Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 12 Kasım 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Abdurrahman ŞEN

Musa Eroğlu’nu dinleyebilmek…



Kimilerinin “günümüzün Karacaoğlan’ı” da dediği gönül insanı Musa Eroğlu ustayı dinledik hafta içinde…

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı Kültürel Ve Sosyal İşler Daire Başkanlığı Kültür Müdürlüğü tarafından Cemal Reşit Rey (CRR) Konser Salonu’nda düzenlenen konseri izleyebilen az sayıdaki şanslı insanlar arasında olmaktan dolayı sonsuz mutluluk duyduk…

Musa Ustayı dinlemek isteyeceklerin sayısının çok daha fazla olduğunu bildiğimiz için “CRR salonu dolu bir gece yaşayacak” diye umuyorduk ki… Salonun yarısının boş kaldığını üzülerek gördük… Özel organizasyonlara çok geniş yer veren medyamızın, konseri duyurmamaktaki tutumuna orada bulunanlar söyleyeceğini söylediği için ben yaşadığımız güzellikleri paylaşmak istiyorum sizlerle…

Öncelikle, Musa Eroğlu ustayı daha yakından tanıyabilmenin özeti olarak, CRR bültenindeki şu bilgileri paylaşalım sizlerle: “Besteci, yorumcu, derlemeci, halk bilimi araştırmacısı ve eşsiz sazıyla Türk halk müziğinin özgün sesi olma özelliklerini bir arada bulunduran 55 yaşındaki san’atçı, Türk halk müziğinin genç kuşaklara sevdirilmesi ve geniş kitlelere ulaştırılması için büyük bir çaba içindedir.

Her yıl belli bir yörenin müziğini folklorik boyutuyla bütünleştirerek araştırıp ortaya çıkararak, bu müziği dünden bugüne taşıyan yöresel ezgileri evrensel müziğin formları içinde günümüz insanına ulaştırırken, ulusal kültürün de devamlılığına katkıda bulunmaktadır.

Büyük halk ozanı Karacaoğlan’ın pek çok eserini ortaya çıkaran ve bunları özgün sesiyle saza döken Eroğlu, bu yönüyle ‘Günümüzün Karacaoğlan’ı olarak nitelendirilmektedir. San’atçı Karacaoğlan, Dadaloğlu ve Köroğlu gibi büyük halk ozanları ve kahramanlarının eserlerinin yanı sıra günümüz halk şairlerinin şiirlerini de besteleyip yorumlamaktadır.

Bugüne kadar 3000’e yakın derleme yapan san’atçının 12 sola albümü yayınlanmış, ayrıca Arif Sağ, Muhlis Akarsu, Yavuz Top ile birlikte 4 kasetten oluşan ‘Muhabbet’ serisini hazırlamıştır.

Türk halk müziğinin diğer ulusların müzikleriyle birlikte evrensel boyutta temsil edilmesi için önemli çalışmalar da yapan Eroğlu, Avrupa’dan Avustralya’ya Türk cumhuriyetlerinden ABD’ye kadar dünyanın pek çok ülkesinde resitaller verdi.”

Birkaç satırla da olsa yaptıklarından çok kısa hatırlatmalar yapılan Musa usta, o gece CRR sahnesine gelişinden, programını tamamlayıp sahneyi terk edişine kadar, her san’atçıda bulunması gereken; tevazu ve edep örnekleri davranışlar sergiledi…

Bitirdiği her parçadan sonra kopan alkış tufanından utanıp, kafasını bile kaldırmadan sadece dudağının kenarından hafif bir tebessümle seyircilere gönlünün perdesini aralarken çareyi hemen yeni bir parçaya geçmekte buluyordu…

Musa Usta, kucağındaki sazıyla öylesine uyumluydu ki; adeta bu beden-saz uyumundan tek ses çıkıyordu… Musa Eroğlu işte böyle bir cezbe halinde CRR’deki konserine; “Gülyüzlü sultanım Aleykümselâm” diyerek başladı… Ardından “Telli turnam selâm götür sevdiğime” diye yalvardı büyük usta… Sonrasında; “Ömrüm kadrin bilemedim” diye de hayıflandı, “Yolun sonu görünüyor” diye de uyardı, “Kerem gibi yanıyorum” diye de içini döktü… Derken “Halil İbrahim”i de andı, “Ötme bülbül ötme” diye figan da etti… Sonrasında “insan kısım kısım” uyarısını da yaptı ve “Mihriban”ını da unutmadı… Ve Musa Usta CRR’de gerçek müzik sevenlere, bu halkın gerçek türküsünü özleyenlere tadı damaklarında kalan bir gece yaşattı.

Sahnedeki o mütevazi dev, kulise indiğinde karşılaştığı yoğun tebrikler karşısında da mahcuptu… Konser yorgunluğuyla beraber bu mahcubiyetin verdiği sıkıntıyla yüzünden dökülen boncuk boncuk terleriyle kucaklaştık büyük ustayla… Hatta Mustafa Doğan kardeşim bir de ustayı şahdamarından öptü…

Böylesi ustaların, böylesi başarılı iş yapmalarına karşı takındıkları mütevazi tavırdan alınması gereken dersleri almaları gerekenler alır mı bilemem… Ama şunu biliyorum… Musa Ustayı canlı canlı sahneden dinleyebilmek büyük mutluluk…

Taa Dede Korkut’un kopuzundan başlayan; Karacaoğlan, Dadaloğlu, Emrah, Seyid Nizam, Kuloğlu, Kazak Abdal, Seyranî, Gevherî, Ruhsatî, Sümmanî gibi yüzlerce büyük ozandan ve Âşık Veysel’den günümüze, bugüne kadar uzanan zincirin sağlamlığını görmek, hatırlamak çok daha büyük mutluluk…

Ağzına sağlık, ömrüne bereket gönül insanı büyük usta…

“Hey Erenler Pazarım Var”

Halk şiirimizin en önemli temel özelliklerinden birisi, alenen ifade etmeden tasavvuf deryasından beslenip beslemesidir… O alış verişin gürültüsü, tantanası yapılmaz halk şiirinde… Sadece o deryadan alınan nasip oranında çalınıp, söylenir… Kimilerine normal bir aşk şarkısı gibi gelen sözlerin ardında bile büyük bir zenginlik vardır…

İşte o gece Musa Eroğlu’nun o müthiş yorumuyla bir kere daha dinlediğimiz “Hey erenler pazarım var” türküsünün sözleri…

Böyle bir pazarda müşteri olabilmek az mutluluk mu?

“Hey Erenler Pazarım Var / Hal Ehline Hal Satarım / Terazim Tartım Bulunmaz / Doyumuna Bal Satarım

Tezgâh Üstü Söz Söylerim / Sözümü Gülle Peylerim / Aslı Sitemi Neylerim / Ben Dikensiz Gül Satarım

Erenler Bir Pazar Kurdum / Hak Hak Dedim Döndüm Durdum / Aşkın Mühürünü Vurdum /

Aşk Zarfına Pul Satarım

Ben Sarrafım İnci Düzdüm / Gevher Denizinde Yüzdüm / Akıl Süzgecinden Süzdüm / Cevri Akıl Kul Satarım”

12.11.2006

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Modern hayattan çoban-kurt-kuzu hikâyeleri...



“Nereden çıktı şimdi çoban, kuzu hikâyesi. Köyde olanlar düşünsün” diye düşünmeyin.

Kurtlardan daha yırtıcı ve vahşi bir tür şimdilerde her yerde, özellikle de büyük şehirlerde insan kılığında taze avlar peşinde… Kural tanımıyor, şefkat, saygı, hürmet, haram- helâl demiyor, ancak kara toprağın doyurabileceği bir açlıkla, yeni hazlar peşinde durup dinlenmeden tuzaklar kuruyor.

Medyayı takip ettiğinizde “Şeytan bile insanları yoldan çıkarmak için Yaratıcısından izin alıp, mühlet istedi… İnsanî özelliklerini yitiren bir insansa, yırtıcı kurttan daha vahşi, sinsi yılandan daha sessiz, şeytandan daha hilebaz bir canavar” diye düşünmeden yapamıyorsunuz.

“İnsanları tanıdıkça, hayvanları daha çok sever oldum…” diyenleri anlamamak mümkün mü?

Geçtiğimiz hafta medya, (kurtların inine kuzusunu teslim eden anne(!) sayesinde) kurtların hırpaladığı minik bir kuzucuğun haberleriyle doluydu…

Medya, atalarımızın dediği gibi “Tavşana kaç, tazıya tut!” tavrıyla yaklaştı konuya. Bir yanda aç kurtların ağız suyunu akıtan türlü yayınlarla kurtları tahrik ederken, diğer yandan kurtların parçaladığı kurban(lar)ın haberlerini ard arda koyarak insanlarda uyandırdığı linç hisleriyle rating (!) yaptı…

Bu arada “Dilimize sahip çıkalım!” tartışmalarına gönülden katılsak da, medyanın dilinden düşürmediği “rating” kelimesinin bir anlamının da “iş sorumluluğu” olduğunu biliyor muydunuz?

Toplum hayatını yasama, yürütme ve yargıdan sonra yönlendiren dördüncü kuvvet olan malûm medyamız için “rating” sadece izlenme oranı yani kasalarına dolan para miktarı demek. Hatta geçenlerde RTÜK açıklamalarından öğrendiğimiz kadarıyla malûm medya rating ölçer cihazlara hile karıştıracak kadar iş ahlâkının bilincinde!!!

Sürünün aciz, nazenin mahlûkları olan kuzular ve anneleriyse ilk hedefte…

Çözümler ne olabilir?

1. Herkes sürüsüne sahip çıksın!

Zira çobanlar istedikleri halde herkesin yardımına yetişemeyecek kadar yoğunlar ve sayıları az. Çobanların en büyük yardımcısı olan çoban köpekleriyse ne yazık ki çoğu zaman kurtlarla menfaat birliği içindeler.

Sürüde kuzusu olsun olmasın herkes çobanlara destek vermeli, çobanlık yapmalı ki zarar büyümesin.

“Hepiniz çobansınız ve hepiniz çobanlığınızdan sorumlusunuz. Devlet Başkanı üslendiği görevden sorumludur. Kişi ailesinin koruyucusu ve eli altında olanlardan sorumludur. Hizmetçi, efendisinin malının koruyucusu ve eli altında bulunanlardan sorumludur. Dikkat ediniz, hepiniz çobansınız ve hepiniz çobanlığınızdan sorumlusunuz.” (Buhari, Cuma, 11; Müslim, İmâre, 5.)

Efendimizin (asm) sözünü, hiç bu açıdan düşünmüş müydünüz?

2. Koyun postuna bürünmüş kurtlar!

Kuzular hakkında yapılan her ilgi ve sevgi gösterisi samîmî ve ciddî değildir. Bilelim. Zira sağı gösterip, soldan vuran koyun postuna bürünmüş türlü çeşit kurtlar da işbaşında…

Çocuklar için hazırlandığı söylenen çizgi filmlerin, kitapların muhtevası ve daha bir çok ürünün amacı minik meleklerinizi farklı açılardan sömürmek olabilir. Aman dikkat!

Sözgelimi, televizyonlarda zahiren şirin müzikler, görüntüler eşliğinde sunulan bebeklere yönelik şampuan ve hazır bez reklâmlarının bebek bedenini meta haline getirerek, çocuklara düşkün aç kurtların iştahını açabileceğini hiç düşündük mü? Uzmanların zaman zaman bu konuda yaptıkları ikazlara medyada fazlaca yer verilmiyor. Malûm menfaat işleri…

Kadın ve çocuk bedenini teşhir etmek ne yazık ki, modern hayata, ilk çağ karanlıklarından kalan ve insandaki hayvanî yönlere hitap eden bir miras…

O tür reklâmlara verebileceğimiz en güzel cevap belki de tokat, marketlerde o markaları gördüğümüzde burun kıvırarak geçmemiz olacaktır. Emin olun…

Yetkili mercilere müracaat etmekten çok daha etkilidir bu yöntem… Satış grafiğinin aniden düşmesi, para merkezli hayatlara verilecek derslerin en tesirlilerindendir…

3. Samimiyet ve ciddiyet

Kendi ailemize yapılmasını istemediğimiz bir şeyi başkasına da yapmayalım. Kendi çocuğumuzu, eşimizi, kardeşimizi nasıl görmek ve göstermek istiyorsak, başkalarının çocuğuna ve eşine de aynı davranalım. Bu tarz görüntülere, fotoğraflara, reklâmlara, filmlere… Onların efsunlu bir atmosferde bize sunduğu aslında zehirli tatlılara elimizi, gözümüzü uzatmayalım. Çekici görünebilirler, ama zehirlidirler. Zehirden kıvrananları görmüyor muyuz?

Modern hayattan kurt-kuzu- çoban hikâyeleri şimdilik buraya kadar….

12.11.2006

E-Posta: [email protected]




İslam YAŞAR

Ebedî yaşama iştiyakı



Ebediyet, bir ihsan-ı İlâhîdir.

Her varlık, hilkati iktizasınca bu ihsana nâil olmak ister. Canlılarda bu istek iştiyak hâlini alır. Zîşuur mahlûkat ise ebedîyet sıfatına mazhar olmak için çırpınır durur.

Fakat bu sıfatı taşımak pek o kadar kolay değildir. Beka bulmak için önce fani olmayı göze almak, hatta tekrar tekrar fani olmak ama her seferinde yine bekayı istemek gerekir.

Bazen istemek de yetmez, iştiyakla yaşamak iktiza eder.

Tıpkı tekâmül temayülü tecellî edince yapraklaşan taş gibi.

Camit ve canlı hayat kademeleri arasında gidip geldikçe beka isteği fıtrî bir iştiyak hâlini alan o taş usaresi, canlı hayatının yaprak safhasını tamamlamak üzere olduğu günlerde keşfetmişti ebedî yaşamanın sırrını.

Bir kurbanlık koyuna yem olabilmek için ağacın dibindeki tarlaya düşmek, çürüyüp eriyerek toprağa karışmak ve güzel bir çiçek hâlinde açmak istiyordu ama olmadı.

Dalından koptuğu anda başlayan yeni hayat seyrinde korktuğu her şey başına geldi. O yere düşmeyi ümit ederken hızlı esen rüzgâr pek çok yaprakla birlikte onu da savurdu ve dağın eteğindeki taşların arasına sıkıştırdı.

Kuru yaprak günlerce, bazıları bir zamanlar dağdan yuvarlandığı sırada kendisinden kopan o taşların arasında, eskisinden daha hızlı esecek bir rüzgâr dalgası tarafından çıkarılıp tarlaya doğru savrulmasını bekledi.

Kış mevsiminin emarelerinin görünmeye başladığı günlerden birinde beklediği oldu ve hortumu andıran kuvvetli bir rüzgâr dalgası onu sıkıştığı yerden çıkardı ama tarla yerine karşı sırtlardaki çalıların arasına soktu.

O sürüklenme esnasında çalının kuru dallarının dikenleşen uçları yaprağın birkaç yerini gelip geçtiği için yeniden savrulma ihtimali büyük ölçüde kayboldu.

Buna rağmen yaprak ebed ümidini kaybetmedi. Tarlada çiçek olamasa da bulunduğu yerde toprağa karışarak çalıda yaprak veya bayırda gür bir ot hâline gelebileceğini düşündü.

Bu arada zaman hızla akıp geçti. Bazen sağanak hâlinde veya şiddetli bir şekilde yağmur yağdı, etrafından sular aktı. Bazen kar yağdı aylarca ıslak kaldı, ardından güneş açınca kurudu, uçları kenarları kırıldı. Delinen yerleri genişledi kuru dalların bağından kurtuldu ama özü bir türlü çürüyüp toprağa karışamadı.

Mevsimin ortalarına doğru yeniden başlayan kar yağışı günlerce devam etti. Kar tabakası kalınlaştıkça ağırlaştı ise de çalının dalları üzerine gerildiğinden kendisine fazla ağırlık binmediği için yapısı bozulmadı.

O günlerde çalının kuytu yerine sığınan serçe, kar tabakasının donması yüzünden dışarı çıkamayınca kendisi ile birlikte diğer yaprakları da topladı, üstüne dökülen tüylerini serdi ve küçük bir yuva yaptı.

Böylece orada yeni bir canlı hayatı başladı. Serçe acıktıkça tırnaklarıyla topraktan çıkardığı bitki tohumlarını, solucanları yiyip kardan damlayan suları içerek yaşamaya devam etti.

O zaman kendisini, “bütün mevcudâtı baş başa, omuz omuza, el ele verdirip emir ve iradesi dairesinde döndürün birbirine yardımcı ve musahhar kılmakla azamet-i Rububiyetini gösteren” Rabbine daha yakın hissederek rahatladı.

Serçenin verdiği yaşama mücadelesi yaprak için yeni bir kırılıp dökülme, çürüyüp eriyerek toprağa karışma ümidi oldu. Kuş hareket ettikçe bazı yenleri kırıldı, dökülen parçaları çürüdü ise de sapın damarlarla birleştiği yerde bulunan özüne pek bir şey olmadı.

Uzun zaman ıslak kalmanın tesiriyle iyice yumuşayıp gevşediği günlerden birinde karların erimesiyle meydana gelen seylaplar, diğer dal kırıkları ve yaprak parçaları ile birlikte onu da önüne kattı ve dereye doğru sürükledi.

Bir süre sonra kendisini derince bir göletin içinde iyice yumuşayıp mayileşmiş vaziyette buldu. Mevsim boyu erimeyi dilemiş ve sonunda dileği gerçekleşmişti ama toprağa değil suya karışmıştı.

Ondan sonra da hâlden hâle geçti, şekilden şekle girdi. Bunların hiç biri dilediği veya beklediği bir hâl değildi ama o yine de dilemeye ve beklemeye devam etti.

‘Bir gün mutlaka’ dedi her seferinde kendini hilkatin fıtrî işleyişine bırakırken. ‘Bir gün mutlaka edebe namzet bir canlının bünyesinde yer alacağım ve inşallah ebedîleşeceğim.’

Bu dileğini, bütün varlığıyla belki de bininci defa tekrarladığı günlerde hareketlendi çözülmeye meyleden bünyesi. Önce bir kuyruk darbesi yiyerek birkaç parçaya bölündü, ardından da büyükçe bir balık tarafından tek tek yutuldu.

Sazan balığı onunla birlikte suya karışan başka yemleri de yuttuğundan hepsi midede birbiriyle kaynaşarak yeni besin maddeleri hâline geldiler ve kana karışıp balığın vücuduna dağılmaya başladılar.

Diğer besinlerin çoğu kılçıkta, yüzgeçte, deride, kafada yer alırken yaprağın usaresi balığın sırtına yakın yerdeki etlerin arasına yerleşti ve yeni hayat mertebesinin icaplarını yerine getirmeye başladı.

Mevsimin kalan kısmı balığın bedeninde geçti. Sular defalarca bulandı, duruldu, taştı, çağladı. Her seferinde balık da suların akışına intibak etmek için oraya buraya gidip geldi. Dere normal hâliyle akmaya başladıktan sonra sularla birlikte balık da sakinleşti.

Usare, orada yıllarca kalacağını zannettiği sırada başladı balık can havliyle çırpınmaya. Çok geçmeden de kancasına yem olarak solucan takılmış su renkli bir oltanın ucunda sudan çıkarıldı.

Balığın ölümü, bedeni için yeni hayat merhalelerinin başlangıcı oldu. Onunla birlikte başka balıkları da yakalayan genç hepsini götürdü, temizledi, korlaşmış meşe közlerinin üzerinde kızarttı, birkaç arkadaşını da dâvet etti ve âfiyetle yediler.

Usare, balığı avlayan gencin değil de en yakın arkadaşının kısmetine düştü. O iştahla karnını doyurduktan sonra diğerleri ile birlikte istirahata çekilip uyumaya başladı ama bedeninin hücreleri çalışmaya devam etti.

Gencin uyuması sindirim işini kolaylaştırdı. Mideye doldurulan besinler iyice karıştırıldı, mide bezlerinin salgıladıkları hususî sıvı sayesinde fazlalıkları atıldı, özleri özelliklerine göre ayrılıp yerlerine yerleştirildi.

“İnsan bedeni gayet muntazam bir şehir şeklinde tanzim edildiği, damarların bir kısmı telgraf ve telefon vazifesini görürken bir kısmı da çeşmelerin boruları hükmünde âb-ı hayat olan kanın cevelanına medar” olacak şekilde yaratıldığı için her şey muntazam bir şekilde işliyordu.

Tavzifat, tevzîât ve sevkiyat arada bir hızlanıp yavaşlasa da hiç durmuyordu. Ree denilen yerde temizlenip gelen küveyrat-ı hamra adlı alyuvarlar hücreleri gidecekleri mahalle lâzım olan gıdaları aldıktan sonra hemen harekete geçiyorlardı.

Aslı taş olan ve yapraktan balığa geçen usare, fosfor cinsi besinlerin içine dahil edildiği esnada bir küveyrat-ı hamra hücresine alındı ve yeni hayat safhasındaki ilk yolculuğu başladı.

Hareket ettiğinde nereye gideceğini bilmiyordu ama daha önce “Nebatât ve behimiyât (hayvanlar) gibi şuursuzların gayet derecede şuurkârane ve hakimâne işler görmesi bizzarûre gösterir ki, gayet derecede Alîm ve Hakîm birisi vardır ki, onları işlettiriyor, onlar O’nun namıyla işliyorlar” hakikatini defalarca yaşadığı için müsterihti.

İnsan bedeninde her şey sair canlılardan çok daha hızlı işlediğinden birkaç nefeste kaburgaların arasından aktı, boyun bölgesinden çıktı, kafatası kemiğinin birkaç deliğinden geçti ve vazife mahalline intikal etti.

Sağ gözün geri taraflarında bir yerdi burası. Göz kapaklarının, kirpiklerin, beyaz tabakanın ve korneanın geçiş noktasına geldiği anda, orada olan başka bir hücre hareketlendi.

Yerini aldığı yaşlı ve yorgun hücre, kendisini bıraktıktan sonra dönmeye hazırlanan bulanık akıntıya atlayacağı sırada vücudun çok hassas bir yerinde vazife yapacağını fısıldadı.

Bir süre orada birlikte çalışacağı diğer hücreler onu gördükleri anda âşinâ oldular, hemen aralarına aldılar, bulunduğu yere intibak etmesini sağladılar ve işlerinin başına döndüler.

Bir göz açıp kapayıncaya kadar geçen kısa bir zamanda oldu bütün bunlar. Genç uyanıp gözlerini açarak mahmur bir nazarla etrafına baktığında artık o kornea tabakasında görmeyi sağlayan bir göz hücresiydi.

Mahşerde dirilmesi muhtemel olan bir koyunun vücudunda yer alamadığına çok üzülmüştü ama şimdi ahirette dirilmesi ve ebediyyen yaşaması muhakkak olan bir insanın vücudunda, üstelik en hassas uzvu olan gözünde gören bir canlı olmuştu.

‘Bir gün mutlaka!..’ kararlılığının neticesi ve teslimiyetin mükâfatı saydı geldiği hayat merhalesini ve vücut mertebesini. Artık her hâl u kârda ebedî olacağını düşündüğü anda başka bir gerçekle daha yüz yüze geldi.

İlk defa o zaman hissetti insanların iyisinin, kötüsünün olduğunu. Bir insanın vücudunda yer alıp ebed sıfatını kazanmak bir mazhariyetti ama bu ancak o insan iyi bir ruh taşıdığı takdirde mümkün olabilirdi.

Çünkü kötü ve günahkâr bir insanın vücudunda yer alıp onunla birlikte dirildiğinde Cehenneme atılıp cayır cayır yanma, üstelik orada ebedî kalma tehlikesi de vardı.

İyi bir mü’min olduğu takdirde ise o ruhla birlikte dünyada huzur, berzahta sükûn, mahşerde beşaret, sıratta suhûlet, cennette ebedî saadete mazhariyet hâlleri yaşayacaktı.

Onlardan daha mühimmi ise Rü’yet-i Cemalullahla müşerref olmaktı.

Hilkatin esrarı, her varlık gibi usareye de bu hakikatleri hissettirince bir yandan vazifesini yaparken diğer yandan kendisine yön veren insanın iyi bir ruh taşıması için lisan-ı haliyle duâ ve niyazda bulundu.

Mutedil ve muhakemeli bir insandı bu gözün sahibi. Mü’mindi ama günah işlemeye de mütemayildi. O nefsî telkinlerin tahrikiyle harama nazar ettikçe göz kamaşıp kırpılarak mâni olmaya çalıştı.

Bununla da kalmadı, ruhun bedene yön verdiği hâllerde, kopup geldiği diyarlara duyduğu hasretin de tesiriyle hep yüce dağlara, yalçın kayalara, düz ovalara, renkli çiçeklere, neşeli hayvanlara, çaylara, ırmaklara, denizlere, deryalara bakarak onun idrakine yeni ufuklar açtı.

Genç bu ufuklardan “Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü, ölümünün ardından nasıl diriltiyor. Bunu yapan elbette ölüleri de öylece diriltecektir. O her şeye hakkıyla kadirdir” hakikatini tefekkür ve temâşâ etmeye başladıktan sonra büsbütün iyileşti.

Böylece, hilkatin iktizası olan bu fıtrî ve fiilî işleyişin de sevkiyle, bir dağın yamacındaki taş parçasına tecellî eden ebedî yaşama iştiyakı, ‘bir gün mutlaka’ kararlılığıyla birleşti, üç beş mevsimde birkaç hayat merhalesinden geçti ve ebede müştak bir mü’minin gözünde yer alarak ebede muntazır hâle geldi.

Gerçi bundan sonra da sık sık şekil değiştirip değişik vazifeler alarak farklı hâllere girecek ama mahşerde muhakkak o insanın gözünde dirilip onunla birlikte muhtemelen Cennete girecek.

Ve orada ebediyen yaşayacak.

12.11.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Riyaset ve diyanet



Dünyanın gidişâtında devir ve deveran pozitif amaca hizmet ediyorsa, hareket ve bereket artan kuvvet değerindedir. İdare; netameli olduğu kadar mücadele isteyen, azim ve kararlılıkla müşavere gerektiren bir dirayettir. Bereket; maddî ve manevî rızkımızın peşinde koşarak meşrû kazancı teminle mümkündür.

Hakikat ve tarikat, uzun bir yolun sonundaki menzile müşteri toplar. Siyaset ve ticaret ise, netice bekler. Dünya haline uygun tatbikatla yürür. Zamanın acelesini yaşar. Sıkı ve maddî bir takip mecburiyetini planlar.

Hakikat ve tarikat yolunda, meyveler umumiyetle ruhânî haz ve faziletle uhrevî sevaptır. Dünyanın tamamı ona hazırlıktır, beşeriyete servistir. Beklentisiz ve kalben istiğna ederek, dünyayı terk etmenin verdiği feyizle ilmen, amelen ve kalben ilerlemektir. Dünyevî zaruretler karşılandığı müddetçe, kanaat edip makama ve mansıba talip olmamaktır.

Makam ve mansıp, siyasetle ve ticaretle kaimdir. Otorite, hâkimiyetin ve makamın gereği iken, kazanmak için didinmek ve gayretini arttırarak koşturmak ise ticaretin kârlılıkla verdiği bir lezzettir.

İlim ve hikmet, sükûnetle perdeyi aralayacak kadar sabırla çalışmayı ve talep etmeyi gerektirir. Tasavvufta ise dünyayı “boşamak” icap eder.

Hikmet yolcuları; ilim, marifet, muhabbet ve lezzet-i ruhaniye ile rıza kapısını çalarlar. Tevazu içinde mahviyetle münasebet tesis ederler. Muhabbet merkezlidirler. Vicdanlar üzerine müesses bir ruhun inşâsı için uğraşırlar. Meşguliyetleri şahsî değildir. Geçim ve seçim telâşında olmazlar.

Hikmet ehli olanlar; ümeranın kapısında makam ve “maaş dilencisi” olmamaya itina gösterirler. İlmin izzetini korurlar. İnandıklarını söylerler. Politik kaygı taşımazlar. Neticeye müdahale etmeyi düşünmezler. Tesiri ve teveccühü istemezler. Bunların Allah’a ait olduğunu bilirler.

Dünya yolcuları; yeryüzüne kalben bağlanmadan çalışırlar. Dünyayı ahiretleri için bir tarla görürler. Maddî kazancın içinden yol alırlar. Hikmet ehlinden beslenirler, ancak onun beşerî tahakkuku ve insaniyetin istifade edeceği maddî sonuçlar için çabalarlar. Daha çok yorulurlar. Hakikat-ı hâli yaşarlar. Gözleri açık, bedenleri dinç, hayatları o anın meselelerini çözmeye müheyya bir haldedir. Sorumlulukları fazladır.

Dünya ehlinin, müspet yolculuklarında tenkit edilmeleri çok kolaydır. Her hareketleri mânâ âleminde ve istiğrak halinde, farklı değerlendirilebilir. Ancak, veren eldir. Düşünen beyindir. Çalışan bilektir. Kuvvetin hakkını temsil eder. Maddî kılıçtır. Neticeler; olumlu veya olumsuz ertelenmeden önüne konulan bir faaliyet ve murakabe sürecindedirler.

Âdetullah’ın muhatabı olan idare ve iâşe ehli; siyaset ve ticaretle beşerî ihtiyaçları ve maddî âlemin tanzimini sağlarlar. “Lezzet-i cismaniye” ile mutluluk kaynakları olan üç temel fonksiyon; beslenme/yeme-içme, mekân/ortam ve nikâh/akit/bağlanma/sözleşme zemini hazırlama, düzenleme açısından riyaseti temsil ederler.

Riyaset ve diyanet; birbirini tamamlayan, birbirine müdahalesi yanlış olan, ikamesi doğru olmayan, denge ve uyum isteyen ana unsurlardır.

Diyanet, hilafetin hikmetle, akılla, kalple ve muhabbetle amil ve amel içinde kalmasını temin etmeli.

Riyasetse, açılan nuranî ve aydınlık hikmet ufkunda beşeriyetin tekâmülü için maddî huzuru sağlamalı.

İkisinin yerli yerinde ve yerini bilen insanlarla doğru tesis edilmesi halinde; faziletli bir medeniyetin maddî-manevî kalkınması gerçekleşir.

Ruhun inkişafı vicdanî bir terennüm iken, maddî rahatlık şükür kapılarını açan bir teşvik zeminidir. Cennetin tadımlık dünyasında ve gölgelerini yaşatan ikliminde, bu iki mânânın beraberliği ve dengesi vardır.

12.11.2006

E-Posta: [email protected]




Habip FİDAN

Sonbahar düşünceleri



Eylül, Ekim derken; sanırım Kasım’la birlikte yavaş yavaş Cenap Şehabettin’in Elhan-ı Şita’sı (Kış Nağmeleri) türünden soğuk havaların şarkısını türlü şekillerde dillendirmeye başlayacağız. Kasım ayazı bu, başka bir şeye benzemez. Dikkat ister, bir o kadar da ileriye dönük hazırlığın olması gerektiğini ihtar eder.

Her ne kadar Ekim ve Eylül’ün Kasım’a bıraktığı miras olan sarı yapraklar içimde bir ayrılık, bir karamsarlık yahut onulmaz bir kış yalnızlığının hissini verse bile, ben yine de Sonbahar’ın son durağı olan Kasım’a güzel bakmak istiyorum. Öyle ya, yaşadıklarımız, karşılaştıklarımız; onları algılayış biçimlerimize göre renk değiştiriyorsa şayet, pekâlâ Kasım kara kışın değil, narin ve şeffaf bir kışın habercisi olarak görünebilir bana. Değil mi ki Bâkî Osmanlı’nın debdebesini yaşayan biri olarak sonbaharın ayazında sararan yaprakları Osmanlıya her yandan gelen ganimet altına benzetirken, Fuzuli ömürden giden bir ayrılık olarak görmüş; evet o hâlde algılama biçimidir insanı üzen ya da sevindiren.

Algılama biçimi dediysek, şekil zemin ilişkisini de unutmayalım. Söz gelimi Kasım’ın ayazı sizi üşütürken, karşılaştığınız, gözlediğiniz bir Kasımpatı çiçeği pekâlâ içinizi ısıtabilir. Sadece Kasım’a has bir süs olan Kasımpatı insana neler hissettirmez ki… Ortalıkta kol gezen soğuklar yüreğinizin boşluğunda yakaladığı sıcaklıkla bir Kasımpatıya dönüşebilir. Ve o Kasımpatı tomurcuklanarak, belki de kışın ardından gelecek bahara hazırlık amacıyla karın altında olgunlaşması için beklettiğiniz hayallerinizin fiilî olarak gerçekleşmiş hâli şeklinde gözükür. Kim bilir, belki de o Kasımpatı uğrunda baş koyduğunuz hayalinizin tatlı bir başlangıcıdır. Ondan sonra gelsin hayata dair medhiyeler.

Aslında Eylül, Ekim, Kasım, Kasımpatıya bu kadar değinmemin sebebi, zaman zembereği soğuk havalara yelken açarken, toplumsal hayatta da soğuk havalara bilinçli yahut bilinçsiz bir yelken açışın varlığıdır. Geçenlerde olumsuz davranışlar üzerinde konuşmak yerine, olumlu davranışlar üzerinde konuşmak istediğimi söylediğim öğrencilerime, “Kişiliğinizde beğendiğiniz, güzel gördüğünüz, yapmakla övündüğünüz davranışınız nedir?” sorusunu yöneltince, nadir cevaplar alabildim. Israrla, “Hiç mi olumlu bulduğunuz davranışınız yok” dememe rağmen, çoğu başların yerlerde olması aslında sürekli olumsuz düşünmeye, hep olumsuz değerlendirmeye maruz kalan toplumun birer panoraması gibiydi.

Çoğu zaman merak etmişimdir: Neden olumlu söz ve davranışlar ortaya konup genel değerlendirme yapıldıktan sonra, olumlu davranışların yaygınlaştırılması düşünülmüyor da doğrudan olumsuz davranışlar değerlendirmeye alınıp ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. Aslında cevabını Bediüzzaman’ın, “Güzel gören, güzel düşünür; güzel düşünen hayatından lezzet alır” şeklindeki veciz ifadesinde buluyoruz.

Evet, olumsuz davranışların bahsi sonbaharda, özellikle Kasım ayından itibaren dağların eteklerinde yetişen rengârenk bitkileri örten koyu sis tabakası gibi bir şeydir. Olumlu davranışların bahsi ve icra edilmesi ise, o koyu dumanı dağıtan okşayıcı bir güneş ve o güneşten sonra ufka doğru ortaya çıkan gökkuşağı gibidir. Her ne kadar çoğu zaman yaşadıklarımız bizi olumsuzluğa düşürse de sarı yapraklar ve Kasımpatı misali güzelliklerin en soğuk şartlarda bile içimiz ve dışımızı ısıtacağını unutmayalım.

12.11.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Gafletin böylesi



Her şeyi sevimli, güzel, aydınlık, net ve açık olarak gösteren iman gözlüğüyle hayata ve olaylara bakamayan insan gaflet bataklığında can çekişiyor demektir. Neye ne kadar değer ve önem vereceğini bilemez. Şu geçici, kısa dünyada demirleyecekmişcesine bütün enerjisini ona sarf eder.

Nedir dünya, nedir ahiret?

Mektûbât’ta (20. Mektub) dikkat çekildiği gibi dünyanın bin senelik mutluluğu Cennetin bir saatine denk gelmez. İnsan Cennette de bin sene yaşasa bir saat Cenâb-ı Hakkın cemalini seyretmenin yerini tutmaz.

Dünya saltanatı denilince Hz. Süleyman’ın dağa, taşa, kuşa, rüzgâra hükmü geçen saltanatı akla gelir. Oysa böylesi bir dünya saltanatı fani olduğu için ebedî saadetin yanında hiç hükmündedir. Evet, Sözler’de (19. Söz) denildiği gibi şu dünyevî istikbal ebedî istikbal yanında bir katre serap hükmündedir. Dünyevî saadet ve saltanat da ebedî saadetin yanında sürekli yanan güneşin yanında bir anda çakıp sönen şimşek gibidir.

Onun için insan şu geçici dünyadan neyi kazanırsa kazansın eğer ahirette işine yaramayacaksa “bir katre serap” olmaktan öte geçmez ve bu insanı aslâ gurur ve kibire itmemelidir. Dünyada bir kısım şeyleri kaybetse de mahzun olmamalıdır. Önemli olan ahirette kaybetmemektir. “Size ne oluyor ki dünyada elde ettiğiniz az bir şey sizi ferahlandırıyor, ahiretten yitirdiğiniz çok çok lütuflar, sizi hüzne atmıyor?” diyen Hz. Ali asıl ferahlandırması ve hüzne atması gereken bir hususa dikkatleri çekiyor.

Dünyadan kazanırken sevinmek, ahiretten kaybederken üzülmemek büyük bir gaflettir. “Ne kadar da ziyandadır gafletle yaşayan!” tesbiti de yine Hz. Ali’ye ait. Der ki: “Ey Allah’ın kulları, nerede o ömür sürenler ki nimetlere gark oldular; nerede o bilgi belleyenler ki anlar, bilir bir hâle geldiler? Mühlet verildi onlara, gaflete daldılar; sağlık esenlik içinde oldular, unutup gittiler. Uzun zaman mühlet buldular; fırsat elde ettiler; lütuflara, ihsanlara nâil oldular; çetin azaplarla korkutuldular; büyük sevaplarla müjdelendiler.”

Nimetler içinde yüzüp kıymetini bilmeyen, şükrünü yapmayan; sağlık, afiyet içinde yüzdükleri halde gaflete dalan, lütuf ve ihsanlar içerisinde yüzdükleri, çetin azaplarla korkutuldukları, büyük sevaplarla müjdelendikleri halde gereğine göre davranmayan insanlar kadar gaflet içinde olan kim vardır? Gerçeklerle yüzyüze geldiklerinde duyacakları pişmanlığın onlara kazandıracağı ne olabilir?

Sözü Hz. Ali’nin (ra) şu vecizesiyle bağlayalım: “Ey gaflete düşenler, sizden gaflet eden yok!”

Yani, insanlar Allah’ı; emir ve yasaklarını unutsalar da Allah onları unutmaz, yaptıklarını yanlarına bırakmaz.

12.11.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Enerji üretim merkezlerimiz



Rûhumuz da binlerce lâtif enerji boyutundan oluşmuş muhteşem bir güç kaynağıdır. Ruh ve bedenimizde çeşitli enerji merkezleri vardır. Herbir duygu ve organımızın ürettiği enerji farklıdır. Olumlu veya olumsuz enerji üreten temel duygularımız üçe ayrılır:

* Akıl kuvveti (kalp, beyin)

* Şehvet gücü (yeme-içme dahil her türlü iştiha / biyo-psiko-fizyolojik yapı)

* Gadap kuvveti. (Savunma mekanizması / nefs cephemiz)

Yapılan araştırmalar, beynin ürettiği düşünce enerji boyutunun, elektrik akımlarına benzer tesirler meydana getirdiği, bunların da canlı organizmalarda olumlu veya olumsuz değişikliklere sebebiyet verdiği tesbit edilmiştir. Elektrik, elektro-manyetik veya biyo-manyetik enerji türlerinin tümü, başta hücrelerimize etki ederek onları reaksiyona uğratır.

Kendimizi tanır, duygularımızı keşfeder, işleyiş tarzlarını iman enerjisiyle birleştirirsek, dışarıdan gelebilecek elektro-manyetik etkileri o oranda etkileyebiliriz. Zira, imânın bir anlamı da, tüm enerji boyutlarını şuûrlu olarak kullanmak ve yönlendirmektir.

Başta bedenimiz elektrik, elektro-biyo manyetik enerji üretir. Diğer taraftan, kalp (maddî-mânevî) ve beyin de enerjinin en yoğun olarak üretildiği merkezlerdir. Kafamız (dimağ, beyin), göz, el ve ayaklarımız bu enerjinin en fazla yayıldığı uzuvlarımızdır. Bilgimiz, düşüncemiz, inancımız, imânımızla potansiyel olarak bizde bulunan bu enerji boyutlarının kapasitelerini olumlu veya olumsuz yönde artırabilir, yükseltebilir, geliştirebilir, yönlendirebiliriz.

Tahkîkî, yüksek imân bir savunma kalkanı, enerji kalkanı oluşturmaktadır. İmândan oluşacak koruma kalkanı, elektriği geçirmeyen maddeler gibi, beynimizi ve düşüncelerimi sarar ve korur. Yani, yüksek bir imân, manyetik etkilerin dışında kalabilir.

Düşünce, duâ, ibadet, zikir ile büyük bir enerji seli oluştururuz. Yaydığımız bu enerjinin yoğunluğuna göre çevremizin de havasını müsbet veya menfî olarak etkileyebiliriz. Tıpkı, ampulün yaydığı enerjinin voltajına, (wat’ına) derecesine göre aydınlatması, lazerin tedavisi veya radyasyonun olumsuz etkisinin atmosferi etkilemesi gibi hedefe varıp etkilerler.

12.11.2006

E-Posta: [email protected] [email protected]




Abdil YILDIRIM

İnsanları değiştirmek



Hayatımızı devam ettirmek için beslenmeden barınmaya, giyinmeden ısınmaya kadar bir çok mal ve hizmete ihtiyaç duyarız. Hayatımızı kolaylaştırmak için de yine çok çeşitli eşya ve cihazlar kullanırız. Gelişen ve değişen ihtiyaçlara göre, kullanmakta olduğumuz ürünleri de zaman zaman değiştirir, yeni şartlara uygun yeni eşyalar alırız.

Toplumsal hayat da birey hayatı gibi dinamik bir faaliyet olduğundan, sosyal ihtiyaçlar da durmadan değişir. Buna göre sosyal hayatı düzenleyen kuralların değişmesi de kaçınılmazdır. Sürekli değişim ve gelişim olmasaydı, medeniyetler meydana gelmezdi. Onun için değişime ayak uyduramayan toplumlar medeniyetten uzaklaşmaya ve geri kalmaya mahkûmdur.

Uzun yılların birikimi olan yerleşik kuralları değiştirmek kolay olmadığından, toplumsal dönüşümler her zaman sancılı olmuştur. Çok defa da kan ve gözyaşı ile yazılmış faturalar ödenmiştir. Tarihin dönüm noktalarına baktığımız zaman bu acıların derin izlerini görebiliriz.

Millet olarak biz de en az iki yüz yıldan beri değişim sancıları yaşamaktayız. Önce imparatorluğu korumak ve yeniden ihya etmek için yapılan ıslahat ve Tanzimat hareketleri, ardından Birinci Dünya Savaşı, daha sonra milli mücadele ve cumhuriyetin kuruluşu, bu değişimin acıları ile doludur.

Cumhuriyetten sonra ise, inkılâp acıları ve sancıları başlamıştır. Tek parti yönetiminden demokrasiye geçiş çabaları ise, yine büyük acılara sebep olmuştur. Elli yıldan beri de çağdaş demokrasiye geçmek için bazı zihinlerdeki totaliter düşünceyi değiştirme mücadelesi veriyoruz. Bunun için de darbeler, idamlar, mahkûmiyetler ve mağduriyetlerle dolu bir süreç yaşayarak bu günlere gelmiş bulunuyoruz.

Geldiğimiz noktada ise, çağdaş demokrasi ve medeniyet projesi olarak bilinen AB sürecinin sancıları ile kıvranıyoruz. Kopenhag kriterlerini yerine getirmek için anayasamızda ve kanunlarımızda defalarca değişiklikler yapıldı. Sayısını hatırlamakta zorluk çektiğimiz uyum paketleri hazırlandı. Fakat uygulamada fazla bir değişiklik olmadığı için AB tarafından sık sık “Uygulamayı görelim” ikazları ile karşılaşıyoruz. Anayasa değişiyor, kanunlar değişiyor, suç tanımı değişiyor ama uygulama bir türlü değişmiyor. Onun için AİHM’de görevli hâkimimiz Rıza Türmen, son çare olarak “Kanunları değil, hâkimleri değiştirin” diye öneride bulunuyor. Ama hâkimleri de değiştirsek, gelenin gideni aratmayacağından emin değiliz. Onun için kalplerde ve zihinlerde köklü bir operasyon yapmadan çağdaş değişimlere ayak uydurmak mümkün olmuyor.

Toplumsal dönüşümlerin her zaman sancılı olacağını ve uzun bir zaman sürecine ihtiyaç duyulacağını söylemiştik. Tarihte bunun bir tek istisnası vardır. İnsanlık tarihinin gördüğü en büyük değişim, en kısa sürede ve en başarılı bir şekilde, Asr-ı Saadet’te İslâm güneşinin doğuşu ile gerçekleşmiştir. İnsanlığın medar-ı iftiharı, iki cihan saadetinin vesilesi olan Hz. Muhammed (asm) öyle bir değişim gerçekleştirdi ki, en inatçı, en cahil, âdetlerinde son derece mutaassıp ve bedevî bir kavmi, 23 yıl gibi kısa bir sürede medenîlere üstâd eyledi. Bu muazzam değişikliği yaparken de kan dökmedi, kalp kırmadı, dayatma ve zorlamada bulunmadı.

Çağdaş ve medenî bir hayat tarzına uyum sağlamak için yasaları değiştirmek yetmediği gibi, insanları değiştirmek de çare değildir. Kalplerdeki kalıpları kırmak, zihinlerdeki ezberleri bozmak gerekir. Bunun nasıl yapılacağını ise, Asr-ı Saadet modelinde bulmak mümkündür.

12.11.2006

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Bazıları ölünce kahraman oluyor



Ölülerimizi hayırla yâd etmek, güzel âdetlerimizdendir. İnsanların öldükten sonra iyiliklerini söylemek, hayırlı işlerini anlatmak, müsbet yönlerini hatırlayıp nazara vermek, güzeldir, dinimizin emir ve tavsiyeleri de bu yöndedir.

Buradan hareketle insanımız, ölen bir insanın hep iyi taraflarını, övgüye değer yanlarını hatırlar, sohbetler onları dile getirir, bu vesile ile arkasından duâlar ve güzel temennilerde bulunurlar. Ama bunları yaparken, abartılı medihlerden, yapmacık mübalâğâlı övgülerden uzak dururlar. Yani ahirete göçmüş merhuma, aşırı sevgi gösterileriyle ölçüsüz yakıştırma ve medihleri yapmaktan sakınırlar. Çünkü ölçüsüz övmeler, kantarı kaçmış dengesiz methiyelerde bulunmak, ne ölüye, ne de ölünün yakınlarına hiçbir fayda vermez.

Hakikat-i hâl böyle olduğu halde bizim ülkemizde, bilhassa belli bir makama, önemli ve yüksek bir unvana sahip olan insanlar öldükten sonra, bazı çevreler dengesiz övgü yarışlarına girerler. Öyle sıradan insanların ölümü için, böyle bir durum söz konusu değil elbette. Bunlar ne kadar övgülere değer, ne derece hayırlı, iyilik sever, faziletli insanlar da olsalar, o malûm çevreler nezdinde hiçbir kıymet ifade etmez çoğu zaman.

Bu şakşakçı çevreler nezdinde kabul görmek, onların iltifatlarına mazhar olmak için dünyevî bazı rütbelere, makam ve mevkilere sahip olmak lâzım. Hatta çoğu zaman böyle olmak da yetmez, onların dünyalık görüş ve düşüncelerini paylaşmamız lâzım. Onların ideolojilerini benimsememiz gerekir.

Şimdi kendilerine yakın veya kendilerinden saydıkları Bülent Ecevit’in vefatının ardından malum çevrelerin ekranlardan ve gazete sayfalarından söylediklerini ibretle seyrediyoruz ve dinliyoruz.

Kimilerine göre “müstesna bir devlet adamı”, kimine göre “kibar ve dürüst siyaset adamı”, bazılarına göre “gözü kara, saçı kara karaoğlan”, bazılarına göre “gazeteci, şair ve ozan”...

Yarım asra yakın siyasî hayatı olan, Türk siyaset hayatında bir çok icraatta imzası bulunan bu zatın hiçbir kusurunu, hatasını söyleyene rastlamadık ölümünden sonra.

Sağlığında onu yerden yere vuranlar, ömür boyu onunla cedelleşenler, onu habire tenkit edenler dahi şimdi onun eşi bulunmayan özelliklerini, güzelliklerini saymakla bitiremiyorlar. Nerede ise arkasından ağıt yakıyorlar.

Bir insanı sağlığında da öldükten sonra da değerlendirirken ölçülü, dengeli ve insaflı olmak gerekir. Objektif ve tarafsız olmak lâzım. Böyle yapmayıp, ifrat ve tefritlere saparak, kişiyi kendisinde bulunmayan bazı kabiliyet ve özelliklerle göklere çıkarmak; ya da iyiliklerini, faziletlerini görmezden gelerek, onu inandırıcı olmayan tenkitlerle lekelemek insaflı ve dürüstçe bir hareket olamaz herhalde.

Buradan hareketle bizim anlayış ve prensiplerimize göre, ölen kişinin sırf kendisine ait, kendisini ilgilendiren gizli kusur ve hatalarını açıklamak ve bu şekilde aleyhinde konuşmak doğru değildir. Lâkin o kişinin ülkemizi ve milletimizi alâkadar eden hatalarını, kusurlarını söylemekte bir sakınca yoktur.

Bunun için diyoruz ki, ömrünün çoğunu Türk siyaset hayatının önemli kademelerinde geçiren Ecevit’in elbette kayde değer, faydalı icraatları oldu. Bunları elbette takdir ediyoruz. Lâkin Ecevit’in bir de ülkemizin ve milletimizin yararına olmayan, zararına olan faaliyetleri ve icraatları var ki bunların hepsini burada saymak mümkün değil, bir bakıma gereği de yok.

Sözgelimi yetmişli yıllardaki kaoslarda, kamplaşmalarda ve gençlerin yaptıkları kavgalarda Ecevit’in ve onun oluşturduğu siyasî kadronun payını hepimiz biliyoruz. Yine onun hükümet dönemlerinde kendisinden olmayan memur ve bürokratlara yönelik, kanunsuz sürgün furyalarını da, o günleri yaşayan herkes biliyor. Bilhassa o Millî Eğitim Bakanlığı’na getirdiği Mustafa Üstündağ, Necdet Uğur, Metin Bostancıoğlu gibi tamamen ideolojik insanların eliyle yaptığı keyfî ve kanunsuz uygulamaların, yine Ecevit’in bildik mârifetleri olduğunu her insan biliyor. Ecevit’in 27 Mayıs ve 28 Şubat gibi tepeden inmeci dikta uygulamalarına destek vermesi de, onun nasıl bir demokrat yapıya sahip olduğunun iyi bir göstergesi olsa gerek.

12.11.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Hakkın hatırı



Son dönemde cemaat ve tarikatları hedef alan yıpratma kampanyalarında, “içeriden” bazı isimler de kullanılarak, camiada temayüz etmiş, önde gelen simaların hata ve kusurlarını teşhir taktiğine ağırlık veriliyor.

İsmail Ağa cemaati ve Cübbeli Ahmet Hocayla ilgili yayınlarda bunun düşündürücü ve ibretli örneklerini hep birlikte takip ettik.

Bu taktiğin cemaatlerde meydana getirebileceği tahribatı önleyecek en kuvvetli ölçü ve prensibi ise, “Zaman cemaat zamanıdır, bâki bir hakikat fâni şahıslar üzerine bina edilemez” sözleriyle Bediüzzaman gösteriyor.

Zaten onun geliştirdiği hizmet modelinin en orijinal ve dikkat çekici özelliklerinden biri de bu. Şahıs yerine kitabı, indî görüşler yerine ölçü ve prensipleri ikame etmesi; “sadır”dan, yani şahsî kanaatlerden üretilen âfâkî fikir beyanlarını değil, kitaptaki “satır”ı referans gösteren ve istişare ile olgunlaştırılan muhakeme neticelerini muteber ve geçerli sayması.

Risale-i Nur’da, okuyucularını böyle bir düşünce ve muhakeme disiplinine sahip kılmayı öngören yol gösterici izahlar pek çok.

Bediüzzaman evvelâ, eserlerin müellifi ve talebelerinin üstadı olarak şu dersi veriyor:

“Üstadınız lâyuhtî değil; onu hatâsız zannetmek hatâdır. Biliniz kardeşlerim ve ders arkadaşlarım; hatâmı gördüğünüz vakit serbestçe bana söyleseniz mesrur olacağım. Hattâ başıma dahi vursanız, Allah razı olsun diyeceğim. Hakkın hatırını muhafaza için, başka hatırlara bakılmaz.” (Tarihçe, s. 186)

Bu dersin mesajını çok iyi anlamak lâzım.

Bunlar, Üstadda ve Risale-i Nur’da hatâ aramamız için söylenmiyor; hizmetin akışı içinde her hal ve şartta “tahkik mesleği”nin hakkını vermemiz gereğine dikkat çekiliyor.

Aynı bağlamda şu sözler de çok önemli:

“Çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsnüzan edip, tamamını kabul etmeyiniz. (...) Her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. (...) Mihenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalbde saklayınız, bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.” (Münâzarat, s. 31)

Bu sözlerini şu prensiple bağlıyor Üstad:

“Hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Zira hakkın hatırı âlîdir (yüksek), hiçbir hatıra feda edilmemek gerektir.”

Bu prensipler üzerine bina edilen ve herşeyi, hakkını verdiği istişare süreçlerinde bilhassa bu ölçüye göre değerlendirerek manevî hizmetlerini sürdüren ihlâslı ve müstakim bir şahs-ı manevîye, temayüz etmiş ve önde gelen bazı müntesiplerini “ihanet darbeleriyle çürütme” taktiği kolay kolay işlemez.

Çağımızın Kur’ân’a dayalı en güçlü sosyal hareketi olan Nurculuğun, karşıtlarınca en önemli ve öncelikli hedef olarak görülmesinden kaynaklanan en ağır taarruzlara maruz kalmasına rağmen sarsılmadan, aksine daha da kuvvetlenerek yola devam etmesinin sırrı burada. Şahıs yok; hakkın hatırını herşeyin üstünde tutan şahs-ı manevî ve cemaat var.

Allah, hakkı hak olarak bilip ona ittiba ile rızıklandırılan bu şahs-ı manevîden ayırmasın.

12.11.2006

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Siz çektiniz, millet çekmesin...



Soru: “YÖK’ün kuruluş yıldönümünde hiç pasta kesmeyi düşündünüz mü?”

Cevap: “Öğrencilerin bütünüyle mutlu olduğu bir gün inşallah bu pastayı keseriz.”

Üstteki soruya cevabı veren YÖK’ün Başkanı Prof. Erdoğan Teziç…

Sonuç: Demek ki, öğrenciler mutlu değil. Peki öğrencileri kim mutlu edecek? Bunu söyleyen kişinin başında olduğu kurum…

*

“Aslında ben de YÖK mağduruyum. 7 yıl asistanlık yaptım. Ardından YÖK, asistanlığın usûllerini değiştirdi. Üniversite de, ‘Sizi atacağız’ dedi. Öyle bir engelle karşılaştım, ama sonunda aşıldı… Sayın Başkan Erdoğan Teziç de YÖK’ten çok çekti. Ama kaderin cilvesi şimdi buradayız.”

Bu sözleri söyleyen de, YÖK Başkanvekili Prof. Dr. İsa Eşme…

Peki, şimdiki YÖK de bazılarına çektiriyor mu? Çektiriyor. Çektirmeyi bitirecek kurum neresi? YÖK…

*

“Kurul ihtiyaçlara uygun hızlı ve zamanında çözümler üretemiyor. Çalışma tarzının getirdiği zorluklar vardır. Enerjisini, yetkisini ağırlıklı olarak yerinde kullanmadığı tesbitine katılıyorum…”

Bu cümleyi söyleyen ise, YÖK üyesi Prof. Dr. Halis Ayhan…

Çözüm üretilmesini kim engelliyor? Çözümü üretecek kim? YÖK…

*

Aslında bütün bu soruların cevaplarını Üniversite Öğretim Elemanları Dayanışma Derneği Başkanı Prof. Dr. Şefik Dursun’un şu sözleri açıklıyordu: “Son yıllarda üniversitelerde siyaset ve ideolojiden başka bir şey konuşulmuyor. YÖK ve rektörler öğretim üyeleri üzerinde baskı oluşturuyor. Hocalara, ‘Araştırmaları bırakın’ diyen rektörler gördük…” (Zaman 7 Ekim 2006)

İşte temel sorun burada yatıyor. Eğer üniversitelerde siyasetten başka bir şey konuşulmuyorsa, YÖK de çözüm üretemez. Kendileri çektiği gibi, kendilerinden sonra gelenlere de çektirir, öğrenciler de mutlu olamaz… Bu anlayışla Türk üniversiteleri dünyadaki ilk 500’e giremez…

***

Bütün bunlardan sonra, Ankara kulislerine yansıyan üç haberi “yorumsuz” aktarmak istiyorum: Malûm, Erdoğan Teziç’in görev süresi, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in görev süresinden kısa bir süre sonra doluyor. Yeni YÖK Başkanı’nı Sezer değil, yeni Cumhurbaşkanı’nı seçecek? Buna nasıl engel olunacak? İşte senaryo: “YÖK tarafından üniversite rektörlerine açılan soruşturmalarda dikkat çekici bir artış gözleniyor. YÖK’ün hakkında soruşturma başlattığı üniversite rektörü sayısı 24’ü buldu. Bunun YÖK’ün tarihinde bir rekor olduğu da kaydediliyor… Plân devrede: Soruşturma sonucunda, pek çoğunun görev süresi 2008 yılına kadar devam edecek olan rektörlerin görevlerinden alınması ve Cumhurbaşkanı Sezer’in görev süresi bitmeden bu üniversitelere yeni rektörler atanmasının amaçlandığı iddialar arasında. Öne sürülen plana göre, atanacak rektörler 2011 yılına kadar görevde kalacak ve bu süre bitimine kadar yeni seçilecek Cumhurbaşkanı söz konusu üniversitelere müdahale edemeyecek…” (Yeni Şafak-2 Kasım 2006)

“Eğer YÖK Başkanı Sezer’in görev süresi dolmadan sağlık nedeniyle istifa ederse, bu durumda yeni YÖK Başkanı’nı yine Sezer’in seçme olanağı sağlanıyor. Ayrıca bazı kritik üniversitelerin rektörleri de benzeri bir yöntemle belirlenebilecek. (Fatih Çekirge, Hürriyet, 1 Ekim 2006)

Gerçi, Teziç bu senaryoları yalanmış: “Niyetim olan hiçbir şeyi gizlemedim, size hep açık olmaya çalıştım. Onun için haber değeri olanlarla ilgili bir şey varsa onu size açıklarım” demiş…

“YÖK eski Üyesi Alparslan Işıklı, Çankaya Köşkü’nde Cumhurbaşkanı Sezer’e ‘Yeni YÖK Başkanı’nı göreviniz dolmadan atayın’ ricasında bulundu. Sezer, ‘Başkan normal süreç içinde atanacaktır” cevabını verdi” (Sabah, 2 Kasım 2006)

***

6 Kasım 1981’de yayınlanan 2547 sayılı yasayla kurulan, başta öğrenciler olmak üzere “hemen herkesin, her kesimin” karşı olduğu YÖK’ün geçtiğimiz hafta başı 25. doğum günüydü…

Kuruluş yıldönümü sadece eylemlerle kutlanan YÖK’ü değiştirmeye hiçbir hükümetin gücü yetmezken, YÖK şimdi kendini değiştirmek için Yükseköğretim Strateji Taslağı hazırlıyor. Taslağın bazı bölümleri basında da yer aldı. Biz göremedik, ama acaba bu taslağın içinde “YÖK’ün kendini kapatması var mı?” bilemiyorum.

Bir ihtilâl ürünü olan YÖK, kurulduğu günden beri hep tartışıla geldi, halen de tartışılıyor ve tartışılmaya da devam edecektir. Tartışmanın odağında kurulun temel insan haklarıyla, milletimizin temel değerleriyle kavgalı olduğudur.

Eğer YÖK, kendini yenilerken bu eleştirileri dikkate alır, toplumun tüm kesimlerinin konsensüs içinde olacağı bir şekilde yapılanabilirse ne alâ… Bu da çok zor görünüyor. Burada hükümete düşen yeni bir reform hazırlayarak, üniversitelerimizi özgürleştirmenin yolunu bulmaktır.

Haydi hayırlısı…

12.11.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

İnsanoğlu neredesin?



Tescil edilmiş, bilinen gerçekleri bir defa daha tekrarlayarak başlayalım: Küfür devam eder, zulüm devam etmez.

İsrail’in Filistin’de yaptığı her katliâm sonrası bu tesbiti hatırlıyor ve hatırlatıyoruz. Aslında İsrail’in yaptıklarını anlamak ve anlatmak imkân haricinde. Her gün keyfî bir şekilde çoluk çocuk, kadın erkek demeden Filistinlileri katlediyor. Filistin’den gelen katliâm ve ölüm haberleri, maalesef ‘sıradan’ hale geldi. Allah aşkına düşünelim: İsrail’in Filistinlileri bombalamadı, öldürmediği, katletmediği, zulmetmediği bir gün var mı?

Son katliâmı ele alalım: (Her ne kadar ‘son katliâm diyorsak da, bu yazı yayınlanmadan yeni bir katliâma daha imza atabilirler!) İsrail, (her zaman olduğu gibi) “Askerlerimize roket atıldı” gerekçesiyle Gazze’de bir mahalleyi yerle bir etti. Uykularında bombalara hedef olan 10’u çocuk 19 Filistinli öldü. katliâm sonrası İsrail, “Soruşturma başlattık” demekle yetindi.

Peki, dünya barışını temin için kurulduğu ilân edilen Birleşmiş Milletler (BM) ne dedi? Onlar da katliâm karşısında “derin kaygı ve şok duyduklarını” açıkladılar. İnsanlık dışı katliâm sonrası “İnsanoğlu neredesin?” diye sorarak belki de en güzel değerlendirmeyi Vatan gazetesi yaptı. (9 Kasım 2006)

İsrail’in zulmü ve katliâmları karşısında başta Amerika ve BM olmak üzere sessiz kalan ‘dünya’ya ne kadar kızsak haklıyız. Ancak, daha da fazla kendimize, Türkiye’yi ‘idare edenler’e ve İslâm ülkelerine kızmamız gerekmez mi? İslâm ülkelerinın sıkıntılarının olduğunun tabiî ki farkındayız. Aynı zamanda yöneticiler ile vatandaşlar arasında bir uyumsuzluk yaşandığı da gerçek. Buna rağmen, zalimlere karşı ‘buğz’ etmemiz ve ihlâslı duâlarımızla mazlûmların yanında olduğumuzu her zaman ve her yerde göstermemiz gerekmez mi? Tepkilerimizi, sıralı ilişkilerle Türkiye’yi idare edenlere ulaştırmamız ‘vazife’lerimiz arasında yer almıyor mu? “Türkiye’yi idare edenler”e, katliâmlar sonrası sadece ‘demeç’ vermekle bu işlerin hallolmayacağını birileri hatırlatmalı değil midir? Mutlaka zorlukları vardır, ama İslâm Konferansı Teşkilâtı’nın (İKÖ) bu konuda daha aktif olması gerekmez mi?

İsrail’in yaptığı zulümlere ve katliâmlara artık İsrailliler de karşı çıkıyor. Tel Aviv’deki İsrail Savunma Bakanlığının önünde toplanan İsrailli eylemciler “Savaşı durdurun” pankartları açmış. İsrailli solcu milletvekilerinden, Meretz Partisi Başkanı Yossi Beilin, “İsrail’in ödeyeceği ahlâkî ve diplomatik bedel, böyle bir operasyonun getireceği her türlü başarıdan daha yüksek olacaktır. Hükmet askerî faaliyetleri durdurmalı ve tam ateşkes için görüşmelere başlamalı” denmiş. (Vatan, 10 Kasım 2006)

Ama katliâmlarla beslenenlerin bu çağrıya müsbet cevap vermelerini beklememek lâzım. Her defasında barış için adım atan taraf Filistin oluyor ve bu adımı durduran da İsrail. katliâmları ‘teknik hata’ diye savunan İsrail, 5 ay önce de 8 çocuğu füzelerle katletmişti. Gerekçe, maalesef yine aynıydı: ‘Teknik hata!’ Dikkat çekilmesi gereken bir nokta da, her iki saldırının da Filistin cenahının barış için adım atmasından sonra gerçekleşmiş olması. Son bir haftada Gazze’de 69 sivil masum öldürülmüş durumda. Özetin özeti: İsrail, barış istemiyor ve varlığının devamını ‘savaş’ta görüyor...

Küfür devam eder, zulüm devam etmez. İsrail ve her kim olursa olsun destekçileri kaybetmeye mahkûmdur. Onlar, yaptıkları katliâmlarla zaten insanlık vicdanında kaybetmiştir. İnşallah diplomaside de kaybedecekler...

12.11.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Stratejik arayış



ABD’de yapılan ara seçimler Bush yönetimine değişimi dayattı. O da emr-i vakiyi gördü, yeni siyasî iklime alışmaya çalışıyor. Değişim kaçınılmazdı ve gerçekleşti, ama mahiyeti ne? Rumsfeld bile, Irak’ta işlerin beklenilenin tersine iyi gitmediğini itiraf etti. Etmese ne yazar, o da ayrı konu. Değişimin mahiyetiyle ilgili iki görüş var. Bush yönetiminin politikacıları değişti, ama politikası değişmedi. Bush yönetiminin hem politikacıları, hem de politikası değişti. Tezlerden birine göre kısmî, diğerine göre küllî değişim var. Esasında seçim yenilgisinin ardından Rumsfeld’in gitmesi ve yerine Robert M. Gates’in gelmesi, zaten apaçık siyasetçi neslinin veya profilinin değiştiğini gösteriyor. Bu da iyi analiz edilmeli. Neoconlarla birlikte aslında oğul Bush’un kadrosu gitti, baba Bush ile Scowcroft’un kadrosu veya adamları gelmiş oldu. İlk günden beri iki ekip arasında bir dalaş vardı zaten. Neoconların ideolojisi, Leo Strausse’dan mülhem olarak realizm idi, ama kendileri realist değillerdi. Baba Bush’un adamları ise, reailst olmakla birlikte, realizm ideolojisine bağlı değillerdi. Realist olmakla realizm arasında dağlar kadar fark var. Oğul Walker Bush, seçim yenilgisi almasaydı, herşeye rağmen Rumsfeld’i yerinde tutacaktı. Vazgeçme niyeti yoktu. Seçim öncesindeki konuşması da buna delalet ediyor. Ne var ki, seçim yenilgisiyle birlikte, içeriden ve dışarıdan kurban isteyenlerin iradesine karşı gelememiştir. Cheney’in de seçim yenilgisine rağmen makamında kalması için yalvarması ve iltiması da boşuna gitmiş. Rumsfeld de istemeye istemeye, daha fazla Bush’a yük olmamak için iktidar dışına çıkmayı kabul etti. Irak direnişinin iradesi Amerikan iradesinden yenilgi de Bush’un iradesinden güçlü çıktı. Oğul Bush’un adamlarının bir kısmı Douglas Feith gibi skandallarla, Rumsfeld örneğinde olduğu gibi, diğerleri de seçim yenilgisiyle birlikte gitti. 6 yıl sonra Bush idaresi tuz-buz oldu..

***

Rumsfeld, orkestra şefliğini yaptığı Irak politikalarının değişmemesi yönünde inatçı bir şekilde kuvvetli bir irade ortaya koyuyordu. Bu Irak politikasının diplomatik yönü, Rice gibiler aracılığıyla yumuşatıldı. Şimdi pragmatik kişiliğiyle bilinen halefi Irak politikasını askerî olarak da tadil edecek ve yumuşatacaktır. Rumsfeld’le birlikte neredeyse eski ekipten eser kalmamıştır. Baba Bush’un adamları her yerde. Eski CIA direktörü Gates, Baker’la birlikte çalışan ekipten. Bu ekipte, baştan beri Neocon ekibe karşı çıkan Amerikan-Türk İlişkileri Konseyine başkanlık etmiş Brent Scowcroft da var. 1 Mart Tezkeresi meselesini takıntı haline getiren Rumsfeld’in Pentagon’dan gitmesi ile, Pentagon eksenli olarak devam eden Türkiye-ABD soğukluğunun yeni dönemde aşılacağını Scowcroft ekibinin kazanmasıyla sembolize edenler de var. Ama hiçbir şey, tam eskisi gibi olmayacaktır. Eski ile yeninin harmanlanması suretiyle yeni bir sentez kazanacaktır. Gates, aynı zamanda Irak Çalışma Grubu’nun da bir parçası. Bu grup Irak tıkanmasına yeni bir yaklaşım getirmek ve yeni bir yön (direction) vermek istiyor. Ne ilginçtir, Demokrat Parti’ye seçim kazandıran ve Temsilciler Meclisi Başkanı (Çoğunluk Lideri) olması beklenen Nancy Pelosi de new direction yeni bir yön ve eğilim sloganlarıyla Cumhuriyetçileri devirmiştir. Dolayısıyla yeni dönemin alamet-i farikası, başta Irak politikası olmak üzere değişimdir. Ve bu aynı zamanda bir tercih olmayıp şartların dayattığı bir mecburiyettir. Katılık gitmiş yerine esneklik gelmiştir. Rumsfeld ve Cheney ikilisi esneklikle alay ediyor ve sertliğe selâm duruyorlardı. Bu yönüyle Amerikan nobranlığını temsil ediyorlardı. Hatta alayvari bir şekilde Hariciyeye ‘Deparment of Nice/kibarlık vekaleti, bakanlığı’ adını takmışlardı. Aşağıladılar, ama aşağılanarak da gittiler.

***

Yeni ABD Genelkurmay Başkanı Orgeneral Peter Pace, ordunun Irak’ta bir yön değişikliğini incelemekte olduğunu ilan etti. Orgeneral Pace, Amerikan CBS televizyon kanalına verdiği demeçte, neyin iyi gittiğini, neyin kötü gittiğini, ilerlemeleri nelerin engellediğini ve değiştirilmesi gerekenleri incelemeye ihtiyaçları olduğunu ve bu bağlamda Dışişleri eski Bakanı James Baker ile eski parlamenter Lee Hamilton başkanlığındaki Irak Özel Komisyonu’yla görüşeceğini de hatırlattı. Irak Özel Komisyonu’nun müteakip haftalarda ABD Başkanı George Bush’a Irak’taki strateji değişiklikleriyle ilgili tekliflerde bulunması bekleniyor. Bush da stratejik yenilgiyi dolayısıyla yenilenmeyi kabul ederek, yeni Savunma Bakanı Robert Gates’i ‘kabiliyetli bir yönetici’ ve ‘değişimin temsilcisi’ sözleriyle övmüştür. Bush yeni bir bakış açısına ihtiyaçları olduğunu ve bunu da Gates’ın temsil ettiğini ifade etmiştir. Seçim yenilgisinden sonra “Irak’ta her türlü öneri ve teklife açığım” demişti. Bununla birlikte, geçmişte Kontra skandalına bulaşmış olan Gates’i yanlış adam olarak görenler de var. Irak politikasını ılımlılaştırmak için göreve getirilen Gates, Soğuk Savaşın şahinleri arasında yer alıyordu. 11 Eylül şahinlerinden Casey de onun akıldânelerinden idi. Bush gibi, o da değişime mecbur kalmış olabilir.

Rumsfeld sonrasında tartışılan meselelerden birisi, Bush’un seçim yenilgisinin Irak direnişinin zaferi olup olmaması. Bir ikincisi de, İranlıların umut ettiği gibi, Amerikan seçmenleri İran’a yönelik askerî bir harekat için Bush yönetimine kırmızı kart göstermesidir. Yeni dönem bu soruların cevabını da beraberinde getirecek...

12.11.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habip FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004