Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 02 Kasım 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

O hayvanları kendilerine boyun eğdirdik; kimine binerler, kiminin de etinden yerler.

Yâsin Sûresi: 72

02.11.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Mü'min mü'minin kardeşidir. Hiçbir şekilde ona olan hayırhahlığını elden bırakmaz..

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3774

02.11.2006


Sel, fırtına ve zelzele gibi musibetler

Bugünlerde hastalığım itibarıyla kışın pek şiddetli hiddetine tahammül edemedim. Çok tecrübelerimle, umumî bir hatanın neticesinde hava ile zemin, zelzele ile fırtına ile gazab-ı İlâhîyi haber vermek nevinden hiddet ediyorlar gibi âdete muhalif bir vaziyet gösterdiler. Ben de bundan bir mânevî fırtınaya alâmet hissettim. Kalbime geldi ki: “Acaba yine İslâmiyet ve hakaik-i imaniye zararına bir hatâ-yı umumî mi meydana geldi?” Âdetim olmadığı halde ve dünya siyasetini terk ettiğim halde bu nokta için sordum: “Ne var? Cerideler ne haber veriyorlar?”

Bana dediler ki: “Din propagandasını yapan dindarların serbestiyet kanunu geri kalmış. Fakat solcular hakkındaki kanunu tâcil edip tasdik etmişler.”

Kalbime geldi ki: Bu vatan ve İslâmiyetin maslahatı, herşeyden evvel dindarların serbestiyeti hakkındaki kanunun hem tâcil, hem tasdik ve hem de çabuk mekteplerde tatbik edilmesi elzemdir. Çünkü bu tasdikle Rusya’daki kırk milyona yakın Müslümanı, hem dört yüz milyon âlem-i İslâmın mânevî kuvvetini bir ihtiyat kuvveti olarak bu vatana kazandırmakla beraber, komünistin mânevî tahribatına karşı şimdiye kadar Rusun, Amerika ve İngilize karşı tecavüzünden ziyade bin senelik adavetinden dolayı en evvel bize tecavüz etmesi adavetinin muktezası iken, o tecavüzü durduran, şüphesiz hakaik-i Kur’âniye ve imaniyedir. Öyleyse, bu vatanda herşeyden evvel o acip kuvvete karşı hakaik-i Kur’âniye ve imaniyeyi bilfiil elde tutup dinsizliğin önüne kuvvetli bir sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur’ânî yapılması lâzım ve elzemdir.

Çünkü dinsizlik Rusu, şimdiye kadar yarı Çin’i ve yarı Avrupa’yı istilâ ettiği halde, bize karşı tecavüz ettirmeyip tevkif ettiren, hakaik-i imaniye ve Kur’âniyedir. Yoksa, Rusların tahribat nevinden mânevî kuvvetlerine karşı adliyenin binden birine maddî ceza vermesiyle; serserilere ve fakirlere, zenginlerin malını peşkeş çeken ve hevesli gençlere ehli namusun kızlarını ve ailelerini mübah kılan ve az bir zamanda Avrupa’nın yarısını elde eden bir kuvvete karşı, ancak ve ancak mânevî bombalar lâzım ki, o da hakaik-i Kur’âniye ve imaniye atom bombası olup o dehşetli solculuk cereyanını durdursun. Yoksa, adliye vasıtasıyla yüzden birine verilen maddî ceza ile bu küllî kuvvet tevkif edilmez.

Onun için, dindar milletvekilleri bu tacili lâzım gelen hakikati tehir etmelerinden, çok defa tecrübelerle gördüğümüz gibi bu defa da küre-i hava şiddetli soğuğu ile buna itiraz ediyor.

İki dehşetli Harb-i Umumînin neticesinde beşerde hasıl olan bir intibah-ı kavî ve beşerin tam uyanması cihetiyle, kat’iyen dinsiz bir millet yaşamaz. Rus da dinsiz kalamaz. Geri dönüp Hıristiyan da olamaz. Olsa olsa, küfr-ü mutlakı kıran ve hak ve hakikate dayanan ve hüccet ve delile istinad eden ve aklı ve kalbi ikna eden Kur’ân ile bir musalâha veya tâbi olabilir. O vakit dört yüz milyon ehl-i Kur’ân’a kılıç çekemez.

Emirdağ Lâhikası, s. 310

02.11.2006


Ölümden sonraki hayatın izafiyeti

Ölümden sonraki hayatımız nasıl olacak? Ölüm sonrası nasıl bir hayat tarzı ile karşılaşacağız? Berzah âlemi denilen kabir hayatımız ne ve nasıl şekilde olacak? Kabir ‘Cennet bahçelerinden bir bahçe, ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur’ deniliyor. Aynı mekân ve zaman nasıl iki zıt şekli bir arada muhafaza eder? Suâlleri uzatmak mümkün. Bu ve benzeri suâller çoğu kez bir çok insanın zihnini meşgul etmiştir.

Risâle-i Nurdan ilginç bir ifadeyi naklederek cevaba başlayalım isterseniz:

“Kabir var; hiç kimse inkâr edemez. Herkes, ister istemez oraya girecek. Ve oraya girmek için de, üç tarzda, üç yoldan başka yol yok.

• Birinci yol: O kabir, ehl-i imân için bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır.

• İkinci yol: Âhireti tasdik eden, fakat sefâhet ve dalâlette gidenlere bir haps-i ebedî ve bütün dostlarından bir tecrid içinde bir haps-i münferit, yalnız başına bir hapis kapısıdır. Öyle gördüğü ve itikad ettiği; ve inandığı gibi hareket etmediği için, öyle muâmele görecek.

• Üçüncü yol: Âhirete inanmayan ehl-i inkâr ve dalâlet için bir idâm-ı ebedî kapısı, yani hem kendisini, hem bütün sevdiklerini idâm edecek bir darağacıdır. Öyle bildiği için, cezası olarak aynını görecek. Bu iki şık bedihîdir, delil istemiyor, göz ile görünür.” (Sözler, s. 131)

Bu cevabın içindeki sır ve düğüm “Öyle gördüğü ve itikad ettiği; ve inandığı gibi hareket etmediği için, öyle muâmele görecek. Öyle bildiği için, cezası olarak aynını görecek” cümlelerinde saklı. Aslında bu cümleler, birinci şık cevabın içinde de takdir-i kelâm olarak mukadderdir.

Yani yukarıdaki birinci cümlenin şu şekilde de anlaşılabilmesi mümkün:

“Birinci yol: O kabir, ehl-i imân için bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır. Öyle gördüğü ve itikad ettiği; ve inandığı gibi hareket ettiği için, öyle muâmele ve mükâfat görecek. Öyle bildiği ve inandığı için, mükâfatı olarak aynını görecek.”

Demek ki ölümden sonraki hayatın nasıl olduğu tarzındaki suâlimizin ip uçlarını bu cümleler veriyor. Bu ipuçlarını takip ederek bazı cevapları aramaya başlayabiliriz.

Cümleye göre, “ölüm sonrası hayatın izafî olduğu, yani kişinin inanç, yaşayış, görüş, düşünce ve bu dünyada geçirdiği hayat tarzına bağlı olduğu, her insanın kabirde ve kabir sonrasında izafî bir hayat yaşayacağı” hükmüne varmamız pekâla mümkün. Zira cümlede geçen “nasıl itikat etti, nasıl inandı ona göre muâmele görecek veya öyle bildiği için ceza çekecek” mânâları böyle bir netice veriyor.

Şayet bu tarz bir tanımlamayı başlangıç noktası olarak alırsak, ölüm sonrası için çelişki gibi görünen bazı halleri tanımlamak oldukça kolaylaşır. Ve yine ölüm sonrasını belirleyen insanın kendi hayatı ve hayatına renk veren inanç ve düşünceleri ise, aynı mekân içinde farklı halleri yaşamasını tanımlamak da o ölçüde kolay olur. Aynı mekânda bir kişi cennet halini yaşarken, diğer bir kişi cehennem azabına giriftar olabilir.

Konuyu biraz daha açalım isterseniz:

Biz şu mükemmel kâinat ve dünya içinde yaşıyoruz. Dünyamız o kadar güzel ki, seması güneşler, aylar, yıldızlarla süslenmiş. Zemin yüzü ise nehirler, dağlar, ovalar, denizler ile harika bir tablo gibi resmedilmiş. Bütün bu tabloların içi ise bitkiler, böcekler, çiçekler, kuşlar, hayvanlar ve insanlar ile şenlendirilmiş.

Gözümüz önünde tek bir kâinat ve tek bir dünya var gibi gözükürken, işin aslında insanlar sayısınca dünya vardır. Zira her insan bulunduğu zaman ve mekân şartları içinde farklı bir dünya şartlarında yaşar. İnsan hayatı bir sinema ise, bu sinemanın hem yönetmeni, hem de baş rol oyuncusu kişinin kendisidir. İşte kişi inanç ve düşüncelerine göre yazdığı senaryoya göre kendi hayatını filme alır. Filme hayat veren inançlarıdır. Filmi anlaşılır kılan görüş ve düşünceleridir. Hayat filmini güzelleştiren veya çirkinleştiren inandığı gibi yaşayıp yaşamadığıdır. Filmi renklendiren çevresine nasıl bir gözle baktığıdır. İnsan hayat boyu kendi filmini işte böyle kayıt altına alır. Kendi ‘harddiskine’ veya CD’sine kaydeder. Sinema perdeleri gibi hayat karelerini bir bir yaşamaya devam ederken bir gün gelir ki perdede bir ‘son’ ya da ‘the end’ yazısı ile karşılaşır. Bu yazı artık bu dünya şartlarında kayıt işleminin sona erdiğinin işaretidir. Evet bu noktadan sonra kayıt işlemi sona ermiştir. Ama ölüm sonrası seyir işlemi başlamıştır. Kişi ömür boyu kayıt altına aldığı hayatını, ölüm sonrası seyretmeye başlar. Hem de en gerçek hali ile.

Bu nedenle berzah âlemini, kabir âlemini büyük bir sinema perdesine benzetebiliriz. Ya da dev bir bilgisayar monitörüne. Veya sonsuza uzanıp giden dev bir aynaya. Veya böyle bir şeye…

İşte insan ölümü ile birlikte kendi hayatını, inançları ile şekillendirdiği gerçek dünyasını, ibadetleri ile süslediği veya ibadetsizliği ile zehirlediği güzelim hayatını orada seyretmeye başlar. Bu noktadan sonraki hayatı izafîdir. Herkes orada bizzat kendi kaydettiği dünyasına bakar. Sonsuza uzayıp giden sinema perdelerinde veya dev ekranlarda kendi hayatını seyre koyulur.

Şayet kişi inançlı bir hayat yaşamışsa, hayatını ibadet ve itaat ile süslemişse, günahlardan kaçınmakla hayatını korumuşsa, duâ etmiş, kâinatı ve dünyayı Allah’ın güzel bir sanatı olarak kabul etmişse önüne çıkacak hayat filmi elbette ki Cennete uzayıp giden bir görüntü oluşturacak. Berzahta hayatının Cennette nihayet bulduğunu görüp, Cennet nurunun tüm hayat filmini aydınlattığını görecek ve sonsuz bir mutluluk sahibi olacaktır. İşte o zaman ‘kabir cennet bahçelerinden bir bahçe olur.’

Öte yandan diğer bir insan da hayatını boşu boşuna geçirmiş, kâinatta bir Yaratıcıyı kabul etmemiş, hayatı tesadüf oyuncağı olarak görmüş ve o şekilde hayatını renklendirmiş, her an ebedî yok olma korkusu ile yaşamış durmuş, her an ebedî yokluk kuyusuna atılacağı zannı ile hayatını zehir etmiş ise, elbette ki ahiret yurdunun ilk kapısı olan berzah âleminde aynı hal ile karşılaşacaktır. Dünyada eşi benzeri görülmeyen dehşetli bir korku filmini aynı dehşet ve ebedî bir korku içinde seyretmeye başlayacaktır. Bu korku filmi kendi hayatıdır. Başroldeki Drakula kendisidir. Hayat filmini bu kadar dehşetli bir hale sokan yine kendisidir. Böyle iç karartan dehşetli bir filmi, insan seyretmeye dayanamaz. Müthiş bir korkuya, müthiş bir üzüntüye kapılır. Bu hayat kirli bir hayattır. Küfürle, isyanla, günahla, haksızlıkla, hukuksuzlukla kirlenmiş bir hayattır. Böylesine kirlenen bir hayatı da temizleyecek olan ancak Cehennemdir. Cenâb-ı Hak böyle bir kirliliği, ilâ nihaye mülkünde barındırmaz. Cehennemi ile temizler.

İşte Cehennemin bu temizliğini gören kişi ise azap halini yaşamaya başlar. Kabir halinin ‘Cehennem çukurlarından bir çukur olması’ da böyle bir haldir.

Bu haller elbette ki sadece kabir ve berzah âlemi ile sınırlı değildir. Hayatın izafiyeti, son mekânlara ulaşıncaya dek devam eder.

Mü’min insan, hayatını nurânîleştirmiş, Allah’ın emir ve yasaklarına göre şekillendirmiş ise; kabirde rahat eder, haşirde kuş gibi uçar gider, sırattan berk sûretinde geçer, zamansız bir şekilde kendini Cennette ve Cennet nimetleri içinde bulur.

Kâfir insan ise, hayatın her an ve zamanını taşlaştırmış, inançtan uzak bir hayat yaşamışsa, yaşadığı ömrün her ânı kadar bir ağırlık üzerine almış olur. Taşıması mümkün olmayan bu ağırlık altında ebediyen ezilir durur. Öyle ki kabirde azap çeker, haşir meydanında bu ağırlık altında ‘bizim zamanımızla elli bin seneden daha uzun bir günde’ dehşetli bir sıkıntıya maruz kalır. İşte hadislerde ve âyetlerde bize bildirilen uzun zaman ifadeleri, bu dehşetli ve sıkıntılı hallere işaret eder.

Netice-i kelâm:

Madem insan bu hayatta kendi filmini çekiyor. Madem bu film, ebedî hayatta, ebedî sinema levhalarında ebedî olarak gösterilecek. Ve madem hayatın başrol oyuncusu da, yönetmeni de biziz. Öyle ise insan, hayatını iman ile ışıklandırmalı, ibadet ve itaatle süslendirmeli. Günahlardan uzak durmakla korumalı. Yani senaryoyu iyi yazmalı ki, ebedî saadete ersin.

Halil AKGÜNLER

02.11.2006


Sorularla Risale-i Nur

Korku duygusu niçin verilmiştir?

Korkmanın ölçüsü ne olmalıdır?

İnsanda en mühim ve esaslı bir his, hiss-i havftır...

Cenâb-ı Hak havf damarını hıfz-ı hayat için vermiş, hayatı tahrip için değil. Ve hayatı ağır ve müşkül ve elîm ve azap yapmak için vermemiştir. Havf iki, üç, dört ihtimalden bir olsa, hattâ beş altı ihtimalden bir olsa, ihtiyatkârâne bir havf meşru olabilir. Fakat yirmi, otuz, kırk ihtimalden bir ihtimalle havf etmek evhamdır, hayatı azâba çevirir.

Mektubat, s. 403-404

***

Evet, Halık-ı Zülcelâlinden havf etmek, Onun rahmetinin şefkatine yol bulup ilticâ etmek demektir. Havf, bir kamçıdır; Onun rahmetinin kucağına atar. Mâlûmdur ki, bir vâlide, meselâ, bir yavruyu korkutup, sînesine celb ediyor. O korku, o yavruya gayet lezzetlidir. Çünkü, şefkat sînesine celb ediyor. Halbuki, bütün vâlidelerin şefkatleri, rahmet-i İlâhiyenin bir lem’asıdır. Demek, havfullahta bir azîm lezzet vardır.

Mâdem havfullâhın böyle lezzeti bulunsa, muhabbetullahta ne kadar nihayetsiz lezzet bulunduğu mâlûm olur. Hem, Allah’tan havf eden, başkaların kasâvetli, belâlı havfından kurtulur.

Sözler, s. 322

***

İ’lem eyyühe’l-aziz!

İnsanın havf ve muhabbeti halka teveccüh ettiği takdirde, havf bir belâ, bir elem olur. Muhabbet bir musibet gibi olur. Zira o korktuğun adam, ya sana merhamet etmez veya senin istirhamlarını işitmez. Muhabbet ettiğin şahıs da ya seni tanımaz veya muhabbetine tenezzül etmez. Binaenaleyh, havfın ile muhabbetini dünya ve dünya insanlarından çevir. Fatır-ı Hakîme tevcih et ki, havfın Onun merhamet kucağına--çocuğun anne kucağına kaçtığı gibi--leziz bir tezellül olsun. Muhabbetin de saadet-i ebediyeye vesile olsun.

Mesnevi-i Nuriye, s. 182

Fatır-ı Hakîm: Heryeşi hikmetle ve benzersiz bir şekilde yaratan Allah.

havf: Korku, korkma.

havfullah: Allah korkusu, Allah'tan korkma.

hıfz-ı hayat: Hayatı koruma.

hiss-i havf: Korku duygusu.

ihtiyatkârâne: İhtiyatlı, tedbirli davranırcasına.

lem’a: Parıltı.

muhabbetullah: Allah sevgisi, Allah'ı sevme.

tezellül: Zillet içine girme.

02.11.2006


ESMA-İ HÜSNA

Muâfî

Allah (c.c.), Muâfî’dir. Yani kullarına sağlık, sıhhat, şifâ ve âfiyet veren, dertlilere devâ, hastalara âfiyet veren, mahlûkatını sağlıksız gelişmelerden koruyan ve her hayat sahibine hayatı selîm bir şekilde ihsân ve ikram eden Allah Teâlâdır.

Muâfî ismi Hazret-i Ali’nin (r.a.) Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivâyet ettiği Cevşenü’l-Kebîr’de zikri geçen esmâdandır.

Belâ ve musîbetleri def’ edip âfiyet ihsân eden Muâfî’miz Cenab-ı Hakk’ın, maddî hastalıklarda sayısız şefkat ve merhametinin gizli olduğunu beyan eden Bedîüzzaman, hastalar için eşsiz bir müjdeyi içeren, “Ermiş ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşerse, îmânlı bir hastanın titremesi de öyle günahları silker” (Râmûzü’l-Ehâdis, s. 234) hadîsinin tefsîr ve izahını yirmi beş devâlık Yirmi Beşinci Lem’a’da yapar. Burada hastalıklara sabreden, isyan etmeden âfiyet isteyen ve hastalığın açtığı duâ musluğundan yeterince istifâde ederek duâsını eksik etmeyen mü’minin mânen âfiyet bulacağını, zîrâ hastalıkların kişinin günahlardan arınması için kişiye özel bir âfiyet çeşmesi hükmünde bulunduğunu kaydeder.

(Risâle-i Nur'da Esma-i Hüsna)

02.11.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004