Garipliklerimiz, tuhaflıklarımız bizi zaman zaman gülünç durumlara sokuyor. Yanlış duruşlarımız, açık seçik tutarsızlıklarımız bizi çoğu zaman mahçup ediyor, hiç de hoş olmayan hallere sokuyor.
Bilerek veya bilmeyerek işlediğimiz kusur ve hatalarımıza habire kılıflar buluyor, inandırıcılıktan uzak, olmadık izahlar getiriyoruz. Halbuki merdâne durup, tekellüflü izah ve yorumlara sapmadan, beşer olmamız hasebiyle işlediğimiz günah ve hatalarımızdan dolayı Allah’a sığınsak; sonra da çevremizdeki insanlara yanlışlarımızı, vartalarımızı doğru imiş gibi lanse etmekten vazgeçsek, en doğru olanı, en mantıklı olanı yapmış oluruz.
Gelin görün ki çoğu zaman böyle bir tavrı sergileyemiyoruz. Bu noktada bazan korku ve zaaflarımızın, bazan heva ve nefsimizin, bazan da gizli niyet ve hislerimizin esiri olmaktan kurtulamıyoruz.
Söz gelimi okumak için hiç çekinmeden örtüsünü çıkaran ve oldukça da mütedeyyin görünümlü bir çok genç kızımızın ilk yaptıkları savunma; “Okumayıp da meydanı onlara mı bırakacağız? İnşallah okulumu bitirip, iş sahibi olunca kendimi hizmete vereceğim”dir. Okulunu başı açık bir şekilde bitiren ve tabiî bu süre zarfında belki de farkında olmadan iyice örtüsüzlüğe alışan bu kızlarımızı iş hayatında izlediğimizde, daha da dekolte kıyafetlerle, gayet rahat ve serbest bir şekilde işine gidip geldiğini üzülerek görüyoruz.
“Okumayıp da meydanı onlara mı bırakacağız? Okuyup belli bir makama geldikten sonra dine hizmet edeceğiz” parolasıyla yola çıkan sözde dindar kızlarımızın bu vartalarının bir nefs-i müdafaa, bir avuntudan öteye bir şey ifade etmediğini herhalde kendileri de görmüş oldular.
Tabiî bu tuhaflık, bu gariplik hali, yalnız hanımlarla sınırlı değil. Bu meyanda dindar görünümlü bir çok erkek ehl-i dinin de böyle tuhaf hal ve tavırlarının var olduğunu görüyoruz. Bu noktada devlet kapısında çalışmayı iş edinen ve bilhassa gözü kulağı daha yüksek makam ve mevkilerde bulunan ehl-i din insanlar, inançlarını yaşama noktasında öyle tuhaf tavizlere, hiç de hoş olmayan tavırlara giriyorlar ki, onlar ve manevî değerlerimiz adına üzülmemek elde değil. Laik ve çağdaş görünmek için, daha doğrusu güç odaklarının gözüne girip, onların rızalarını almak için olmadık rollere soyunan bu makam-mevki sevdalılarının bu halleri, hem kendi adlarına, hem de kudsî değerlerimiz adına acı bir durumdur. “Belli mevkilere geldikten sonra dine hizmet edeceğiz” anlayışıyla hareket edenlerin, özlemini çektikleri makamlara geldikten sonra da makam ve mevkilerini muhafaza edebilme uğruna verdikleri tavizler ve sergiledikleri tuhaf hal ve tavırlar tam da evlere şenlik.
Evet dünyevî makam ve mevkilere düşkün olanların, ister istemez değerleri makamlarına âlet etmek zorunda kalacaklarını Bediüzzaman yıllar öncesinden haber veriyor. Ve ayrıca dünyanın cam şişeler kıymetindeki basit, âdî değerlerini, uhrevî hayatın elmas değerindeki papa biçilmez değerlerine bilerek ve seve seve tercih edeceklerini haber veriyor Bediüzzaman. Âyet-i kerimede de insanların bilerek ve severek dünya hayatını, ahiret hayatına tercih edeceklerini haber veriyor Yüce Allah.
Bu fanî ve geçici dünyanın geçici ve aldatıcı makam ve mevkileri uğruna veya dünyevî bazı maddî imkânlara kavuşmanın hatırına, ebedî ahiret hayatımızı riske sokacak, tehlikeye atacak hal ve hareketlere, taviz ve tavırlara girmenin bir faydası, bir mantığı olur mu?
Hiçbir sebep, hiçbir durum kudsî değerlerimizden, dinî yaşantımızdan taviz vermemizi haklı kılmaz. Bu sebepler, bu bahaneler dünya hayatımızı alâkadar eden sebepler ise, bir nevî “takiyye” mânâsına gelen hakikî kimliğimizi, gerçek niyetimizi gizlemenin hiç mi hiç gereği yok. Zaten bu gibi yanlış duruşların, hiçbir faydası da olmuyor. Kendimiz için inandırıcı olmayan yanlış ve tutarsız duruşumuz, hasımlarımızca da kabul görmediği gibi, onlara bir nev'î cesaret vererek, daha saldırgan ve acımasız bir hal kazandırıyor.
19.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|