmeden bahtiyar olarak terk-i dünya ettiler’’ der.
Şüphesiz yazdığımız kültür insanlarının bu meseledeki feryatları, lisanın düşünce ve edebiyattaki yerini hakkıyla bilmeleri ve Türkçenin uğradığı gadrin edebî ve fikrî hayatımıza menfi tesirlerini,—ömürlerini o dünyaya vakfetmelerinden dolayı—hakkıyla hissetmeleri ve ayan beyan görmelerindendi.
Bugün büyük edebiyatçılarımız kimler? Bir Nazif veya Haşim ayarında nasirlerimiz, Yahya Kemal veya Mehmet Akif gibi şairlerimiz niye yok? Şiir niye günlük hayata ve sohbetlere uğramıyor ve suni bir hayat yaşıyor? Eskisi gibi edebî münakaşalara niye şahit olamıyoruz? Tarafsız ve art niyetsiz düşünüldü mü, bu soruların cevabı basit: Çünkü şiir ve nesir eserlerin ortaya çıkmaları için hem sanatkâr, hem de malzeme gerekiyor. Ama maalesef lisana indirilen darbeler sanatkârlarımızın ellerinden malzemeleri olan lisanlarını aldı. Normal olarak da eskiler çapında eser üretilemiyor.
Lisanımızın maruz kaldığı siyasî müdahalenin belki en hazin neticesi, eski eserleri okunamaz hale getirmesidir. Merhum Peyami Safa da sıklıkla “Genç nesil bugün millî kütüphanelere gitse, oradaki eserlerin hiç birini okuyamaz. Onlara ancak bir yabancı gibi bakabilir. Ve bunun dünyada başka bir misali daha yoktur’’ diye yakınır yazılarında. Bugün P. Safa kadar geri gitmemize gerek yok. Şu an Samih Nafiz Tansu’nun 1961’de tabedilen İttihat ve Terakki İçinde Dönenler isimli kitabını okuyorum. Ama üzülerek görüyorum ki, yeni nesil bu pek eski olmayan kitabı da, yazarın kullandığı eski Türkçe kelimelerden dolayı rahatlıkla anlayıp okuyamaz.
İngilizler 400 sene, Araplar ise bin sene evvel kendi dillerinde yazılan eserleri rahatlıkla okuyabiliyor. Bizde ise 45 sene önce yazılan bir kitabın okunabilmesinde problem olabiliyor. Sadece bu bile çok şey ifade diyor.
Sorun gerçekten çok büyük. Ama meselenin en zor kısmı, çözümüdür. Ne yazık ki günümüz şartlarında bu meselenin çözümü yok gibi. Eski alfabenin okullarda öğretilebilmesi bugünkü şartlar muvacehesinde neredeyse imkânsız. Eski kelimelerin tekrar kullanılması meselesi de aynı. Çünkü lisan düşmanları hızlarını halen kesmemişler. Budamaya devam ediyorlar. Hâlâ ısrarla hasredildikleri manayı tam karşılamayan kelimeleri var.
Görülüyor ki bu konuda bazılarında “Güdük olsun, bizim olsun’’ zihniyeti var. O zevata buradaki fakirliğin bulaşıcı olduğunu, sadece lisanda kalmadığını, çok başka alanlara yayıldığını söylemek gerek.
Bakalım bu edebî olmayan yaklaşım daha ne vakte kadar edebiyata müdahale edecek.
|