Osmanlı’nın, tebşir-i Nebevîye (asm) mazhar olduğu zamanlarmış.
Haşmetli Hünkâr, babasının kendisi adına yaptığı feragati, kendisi de oğullarından birisi için yapmayı düşünüyor ve ahir ömrünü âsûde bir menzilde geçirmek istiyormuş.
Bu maksatla bir gün mimarbaşını huzuruna çağırmış. Sarayın muaşeret âdâbına riayet ederek gelen mimarbaşını sultan şatafatıyla değil, insan sıfatıyla karşılayıp ağırlamış.
Sultanın bu samîmî hâllerini hayretle seyreden mimarbaşı, arkasından nasıl bir hareketin geleceğini merak ederken, o günlük harcırahından ayırarak biriktirdiği altın akçelerin bulunduğu keseyi önüne koymuş, bazı gizli talimatlar vermiş ardından da kapıya kadar teşci etmiş.
Padişahın şifahî talimatını hıfzeden mimarbaşı saraydan çıktıktan sonra, önce bir eskici dükkânına uğramış, ardından evine gitmiş. Bir süre sonra da orta halli bir köylü kıyafeti içinde evden ayrılmış ve ağzından, selâmdan başka kelâm çıkmadan şehri terk etmiş.
Âsûdeliği her basiret sahibi göz tarafından ilk bakışta fark edilebilecek kadar âşikâr olan yeri bulmakta pek zorluk çekmemiş. Padişahın burayı seçmesindeki hikmeti pek anlayamamış ama kaybedecek zamanı olmadığından, etrafı şöyle bir gözden geçirmiş.
Durduğu yerde kıbleye doğru dönüp altmış adım yürümüş. Daha ayaklarını birleştirmeden şirin bir su şırıltısı duyunca ferahlamış. Hemen çizgiler çekmiş, kazıklar çakmış, ipler germiş ve işe başlamış.
Gün boyu yoldan hiç kimse geçmemiş. Akşam üzeri işinden dönen köylüler onu fark edip hâliyle hallenmek istemişler ama onlara da yalnız selâmla mukabele etmiş ve günü çalışarak bitirmiş.
Fecir vakti o daha ibadet, tesbihât ve evratla meşgulken bir grup köylü omuzlarında taşlarla çıkagelmişler. Onun huşuunu ve huzurunu bozmamak için taşları sessizce oraya bırakıp gitmişler. Onları başka köylülerin benzer hareketleri takip etmiş.
Güneş doğmadan önce işe başlamaya hazırlanan mimarbaşı, inşaat sahasının kenarında temeli dolduracak kadar taşın biriktiğini, yanında da birkaç köylünün beklediğini görünce şaşırmış ve yanlarına gidip meramlarını sormuş.
“Bugün işimiz yoktu. Ne yaptığını bilmiyoruz ama sana yardıma geldik. Her gün işi olmayanlardan birkaç kişi gelecek” demişler.
Mimarbaşı, önceden tahmin edemediği bu hâl karşısında bir müddet düşünmüş. Kendisine verilen gizli talimatın şartlarını ihlâl etmemek için onlara yolun kenarında tâli bir iş vermiş ve asıl işine devam etmiş.
Akşam üzeri, bu tenha yolda akıncı kıyafetli, rahvan atlı bir yolcu fark edilmiş. Yorgun argın işten dönen köylülere yetişen akıncı; onların, omuzlarında taşıdıkları ağır taşlara ve uzun ağaçlara bir mânâ verememiş.
“Hâliniz yorgun, yükünüz ağır. Bunun sebebi nedir ağalar?” demiş.
“Köyümüzün yakınında inşaat başlamış, oraya götürüyoruz” demişler.
“Ne yapılıyormuş?” diye sormuş.
“Herhalde cami” demiş onlar da.
O zamanlar bir yer ahalinin iskânına açılmak istendiğinde, önce oraya devlet eliyle yol, çeşme, cami, mektep gibi temel müesseseler yaptırıldığından akıncı bu tahmini cevabı pek yadırgamamış.
Lâkin bunun, ahalinin yapılmasını beklediği bir hizmeti ifade ettiğini düşünerek zihnindeki plânın bir yerine istifham işareti koymuş ve koşumlu atını mahmuzlamış.
Biraz ilerde, hâllerinden ve taşıdıkları eşyalardan, şehirden döndükleri anlaşılan bir grup köylüye daha rastlamış. Selâmdan sonra bu kireç, demir, tahta, kalas gibi malzemeleri nereye götürdüklerini sormuş.
“İleride bir garip, inşaata başlamış, ona götürüyoruz ” demişler.
“Sizden bunları o mu istedi?” demiş merakla.
“O nasıl söz, bey?” diye çıkışmış biri. “İstenildikten sonra yapılan yardımdan kime hayır gelir?”
Diğer köylülerin de hâl ve hareketleriyle buna benzer kanaatler izhar ettiklerini görünce, zihnindeki plânın belli yerlerine birkaç nokta daha koymuş ve müsaade isteyip ilerlemiş.
Yol boyunca, bir şeyler taşıyan başka gruplarla da karşılaşan akıncı, onlardan da oraya ne yapıldığını sormuş. Kiminden mektep, medrese, imaret; kiminden tabhane, hastahane, yetimhane; kiminden de han, hamam, kervansaray gibi cevaplar almış.
Hepsine, “Allah hayrınızı kabul buyursun” diye duâ etmiş.
Ahâlinin bu sehavetini, muavenetini, himmetini, gayretini gördükçe ilk kararından vazgeçmemekle birlikte zihnindeki plânda amme menfaatine matuf başka değişiklikler de yapan akıncı, mânevî mahiyeti sadece kendince mâlûm menziline gelmiş ve bir yapılan işe, bir çalışan başa bakmış.
“Bu ne sür’at mimarbaşı?” diye seslenmiş.
Üç-beş arşın uzunluğundaki ve birkaç kulaç derinliğindeki temel çukurunun içinde tek başına kan-ter içinde çalışan mimarbaşı, sesi duyduğu anda toparlanmış.
“Teb’anız sür’atli, padişahım” demiş. “Nefsinden çok milletini düşünen ve eli boş bir adım bile atmayan bir millete iş mi dayanır?”
“O halde bizim de kendimizden ziyade millet için çalışmamız iktiza eder.”
“Beli, hünkârım.”
“Madem öyle hemen inşaat sahasını genişlet ve buraya cami, mektep, medrese, tabhane, hastahane, yetimhane, imaret, han, hamam, kervansaray, aş evi, iş evi gibi müştemilattan müteşekkil bir külliye inşa et. Nefsimizi terbiye etmek için yaptırmayı düşündüğümüz inzivahaneyi de türbeye tahvil et.”
“Ferman padişahımındır.”
Böylece, milletin himmeti ve devletin hamiyeti sayesinde, Osmanlı medeniyetinin temelini teşkil eden külliyeler bütün müştemilâtıyla teşekkül etmeye başlamış.
Padişah, milletine müteşekkir ve kararından memnun bir hâlet-i ruhiye içinde şehre dönerken, yaşlı bir çınar ağacının dibinde uyuyan ihtiyarı görünce, hâlini merak edip yanına sapmış.
O yaklaştıkça ihtiyar başını yavaş yavaş taştan kaldırmış; korkulu, heyecanlı ve ürkek bir nazarla etrafını süzmüş. Karşısında heybetli bir Osmanlı akıncısı görünce sakinleşmeye başlamış.
Yabancı birinin geldiğini gören ihtiyar toparlanmaya çalışırken, yanına varıp oturan padişah, onu önce telâşlandırıp sonra sakinleştiren hâli iyice merak ederek |