Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 25 Kasım 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Davut ŞAHİN

"Bu adam"



Atilla Yayla… Bu günlerde sıkça gerek yazılı basında, gerekse sözel ve görsel basında ismi geçen bir ilim adamı...

Bir "lâf" etti, hayatı değişti.

Ne dedi?

Şunu:

"Bu adam!"

Kime?

Atatürk'e…

Başka?

"Kemalizm gerilemeye tekabül eder."

Vay sen misin bunu diyen? Vur abalıya!

Hürriyet gazetesi yazarlarından Emin Çölaşan da bu konuyu köşesine taşıdı. Yayla'nın kendisini aradığını ve aralarındaki konuşmayı "kendine yontarak" sütununa taşıdı.

Çünkü, Yayla Çölaşan'ı bir televizyon kanalında tartışmaya çağırıyor ve "hodri meydan" diyor.

Çölaşan ne yapıyor? Vazifesini…

Yayla'nın bir de teklifi var Çölaşan'a:

"Sizin köşenizde bir gün ben yazayım, bir gün siz yazın."

"Karşıma isterseniz 8/10 kişi çıkın. Benim yaptığım şövalyeliktir. Geçin karşıma. Kolaysa beni perişan edin."

Çölaşan'ın böyle bir teklifi kabul etmesi zaten mümkün değil.

Çünkü, jakoben zihniyetin kalan son temsilcilerinden…

Çünkü bu memlekette ifade özgürlüğüne tahammül edemeyecek kadar tahammülsüz. … Mümkün olsa yağlı ilmekle asacaklar ya… Ne yazık ki(!) özlemle andıkları o devirler geride kaldı.

KÜÇÜK PAZAR!

Gerçi daha önce de benzer haberler yapıldı. Ama bu tür haberler sık sık verilmeli. Millete teşhir edilmeli.

İstanbul'un bilinen mekânlarından Sulukule'de çocuk yaştaki kızların, fuhuş yaptığı söylenmiş, görüntülenmişti. Polis baskınlarından sonra dağıtılmıştı. Yıllar sonra, bu "problem" gizliden gizliye birikti… Demek, yine benzer rezaletler gün yüzüne çıktı.

Haber Özel yine toplumsal bir sorun olan "Fuhuş" sorununa el atmış. Görüntüler korkunç. Anne ve kızı muhataplarıyla adeta "pazarlık" yapıyor.

Mesele şu;

Toplumu içten içe kemiren bu "yara" nasıl bu hale geldi veya getirildi?

Haber Özel'i (Show TV) kutluyorum.

Ancak bir "yara" daha var ki, bazı anneler çocuklarını meşhur edebilmek için kendi elleriyle bataklığa itiyor. Çocukları film ajanslarına veriyorlar. Yahut genç kızlarını manken ajanslarına vererek, geleceğini karartıyorlar.

Bunun için gizli kameraya filan da gerek yok. Her şey aleni oluyor.

Toplum mühendisleri "milleti" cetvelle yönetmeye kalkarken, maneviyat yönünü özellikle ihmal etti.

Ortaya çıkan tablo onları memnun etti mi bilemeyiz.

Ama manzara dehşet verici boyutlara ulaştı.

Sosyal açıdan ne hale geldiğimizi görmek için son bir ay içinde gelişen olaylara bile bakmak yeterli.

Bizi bu hâle getirenler utansın!

25.11.2006

E-Posta: [email protected]




Hasan YÜKSELTEN

İmaj devri



İzlemeyi düşündüğüm filmleri önceden inceleyen ve film hakkındaki yorumları okuyarak fikir edinmeye çalışan birisi olarak yakın zamanda seyretmeyi düşündüğüm bir film hakkında internetteki yorumları okurken, imaj ve şekil devrinin gerçekliğiyle bir kez daha yüz yüze gelmiş oldum. Zira bir animasyon filmi olan bu filmi yorumlayanların hemen hemen tamamı filmin muhtevasından, verdiği mesajdan, konudan bahsetmeden sadece animatörlerin ne kadar farklı tipler çizdiğinden, efektlerin ne kadar sahici olduğundan, tiplemelerin ilginçliğinden yani muhtevadan ziyade şekille ilgili şeylerden bahsediyorlardı.

Yine yakın zamanda gazetede okuduğum bir haberde, Tayland’da darbe yapıldığından ve darbecilerin darbeyi sevdirmek amacıyla genç kızları bildiri dağıtmak için kullandıklarından bahsediliyordu. İnsanların büyük çoğunluğunun artık tamamen görüntüye önem verdikleri bir zamanda, değerli bir yazarın ifadesiyle günümüz ‘cilâlı imaj devri’nde, darbelerin bile belli bir imajla sunulmaya çalışılması hiç de anormal olmasa gerek.

Günümüzde insanın değeri bile imajıyla ölçülür hale gelmiştir maalesef. Artık muhtevadan çok görüntüye, karakterden çok imaja önem verince, bir insanın değeri saç kesimiyle, kıyafetinin markasıyla, gittiği eğlence mekânlarıyla, kullandığı cep telefonuyla ölçülmeye başlandı. Resimler bile sahici olmaktan uzaklaşmış, fotomontajla düzeltilerek kendisi olmaktan çıkmış bir haldedir artık. Hatta bunun da ötesinde gerçek yüzler fotomontajlanmaya başlanmış, estetiksiz makyajsız, maskesiz dolaşılmaz olmuştur.

Mark Twain’in Eskimo Kızın Hikâyesi adlı eserinde, Eskimo kız Lasca, sabunun ne olduğunu bilmeyen kabilelerinin, yabancılar sabunu ilk getirdiklerinde bundan hoşlanmadıklarını, ama kabiledeki biri sabun yemeği moda haline getirince kabilede hali vakti yerinde olan her Eskimo’nun sabun alıp yemeğe başladığından bahseder.

İmaj devrinin insanları da sanki moda olduğu için sabun yiyen Eskimolar gibiler. Aynen Eskimo’da olduğu gibi, günümüzde de imaj yapmak adına en olmadık şeyler normal karşılanabiliyor. Moda adı altında yayılan saçma sapan kıyafetlerin birçok insan tarafından tercih edilmesi, evlerin gösteriş adına gereksiz eşyalarla donatılması, göz önünde bulunan birinin saç modelinin, hatta konuşma ve tavırlarının ertesi gün milyonlar tarafından taklit edilmesi, vs., Eskimoların moda diye sabun yemelerinden daha saçma değil mi? Farz olan tesettürü sağlarken bile imaj kaygısına düşülüp özellikle belli markaların tercih edilerek tüketilmeye çalışılması ve bu yolda imaj yapmaya çalışırken haram olan israfa düşülmesi ne kadar mantıklı bir davranıştır acaba? En iyi, her zaman en moda olan, en pahalı olan ya da en marka olan mıdır meselâ?

İmaj devrinin etkilediği en önemli alanlardan biri de ailedir. İmaj devriyle birlikte mesken olmaktan çıkıp konut haline gelen evlerimizde sükûnet bulmak yerine huzursuzluklar hâkim olmaya başlamıştır artık. Zira kelime anlamıyla mesken, sükûnet bulunan yer anlamına gelirken konut, konulan yer anlamını çağrıştırmaktadır. Eskinin meskenlerinde sükûnet ve huzur bulmak için vakit geçiren insanlar, imaj devriyle birlikte huzuru evin dışında aramaya başladığından beri, meskenler de konup geçilecek, otel gibi kullanılacak mekânlar, yani konutlar haline geliyor. Evlerinde aile fertleriyle huzur içinde yaşayan insanların yerini sadece kalınmak zorunda olunduğu için gelinen konutlar alıyor. Sahip olunan maddî varlıklarla belki komşulara, belki arkadaşlara imaj gösterisi yapmak adına konutlar gereksiz eşyalarla doldurulunca, insanların ruhu boşalıyor, kendi evlerinde bile hayat alanı kalmıyor adeta. Salondaki eşyaların çokluğundan namaz kılmak için seccadesini serecek yeri bile bulamayan bir kişi, o eşya kalabalığında nasıl sükûnete erebilir ki? Meselâ her türlü müstehcenliğin, olumsuz haberlerin, gereksiz dedikoduların, insanların zaaflarına hitap eden tüketimi arttırıcı reklâmların etkisindeki televizyon kanallarının seyredildiği, aile fertlerinin birbirlerini dinlemek yerine televizyonu izlediği bir evde sükûnetten ne oranda bahsedilebilir ki?

İmaj devri, karakterinden başlayarak, kıyafetlerine, meskenlerine kadar uzanan çok geniş bir alanda etkisi altına alıyor insanları. Oysa imaj, bir bakıma karakterin zıt anlamlısıdır. Başkasının onayına muhtaç olmak demektir. Kendisi olamamak, kendisine sunulanı her haliyle kabullenmek demektir. Bundan dolayıdır ki bu zamanda bizlere düşen, imaj yapmak değil imaj yakmaktır. Ama ille de bir imaj arıyorsak bunu da insanların nazarında değil, Allah’ın nazarında aramaktır.

25.11.2006

E-Posta: [email protected]




Vehbi HORASANLI

Yaşzedeler ve ASDER



Adaleti Savunanlar Derneği 4. Olağan Genel Kurul toplantısı 26 Kasım 2006 Pazar günü yapılıyor. Bu vesile ile dernek faaliyetlerinden ve tarihçesinden bir parça bahsetmek istiyorum.

ASDER, isminin çağrıştırdığı gibi aslında asker derneği. Bununla birlikte yakın zamanda yapılan adaletsizlikleri ortadan kaldırmak için faaliyet gösteriyor. Özellikle “yargısız infaz” adı verilen ve hiçbir hukukî işleme müracaat edilmeden mesleklerinden resen (zorunlu) ayrılmak zorunda kalan askerlerin dertlerine çözüm aramaya çalışıyor.

Başta Cumhurbaşkanı Sezer olmak üzere birçok hukukçu Askerî Şûrâ kararlarının yargı denetimine tabi olmamasını eleştirmişlerdi. Fakat ne olduysa oldu defalarca karşı çıktıkları bu uygulamayı sonradan kendileri de benimsediler. Hükümetimiz de farklı bir tavır sergilemedi. Sadece hiçbir işe yaramayan “Askerî Şûrâ kararlarına şerh koyma” yolunu benimsedi. Bundan önceki yıllarda da siyasetçiler hamasî nutuklar atarak “devletin faullü yumruk vurmasına” karşı çıktıklarını beyan etmişlerdi. Lâkin sorunu çözmek için siyasetçilere fazla güvenmemek gerektiği ortaya çıktı. Zira seçim meydanları ve toplantılarında mangalda kül bırakmayan siyasetçiler iş icraata gelince birden bire pasifleşiyor adeta kör ve sağır oluyordu.

Bu durum böyle devam edemezdi. Haksızlığa uğrayan Yaşzedeler sorunlarını çözmek için tüzel bir kuruluş ile mücadele edilmesi gerektiğini anladılar. Bu maksatla ASDER kuruldu. Faaliyetlerine Emekli Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi başkanlığında hız veren dernek, birçok güzel çalışmaya imza atarak bu günlere geldi.

Kasım ayı içerisinde 3. bülteni de yayınlayan ASDER özellikle seminer ve toplantıları ile ön plana çıkıyor. Fikir dünyamıza önemli katkıları bulunan yazar ve akademisyenlerin toplantılarda dile getirmiş olduğu hakikatler, dernek üyelerine katkı sağlamakla birlikte zorunlu emekliliğe maruz kalmış asker kişilerin geniş çevrelerde tanınmasına da fırsat vermiş oluyor. Bu güne kadar müsbet hareket prensipleri çerçevesinde hareket eden ASDER geniş bir aydın desteğini de sağlamış durumda. Toplantılara katılan birçok konuşmacıdan benzer sözleri işitmek, ASDER camiasının faaliyetlerini geliştirmesinde ivme kazandırmaktadır.

Ankara, İstanbul, Bursa, Kayseri ve Konya’da şubeleri bulunan derneğin 26 Kasım’da yapacağı olağan genel kurula üyelerinin yanı sıra birçok katılımcının gelmesi bekleniyor.

Fırat Kültür Merkezinde saat 10’da başlayacak genel kurulda yeni bir şevk ile birçok güzel çalışmaya imza atılacak.

İrtibat kurmak isteyenler aşağıdaki telefon ve adreslerden gerekli bilgileri temin edebilirler.

Genel Merkez:

Alemdar Mah., Çatalçeşme Sk., Defne Han, No:27/3, Cağaloğlu

Tel: 0(212) 526 11 31

Ankara Şubesi:

Strazburg Cad., 30/6, Maltepe

Tel: 0 (312) 231 79 19- GSM:537 977 06 39

İstanbul Şubesi:

Caferağa Mah. Bahariye Cad. 12/4 Kadıköy

Tel: 0 (216) 418 64 63 GSM: 0(535) 678 12 66

Bursa Şubesi:

Reyhan Mah., Kozaklı Sk., Çınar İşhanı, 1/21, Osmangazi

Tel: 0 (224) 224 32 47 GSM: 0 (505) 500 98 90

Kayseri Şubesi:

Cumhuriyet Mah., Tennuri Sk., 9/2, Kayseri

Tel: 0(352) 222 97 24 GSM: 0(505) 226 55 05

Konya İrtibat:

Tekbir Giyim, Konya

Tel: 0(332) 353 51 87 GSM: 0(505) 288 94 77

25.11.2006

E-Posta: [email protected]




S. Bahaddin YAŞAR

Güçlü ve zayıf yönler



Elinin hamuru ile…

Erkekler, erkeklik gerektiren meselelerde hanımlar için bu tabiri kullanıyorlar. Elinin hamuruyla erkeğin işine karışma diye. Ama elinde hamur olanın sair işlere mahareti yok demek değildir bu. Hatta elinde hamur bulunan bir maharetin izini taşıyor demektir.

Peki aynı sözün benzerini erkekler için kullanmak gerekse ne demek icap eder acaba? Yani erkek hanımın işlerine karışıyor, hanımı bunaltacak boyutlara varıyorsa, o zaman ne denilecektir bu beyefendiye?

Demek istediğim şey şu, erkek erkeklik fıtratına uygun işlerde, kadın da kadınlık fıtratına uygun işlerde mahirdir. Ancak anlatılanlar evde olup biten bütün işlerin hanımlara yüklenmesi demek değildir. Kimin, ev içerisinde hangi işleri yapabileceğinin belirlenmesi önem arz eden bir meseledir.

Hemen akla Hazreti Peygamber (asm) gelmektedir; eşlerinin yaptığı işlerde onlara yardımcı olan, ev temizliğine yardım eden, giysisindeki bir söküğü dikebilen bir anlayış, günümüz anlayışında kadının görevidir dediğimiz pek çok işlerin de aslında şefkate, sevgiye ve ilgiye dayandığı için o işleri yerine getirdiklerini göstermektedir.

Yani, herkesin kendisinin yapabileceği, fıtratına da uygun olan bir iş yapması kadar tabiî bir şey olamaz.

Herkesi yapabileceği en güzel bir işi olmalı

Herkesin kendisinin en iyi yapabildiği iş, aslında onu en çok mutlu eden de bir iştir. Çünkü o, o işten zevk alacaktır. Bu konuda bolca örnekler sıralamak mümkündür: Ayakkabı boyacısı olan bir kişi, ayakkabı boyamanın bütün inceliklerini bilmesi ve en güzel şekilde icra etmesi kadar anlamlı ne olabilir? Ayakkabı boyacısı mesleğini en güzel şekilde yaptığı takdirde, insanlar tarafından rağbet edilen ve aranan bir kişi olmayacak mıdır? Yerini bir başkasının dolduramadığı bir kişi olmak ve bir meslek yapmak, her kişi ve her meslek erbabı için geçerli bir yaklaşımdır.

Mesleklerin farklılığı, hayatı anlamlı kılıyor

Sadece belli mesleklerin rağbet gördüğü bir memleket, aslında sağlıklı sinyaller vermiyor demektir. Çünkü böyle bir durumda nazarlar hep o mesleklere çevrilmiş olacak ve diğer mesleklere olan rağbet, ilgi azalacaktır. Bu da mesleklerin yozlaşması, insanlar nezdinde değerini yitirmesi, arz talep dengesi gereği de ‘san’at’ olmaktan uzaklaşması demektir.

Toplumda doktorluk, avukatlık, öğretmenlik… nasıl ilgi odağında meslekler olarak kabul ediliyorsa, aynı toplumda şehir sokaklarının temizliğini gerçekleştiren görevliler ilgisizliğin, sevgisizliğin kurbanı edilmemelidirler. Berberlik nasıl bir ihtiyacı karşılıyorsa insanın, doktorluk da öyle bir ihtiyacı karşılıyordur. Berber doktora ihtiyaç duymaktadır, doktor da berbere. Her ikisi de ayakkabı boyacısına. Evi badana, boya yapan ayrı, ayakkabıyı boyayan, cilâlayan ayrı, kaporta boyacısı daha da ayrı. Hangisini diğerinden üstün, hangisini diğerine tercih edersiniz.

Herkesin yaptığı bir görev var ve o görev başka bir görevle değiştirilemeyecek nitelikte.

İşte bu farklılıklar hayatı anlamlı kılıyor.

Ekonomi profesörü, hastahanede çare bulamadığı bel fıtığı hastalığı için, uzak bir köydeki bel fıtığı ilgilisinin peşinde… Denize düşen, yılan da olsa bir şeylere sarılıyor. Çare arıyor.

Kayıkçının dersine bakın

Bilinen bir fıkradır ya, kayıkçı bir büyük profesörü nehirden karşıdan karşıya geçirmektedir. Profesör kendisini bu kayıkçıya hissettirmek ister. Ben alanımda şunları yaptım, bunları yaptım. Dünya beni bu alanda tanır. Sen benim alanımda şunu bilir misin, bunu bilir misin? gibi sorular, kayıkçıyı çileden çıkarır. Ama ne var ki, kayık ciddî bir dalgalanma ile karşı karşıyadır. Alabora olma durumu söz konusudur. Kayıkçı konuşup duran profesörün sözünü keser ve ‘Büyük profesör! Ben bütün bu anlattıklarının cahiliyim, hayatım büyük bir kayıp içinde, tamam. Peki ama sen de bunca ömrün içinde yüzmeyi öğrendin mi? Yüzme biliyor musun? der. Profesör durumun ciddiyetini anlar, ama iş işten geçmektedir. ‘Hayır, yüzme bilmiyorum.’ der. Kayıkçı Profesöre son cümlesini kurar: ‘O zaman senin hayatın hepsi mahvoldu.’ der ve dalgalar kayığı ve profesörü yutar. Tabiî kayıkçı çok iyi bildiği, denizin dalgalarıyla boğuşmaya başlar. Ve kurtulur.

Daha önemlisi olabilir ama önemsizi yok

Evet, varsın birisi en iyi okuyucu olsun. Bir diğeri, en iyi yazan, bir diğeri okunanı çok iyi dinleyen, bir başkası okuyanları seven, ötekisi tashihini yapan, yazılanları kitaplaştıran, baskıya geçen, cilt yapan, kapakları yapıştıran, satışa sunan, dağıtan, raflarına koyan ve diğerleri… soruyorum size, hangi kademedeki meslek anlamsız ve lüzumsuz.

Anlaşılıyor ki, meslekler bir vücudun azaları gibi. Vücut, gözden ibaret değil, kalpten ibaret değil, elden, ayaktan, kulaktan, tırnaktan ibaret değil. Tamam, daha önemlisi var, ama önemsizi yok.

İşte bu da Allah’ın işi

Tamam her insan bir meslekte mahir olsun. Ama bazı şeyleri bilmek ve uygulamak hayati önem taşımaktadır. Kişinin kul olarak kendi üzerine düşeni yapması, ama Allah’ın işine karışmaması oldukça anlamlıdır.

Meslekler de her şey değildir. Perde arkasındaki sebepleri de Yaratabilen unutulmamalıdır.

Nitekim doktor, kendi hastalığına yenik düşebilmektedir. İnşaat mühendisi kendisinin yaptığı binanın içinde, depremde enkaz altında ölebilmektedir. Uzun yaşama derneği başkanı çok erken yaşlarda hayata veda edebilmektedir.

Bu ve benzeri bir takım örnekler de, insanın ne bilirse bilsin, ne iş yaparsa yapsın aciz yönüne dikkatleri çekmektedir. Her türlü imkânı bulunan beyefendi, sadece patates haşlaması yiyebilmektedir. Yoğun bakımda bulunmak ölmeyi gerektirmiyor, eceliyle ölmek insanın isteğine bağlı değildir.

Bunlar da işte Allah’ın işidir.

Ona da karışmamalı insan.

25.11.2006

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

KEYDP projesine karşı RNYBOBYY projesi



Efendim bu haftaki yazımızda çarpıcı bir başlıkla karşınıza çıktığımın farkındayım. ‘Nedir ki bu KEYDP ve RNYBOBYY projesi?’ dediğinizi duyar gibiyim. Anlatmaya çalışalım.

KEYDP projesi, Kurtlu Elma Yemeye Dönüş Projesinin kısaltılmış şeklidir. Peki bu ne demek? Kısacası bu, asla dönüş, fıtratla buluşmak demek. Uygulama nerede oldu? Nereden başladı? Her şeyde olduğu gibi bu proje de Batı kaynaklı, hem de Batının süper gücü ABD kaynaklı. İnşaallah, Batıdan ne gelirse gümrüksüz bir şekilde değil de iyi olanları alma hallerimiz çoğalır.

Efendim, birkaç yıl önce, ABD’de uzun yıllar kalan bir dostumdan, sağlığını düşünen ABD’lilerin meyve ve sebze alırken, tabiî gübrelemeyle yetiştirilmiş ürünleri tercih ettiklerini dinlemiştim. Son zamanda gazetelerde okuduğum bir haberde de ABD’de yaşayan ve sağlığını düşünen insanların, sun’î gübre ile beslenmemiş ve hiçbir ilâç kullanılmadan tabiî ortamda yetişen kurtlu elmaları tercih ettiklerini, sebep olarak da elmanın içinde kurt olmasının tabiî ve fıtrî haliyle yetiştiğinin göstergesi olduğunu söylüyordu. Sağlığını, gösterişe feda etmeyen; kabuğu, özüne tercih etmeyen doğru bir yol ve anlayıştır bu.

Bu iki sıhhatli haber, insanın fıtrîliğe karşı duruşu bakımından dikkate değer. Bu noktadan hareketle bizler de RNYBOBYY projesini devreye sokabiliriz. Peki nedir bu RNYBOBYY projesi? O da; “Risâle-i Nurları Yeni Baştan Okuma ve Birebir Yaşama ve Yaşatma” projesinin kısaltılmış şeklidir efendim.

Madem elin oğlu, dünyevî sağlığı için kurtlu elma yemeye dönüyor da, biz neden hem dünyevî, hem uhrevî hayatımızı kurtaracak Risâle-i Nur gibi mu’cizevî Kur’ân tefsiri olan bir külliyatla yeniden buluşmaya arkamızı dönüp soğuk bakalım ki? Çok mu zor? Hayır. Bir yerden başlamak lâzım. O zaman ben acizâne ilk önce nefsimden başlayayım dedim.

Toplumdaki Nur Talebelerinin o geçmiş tarihlerdeki faaliyetleriyle bugünkü durumumuzu gözden geçirdim. Halis ve samîmî değerlerimizle birlikte, cemaat fertleri arasındaki irtibat, tesanüd, kardeşlik, samimiyet, hasbîlik vb. çok üstün değerlerimizi, fert bazından başlayarak, aile ortamında, iş yerlerimizde ve bulunduğumuz her alandaki hizmet ve tebligat alanındaki tatbikatlarımızı kendi dünyamda mukayese etmeye çalıştım.

İmkânların kıtlığındaki cemaat yaşayışının şimdiye göre çok daha samimî, etkili, hasbî, ihlâslı ve gayretli olduğu sonucuna—etraftan aldığım bunca tecrübe ve fikirleri de ekleyerek—vardım. Ümitsizlik kitabımızda olmadığı için bu durum tesbitinden sonra KEYDP projesine karşı, biz de kendi çapımızda RNYBOBYY projesi diye yepyeni bir proje üretebilir miyiz diye düşünmeye başladım. Neden olmasın?

Birkaç yıldır düşündüğüm bu projeyi, elhamdülillah kısmen de olsa kendi iç dünyamda başlattım bile. Çok istifade ediyorum. Risâleleri not tutarak okuyorum. Satır aralarına daha fazla dikkat ediyorum. Yakaladığım dakik ve ince hakikatlerle kendimden geçiyorum. Daha fazla kendi hatalarıma odaklaşma, başkalarıyla uğraşmama gayretindeyim. Bunca yılın kazûrâtı, tiryakiliği, alışkanlığı gibi menhus maniler olsa da, en az iç dünyamda, fikrî derinliğimde, hayal âlemimde böyle bir projem mevcut. Öyle inanıyorum ki her zaman en büyük kuvvet olan duâya çok fazla ihtiyacım var. İhtiyacımız var.

Bizi mânen kurtaracak kuvvetli bir silkinmeye ve çok ciddî bir nefis muhasebesi yapmaya mecbur ve mahkûmuz. Bunun başlangıç noktası da öz nefsimizdir. Sonra aile hayatı, sonra dost ve mahalle hayat zincirleri gelir. Zinciri dağılmış ve çılgına dönmüş içinde bulunduğumuz toplumun, ölçü ve mizanı kaybolmuş İslâm âleminin, aklını, muhakemesini ve dengesini kaybetmiş insanlık âleminin dengesi, rehberi, öncüsü ve sigortası konumunda olan mevcut şahs-ı mânevînin ve onu meydana getiren her ferdin üzerindeki sorumluluk ve vebâli anlaması ve mutlaka ama mutlaka bir şeyler yapması lâzım olan gündür bu gün.

Hele de tahkikî iman dâvâsının hadimleri olduğunu iddia edenler için, elde bu kadar sağlam delil olan Kur’ân’a dayanan bir Külliyat varken ve bu Külliyat’ta yazılan her şeyi en mükemmel olarak tatbikata koyan kahraman, medenî, şefkatli, müdakkik, dirayetli bir önder, rehber, lider varken, gereğini yerine getirmemek bu dâvâya ihanet kadar zarar vermek hükmüne geçmez mi Allah korusun! Kendimize gelmenin ve aslımıza dönmenin zamanıdır.

Yeniden bir manevî seferberliği, ilk önce kendi dünyamızda başlatmak ümit ve temennisiyle...

25.11.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Dindarlık vebağnazlık



TESEV’in “Değişen Türkiye’de din, toplum, siyaset” araştırmasının yer yer birbiriyle çelişen sonuçları nasıl yorumlanmalı?

Bu sonuçlara göre, Türkiye’de irtica tehlikesi bulunmadığını ve laikliğin tehdit altında olmadığını düşünen büyük bir çoğunluk, laikliği korumak için ordu desteğine ihtiyaç olmadığına da inanıyor ve askerî rejime karşı çıkıyor, ama diğer taraftan TSK’nın hükümete karşı görüş bildirmesini doğal karşılıyor.

Dindarlık artarken bağnazlığın azaldığına dair sonuç, normal şartlar altında, olması gereken sağlıklı bir gelişmenin işareti iken, aynı bağlamda dinî hoşgörünün azaldığı bulgusu çelişki oluşturuyor. Hem bağnazlık, hem hoşgörü aynı anda azalabilir mi? Bağnazlık azalıyorsa hoşgörünün de çoğalması gerekmiyor mu?

Burada asıl üzerinde durulması gereken noktalardan biri, arttığı söylenen dindarlıkla, azaldığı ifade edilen bağnazlıktan nelerin kast edildiği olmalı.

Eğer dinin haram-helâl ölçüleriyle belirlenen “kırmızı çizgiler”in aşındığı, modernize edilerek dünyevîleştirilmiş, “light” bir “dindarlığın” yükselişinden söz ediliyorsa—ki, o yöndeki işaretler son dönemde giderek artıyor ve sıklaşıyor—asla geçiştirilmemesi gereken çok ciddî bir problemle karşı karşıyayız demektir.

Nitekim Kenan Evren’in çok yeni bir beyanında imam hatiplilerin hepsinin “yobaz” olmadığını söylerken, eski bir rektör için kullandığı şu ifadeler son derece dikkat çekici:

“İlâhiyatçıydı; içkisini de içer, eğlenmeye de giderdi.” (Can Dündar, Milliyet, 23.11.06)

Bazı çevrelerin “İçkisini de içer, Cuma’sına da gider” sözüyle çizmeye çalıştığı “Türk tipi Müslüman” profili de böyle birşey değil mi?

Bunlar gösteriyor ki, bağnazlığın azalmasıyla kast edilen, dinin emir ve yasaklarına uyma konusundaki hassasiyetin aşınması.

Öte yandan, yine TESEV anketinin “Örtünenler azalıyor” sonucu, bu çerçevede, evvelce yapılmış başka anketlerin de önümüze koyduğu, dikkatle üzerinde durulması gereken bir husus. “Kızınızın üniversite için başını açmasını onaylar mısınız?” sorusuna verilen “evet” cevaplarının yüzde 65’e ulaşması da.

Büyük çoğunluğun din adına teröre ve işgal altında olunsa bile intihar saldırılarına karşı çıkması ise, önemli bir sağduyu işareti.

Aslında bu çeşit anketlerin, aralara sıkıştırılan maksatlı tuzak sorularıyla, toplum mühendisliği projelerinde kullanılmak üzere veri toplamak için yapıldığına dair kuşkular var.

Ancak böyle bile olsa, TESEV anketinden çıkan genel sonucun, bazı konulardaki kafa karışıklıklarına rağmen sağlıklı ve sağduyulu bir toplum yapısına işaret ettiği bir vâkıa.

Ama bizatihî bu araştırmanın içerdiği bazı ipuçlarının, söz konusu yapıyı belirli maksatlar istikametinde “dönüştürme” niyetlerini ele verdiğini de gözardı etmemek gerekiyor.

Dolayısıyla, bunlara karşı, Bediüzzaman’ın “önce iman”ın takviyesini öngören hizmet modelinin, geçerliliğini her zaman artan bir önemle koruduğu çok daha iyi anlaşılmakta

Anket sonuçlarını bu gözle okuyup, hizmetlerimizi ona göre yönlendirmemiz lâzım.

25.11.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Fikre kilit vurmak



Baskıcı rejimler her zaman toplumları geri bırakmıştır. Batı bugün kalkınmasını özgür düşünceye verdiği ağırlıkla başarabildi.

Fikre kilit vurmak, düşünceye set çekmek geri kalmaya mahkûm olmak demektir. İnsanlar düşündükçe, alternatifleri ortaya attıkça doğrularla yanlışlar ortaya çıkar ve doğrulara sahip çıkılır. Tartışmaların olmadığı yerde gerçekler gizli kalır ve gerçeklerin bilinmediği yerde de gelişme olmaz.

Gazi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Atilla Yayla’nın maruz kaldıklarına bakınca bazılarının tartışmaktan hiç de hoşlanmadıklarını görüyoruz.

AB’ye girme konusunda adımlar atan AKP’nin bu konuda sessizliğini, İzmir AKP Gençlik Kollarında ilim adamını konuşturan AKP’lilerin geri adım atmalarını da anlayamıyoruz.

Prof. Dr. Yayla’yı ise tebrik ediyoruz. Çalıştığı üniversitede ders vermesi askıya alındığı halde moralini bozmuyor, kendisine linç uygulamaya kalkanlara karşı geri adım atmıyor, “Hodri meydan” diyor. “Gelin tartışalım!”

Haklı ve doğru fikri olanlar tartışmadan hiç kaçarlar mı? Prof. Dr. Atilla Yayla ise düşüncelerinde—arkadaşımız Kemal Benek’le yaptığı röportajda da görüldüğü gibi—samîmî ve rahat. “Bana ‘Kemalizmle ilgili şu tesbitlerin yanlış’ demiyorlar. ‘Hayır, öyle değildir’ diyemiyorlar. Ya da, ‘Kemalizmi nasıl eleştirirsin?’ diyorlar. Bunlar, ‘Argüman değildir, saldırıdır. Beni fikir alanının dışında bir yerde vurmaya çalışıyorlar. Ama ben fikir alanında kalmak istiyorum. Fikir alanındaki tartışmaya katılmaya her zaman hazırım. Fikir alanında galip gelemeyeceklerini bildikleri için bu çeşit belden aşağı vurma olayını gerçekleştiriyorlar.’”

Allah’a şükür ki Türkiye’nin modern ülkelerle yarışa girme azminde olan hür kalemler Prof. Yayla’ya sahip çıktılar.

Kraldan fazla kralcıların Prof. Dr. Yayla’yı yargısız infaza girmelerini nasıl karşılamalı? Hasan Cemal, olayı, “Önce hain damgası yiyor. Sonra da üniversitede ders verme yetkisi askıya alınıyor. Şimdi de haklarında bir ceza dâvâsı geliyor…” diye değerlendirirken, “Kemalizm bu mu? Eğer buysa…” demekten kendini alamıyor.

Hem kalkacak bangır bangır, “Atatürk, ‘Fikri hür, vicdanı hür’ nesiller istiyor” diyeceksiniz, sonra da daha kalkıp fikrini açıklamasına meydan vermeden bir ilim adamını damgalayacaksınız. “Kemalizm bu mu?” demezler mi?

AB böyle bir Türkiye’yi yanına alır mı?

25.11.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Psikoloji, ekoloji, “istatistikçi fennî” ve Risâle-i Nur



Risâle-i Nur, fen, sosyal, manevî tüm ilimlerin harmanlanarak sunulduğu muhteşem ve çağdaş bir İslâm kültürü manzumesidir. İsimlerini bile henüz yeni yeni öğrendiğimiz pek çok alt disiplinlerin özünü, esaslarını orada buluruz. Sözgelimi;

* Psikoloji, insan ve hayvan davranışlarını inceleyen bilimdir. Davranış, organizmanın uyaranlara verdiği tepkidir.

* Ekoloji, canlıların birbirleri ve çevreleriyle ilişkilerini inceleyen bilim dalıdır. Ekosistem ise canlı ve cansız çevrenin tamamıdır. Ekosistemi de abiotik faktörler (toprak, su, hava, iklim gibi cansız faktörler) ve biyotik (üreticiler, tüketiciler ve ayrıştırıcılar) faktörler olmak üzere iki faktör oluşturur.

Bu tanımlamadaki organizmalar, diğer bir deyim ile canlılar veya canlı çevre; insan, hayvan ve bitkilere ait bireyleri veya bunlardan oluşmuş toplumları ifade etmektedir. Ekolojinin; botanik, zooloji, mikrobiyoloji, fizyoloji, bitki beslenmesi, anatomi, morfoloji, patoloji, pedeloji, jeoloji, jeomorfoloji, mineraloji, fizik, kimya, meteoroloji ve klimatoloji gibi bilim dalları ile yakın ilgisi vardır.

Ekoloji bütün canlılar için ortak olan ve canlılar üzerinde etki yapabilen temel konularla ilgilenir. Diğer bir ayırıcı özelliği ise ekolojinin bir canlıya ait belirli organları ve bu organlardaki hayat süreçlerini değil, canlıların içinde bulundukları hayat ortamı ile olan karşılıklı ilişkilerini incelemesidir.

* İstatistik, çeşitli olayları, bir neticeye ulaşmak veya hüküm çıkarmak gayesiyle düzenli bir şekilde toplayıp sayılarla gösteren ilim dalıdır.

Bediüzzaman, Risâle-i Nur’da “Ey sersem, ey dünyaperest nefsim!” diye hitap ederek, dünyevî meşgalelerin, temel mesele olan, ibadet ve tefekkürden alıkoymaması gerektiği ikazını yaparken, şöyle bir cümle kullanır: “Bununla beraber, meşâgil-i dünyeviye dediğin, çoğu sana âit olmayan ve fuzûlî bir sûrette karıştığın ve karıştırdığın mâlâyânî meşgalelerdir. En elzemini bırakıp, güyâ binler sene ömrün var gibi en lüzumsuz mâlûmât ile vakit geçiriyorsun. Meselâ, ‘Zühalin etrafındaki halkaların keyfiyeti nasıldır?’ ve ‘Amerika tavukları ne kadardır?’ gibi kıymetsiz şeylerle kıymettar vaktini geçiriyorsun. Güyâ, kozmoğrafya ilminden ve istatistikçi fenninden bir kemâl alıyorsun!”1 (Burada dikkat çekmek istediğimiz önemli bir nokta, İstatistik’in, “Sosyal mi, fen ilmi mi?” tartışmalarının yapıldığı günlerde Bediüzzaman’ın, tercihini “fen”den yana koymasıdır ve bugün de artık istatistik fen ilmi kabul edildiği hususudur.)

“Ekoloji” ise, henüz 25-30 yıllık bir maziye sahip. Temel eserler olarak 1926 yılından itibaren kaleme alınmaya başlanan Risâle-i Nur’un, aynı zamanda ekoloji ve yakın ilgili bilim dallarının metotlarını kullandığına dikkat çekelim. “Psiko-biyo-fizyo-sosyal” dalların ancak bugün netleşmiş prensipleri perspektifinden kaleme aldığı 130 parça eserinde, rûh, duygu, psiko-sosyal, psişik ve ferdî gelişimin bütün inceliklerini, hattâ daha ötesini bulmak mümkün.

“Daha ötesi” tâbirini özellikle ve bilerek kullanıyoruz. Çünkü, duygu, duyu organlarının, hormonların, sinirlerin, beyin yapısının ve işleyişinin davranışlara olan etkisini araştıran psiko-biyo-fizyoloji ilmi, henüz emekleme devresindedir.

Risâle-i Nur’u psikolojinin yeni alt dalları açısından ele alırsak;

Her canlı varlık, bir organizmadır. İnsan, hayvan ve bitkiler canlı varlıklardır. Psikolojinin asıl gayesi; insanın normal, anormal ve hayvan davranışlarını incelemektir. Çünkü aralarında birçok benzerlikler var.2 “Biyolojik, fizyolojik, rûhî/psikolojik ve sosyal” olayları birlikte ele alan “biyo-psiko-fizyo-sosyal bilimin” ise, ilim literatürüne girişi henüz tâzedir. Bediüzzaman ise, insan psikolojisinin gelecekte yöneleceği hedefleri de belirleyerek “hayvan/canlı ve bitkilerin” de psikolojisini ve ortak noktalarını, “insan, hayvan, bitki ve unsurlar” arasındaki psiko-biyo-fizyo-sosyolojik hareket ve münâsebetleri ele alır.

Diğer taraftan; iç ve dıştan, duygu ve düşünce yoluyla gelen strese karşı olan tepki, yani savunma mekanizmalarını analiz ederek, doğru ve isabetli mekanizmalar geliştirmemizi sağlar.

Dipnotlar: 1- Sözler, s. 245.; 2- Psikoloji, Prof. Dr. Özcan Köknel, Prof. Dr. Kurban Özuğurlu, Prof. Dr. Güler (Aytar) Bahadır, Psikoloji, s. 13-14.

25.11.2006

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Papa dâvetlidir; zorla gelmiyor



Evinize hiç istemediğiniz bir misafir gelirse, siz ne yaparsınız?

Bu sorunun cevabı, önümüzdeki hafta Türkiye'yi ziyaret edecek olan Papa 16. Benedict'i nasıl karşılamamız gerektiği hakkında iyi bir fikir verir.

Asırlardan beridir, Müslümanların misafirperver olduğunu, düşmanı dahi olsa misafire karşı saygısızca davranmadığını, edep ve nezaket kaidelerini çiğnemediğini söyleyip duran biz değil miyiz?

Peki, o halde nedir camilerde, meydanlarda yapılan şu "Papa gelmesin! Papa defol!" sloganlı gösteri, miting ve nümayişleri?

Allah aşkına söyler misiniz: Papa Türkiye'ye zorla mı geliyor? Onu resmen dâvet eden biz, yani bizim cumhurbaşkanımız değil mi? Onu bir "devlet başkanı" ve bir "dinî lider" sıfatıyla dâvet edip misafir etmek isteyen biz değil miyiz?

Yine Allah aşkına, şu suâlin cevabını da vicdanınızda arar mısınız: Papa'yı Türkiye'ye dâvet edenlere karşı niye sessiz ve suskun kaldınız? Neden önce iğneyi kendinize batırmıyorsunuz? Dâvet edeni değil de, dâvet edileni protesto etmek hangi kàide iledir, hangi nezaket, hangi örf, hangi an'ane iledir?

Kısa ve öz olarak neticeyi ifade edelim: Kerhen olsa bile, Papa'ya misafir muamelesi yapmak durumundayız. Başka türlü muameleyle haklı çıkmamız imkânsız. Kendi kendimizi aldatmanın mânâsı yok.

Samimî duyarlılık

Papa'nın Türkiye ziyaretini hoş karşılamayanlardan samimî olan kesimin duyarlılığını saygıyla karşılamalı.

Samimî duyarlılık, Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed'e (asm) ve din–i İslâma karşı saygısızlığı ibraz eden bir hikâyenin nakilcisi olarak, Papa 16. Benedict'i tenkit ve protesto etmeyi, hatta 'istenmeyen papa' olarak kabul etmeyi gerektirir elbet.

Böyle bir tepkiyi, biz de vaktiyle ortaya koyanlardanız. Sözlerinden dolayı geri adım atmasına rağmen, doğrudan özür dileyinceye kadar da, bizim tepkimiz ve tenkidimiz aynen devam edecektir.

Fakat, bütün bunları "misafirlik süresi" içinde askıya almak durumundayız. Kaldı ki, onu misafir sıfatıyla dâvet eden de biziz, bizim devletlûlerimizdir.

Bununla beraber, "Ben ille de protesto edeceğim" diyen varsa, öncelikle ev sahibini protesto etmeli. Aksi halde samimî olduğuna bizi inandıramaz.

Zaten, protestocuların çoğu, ne yazık ki bu ikinci kategoriye girer. Maksadı gösteriştir, siyasîdir, ideolojiktir veya kendini reklâm etmektir; samimiyetle pek bir alâkası yoktur.

Aklın gereği

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, duyarlılık sahibi olmaya eyvallah.

Ama, esas olan, aklın rehberliğiyle hareket etmektir.

Aklın yolu, Türkiye'yi ziyaret edecek olan Papa'yı dışlamaktan, hele hele onu protesto etmekten asla geçmez, geçemez.

Çünkü o, hem bir devlet başkanı, hem de bir dinî/ruhanî liderdir.

Siz onu dışlarsanız, o da gider Musevîlerin yanı sıra farklı mezheplerdeki Rum ve Ermeni dindaşlarıyla kaynaşarak birlik kurar.

Oysa, Hıristiyan mezhepleri arasındaki fark, hele hele Yahudî ve Nasara arasındaki fark, öyle derin bir uçurumdur ki, tarihin hiçbir döneminde onların samimane kaynaşmalarına imkân, fırsat tanımamıştır.

O halde, duyarlılığımız aklın peşinden gitmeli ki, aleyhimizde topyekûn bir "düşman ittifakı"nı kendi elimizle teşkil etmiş olmayalım.

Günün Tarihi

Şapka Kànunu ve yüzlerce idam

25 Kasım 1925: Birkaç aydır Türkiye'nin gündemine sokulan "Şapka kànunu", Meclis'te oylanarak kabul edildi.

Bu kànuna karşı en sert muhalefeti yapacağı tahmin edilen Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa, sabahın erken saatlerinde Meclis binasına başında şapkayla geldi. Böylelikle, red cephesinin planlarını suya düşürmüş oldu.

Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi'nin de, bu kànun istikametindeki "dinî fetvâ"yı imzalamasının ardında, Anadolu'nun muhtelif vilâyetlerinde büyük infialler yaşandı.

Şeyh Said, aylar önce Diyarbekir ve Bingöl çevresinde çok kanlı geçen bir direniş hareketini sergiledi. Kànunun Meclis'te kabul edilmesiyle birlikte, bu kez Türkiye'nin diğer bölgelerinde direniş ve protesto gösterileri başladı.

Ancak, gösteriye katılanlar, en sert müdahalelerle bertaraf edildi. Başta Erzurum ve Rize olmak üzere Sivas, Maraş, Giresun, Kırşehir, Kayseri, Tokat, Amasya, Samsun, Trabzon ve Gümüşhane'de çok vahim hadiseler yaşandı. Buralarda binlerce insan ağır cezalara çarptırılırken, yüzlercesi de idama mahkûm edildi.

Gariptir ki, şapkaya karşı direnen Trabzon halkı üzerine bomba ile gidildi. Trabzon'un bazı kesimleri, Hamidiye Zırhlısı tarafından topa tutuldu.

Bu dönemde idam cezasına çarptırılanlardan biri de, cumhuriyetin ilânından evvel şapka hakkında bir kitapçık neşreden İskilipli Atıf Efendiydi.

Atıf Hocanın idam edilmesinin gizli bir diğer gerekçesi ise, vaktiyle İslâm–Teali Cemiyetinin üst düzey yönetiminde faal olarak çalışmış olmasıydı.

Kànun metni

28 Kasım 1925'te Resmî Gazetede yayınlanan 671 nolu "Şapka kànunu"na dair metinde şu maddeler yer aldı:

Madde l) Türkiye Büyük Millet Meclisi azaları ile idare–i umumiye ve mahalliye ve bilumum müessesata mensup memurîn ve müstahdemîn, şapkayı giymek mecburiyetindedir. Türkiye halkının da umumî serpuşu şapka olup, buna aykırı bir alışkanlığın devamını hükümet men eder.

Madde II) İşbu kànun, neşir tarihinden itibaren muteberdir.

Madde II) İşbu kànun, Büyük Millet Meclisi ve icra Vekilleri Heyeti (kabine) tarafından icra olunur.

25.11.2006

E-Posta: [email protected]




Meryem TORTUK

Teşekkürdür



Bir yıl ve dört ay önce sizlerle buradan en zor dönemimi paylaşmıştım. Kanserle yüzleşmenin getirdiği ağır bir ruh haliyle kaleme alınmış satırlarda, iyileşmenin en büyük gücü olan duâ halkasını oluşturmak istemiştim. Sizler bu halkaya katıldınız. O zamandan bu zamana kadar bu duâları ruhumda hep hissettim. Zorluklar karşısında hep sükûnetli ve mütevekkildim. Oysa ben sabırsız ve bir o kadar da aceleci bir ruh haline sahip biriyim. Hastahane kuyruklarına, birimden birime koştururken karşılaştığım tüm olumsuzluklara inanılmaz bir sabır gücüyle karşı koydum. Bu durum hep sizlerden gelen duânın gücündendi. Bunu biliyorum.

Dün tetkiklerim için yine hastahanedeydim. Tüm tetkiklerim sağlıklı ve normal sonuç verdi. Sonuçların duânın gücüyle gerçekleştiğine inanıyorum. Sizlere bunun için teşekkür etmek istiyorum. Bir duâ olması niyetiyle…

Eğer bir kanser hastasıysanız veya yakınlarınızda böyle biri varsa şunu bilirsiniz, Demokles’in kılıcıyla yaşıyorsunuzdur. Hayatta elbette ki, hiçbir şeyin garantisi yoktur. Sağlıklı bir insan, hasta bir insandan önce de bu dünyadan terhis tezkeresini alabilir. Bu ayrı bir durum. Ama ölümcül bir hastalıkla yol almak, insan için daha derin mânâlar ifade eder. Ölümden daha farklı şeyler endişelendirir onu. Ölüm bir vâkıadır hepimiz için. Mutlaktır ve aynı zamanda da vuslattır. Ama insanın hayatıyla ilgili öylesine farklı kaygıları var ki.

Duâlar bizi birbirimize bağlayan ve kalbimizi, duygularımızı, varlığımızı güçlendiren en büyük enerji halkası. Kâinatta tüm mahlukat, dünyadan gitmiş olması veya gelecek olması da önemli değil, birbiriyle alâkadar ve bir zikir, şükür, fikir sofrası oluşturuyor. Herkes buradan kendine göre bir pay alıyor. O halkaya kendi varlığına dair ne elde etmişse o şekilde katkıda bulunuyor. Aslında en büyük derdimiz, ruhumuza olan yolculuğumuz. Ruhumuzdan kalbimize, gönlümüze, aklımıza açılan yollarda yürüyüp, sonsuz olana ulaşabilme cesaretini gösterebilmek. Zaten verilen tüm bu musibet ve hastalıkların arkasında yatan şey de bu. Kulu rıza makamında sınavdan geçirmek. Niyazi Mısrî’nin çok güzel bir mısrası vardır hani, “Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş” Onların dertleri çok daha ulviydi. Ruhlarından yansıyan o ışığın peşinde koşmaktı onların çileleri. Hastalıklar ve musibetler onlar için daha büyük bir nimet ve hazineydi belki de, dertlerine merhem ve katık olan bir vasıta olarak.

Bu gün ben sizlere teşekkür etmek istedim. Yazımın ana gayesi de oydu. Ama duygularım ve satırlarım başka yerlere de dokunmak istedi. Ben de serbest bıraktım onları. Sizlerin duâlarınızı avuçlarınızdan sonsuza bırakıp, benim kalbime yolladığınız gibi…

Son duâ ve son istek, Allah hepimizi ebedî hayatımızda yüzü gülenlerden kılsın…

25.11.2006

E-Posta: [email protected]




Abdil YILDIRIM

Din hayatın hayatı



Eskişehir’de, Hacı Havva Camii’nin girişindeki kapının üzerinde, “Din hayatın hayatı, hem nuru hem esası” şeklinde bir levha göze çarpar. Levhada bu sözün kime ait olduğu, hangi eserden alındığı belirtilmemiştir. Bediüzzaman’a ait olan ve Lemeât adlı eserde geçen bu sözün devamı ise, “İhyâ-yı din ile olur, bu milletin ihyâsı” şeklindedir. Cümlenin birinci bölümü bile dünyaya nizam verecek derin anlamlar ihtiva etmektedir. Dinin fert ve toplum hayatında ne kadar önemli olduğunun şifrelerini taşıyan bu söz, her binanın kapısına, bilbordlara, meydanlara, alanlara yazılsa yeridir. Zira din, birey ve toplum için temel bir ihtiyaçtır. Gerçekten de hayatın hayatıdır. Bu ihtiyacı yok saymak, insanı ve hayatı yok saymak anlamına gelir.

İnsanın olduğu her yerde ve her devirde din de var olmuştur. İlkel toplumdan modern topluma geçmekle dine olan ihtiyaç ortadan kalkmamıştır. Belki daha da ziyadeleşmiştir. Onun için dini sosyal hayatın ve kamusal alanın dışına çıkarma gayretleri hiçbir zaman sonuç vermeyecektir. Bir zamanlar Sovyetler Birliği’nde böyle bir yola gidilmiş, camiler kapatılıp ibadet yasaklanmış, din toplumları uyuşturan bir afyon olarak görülmüştü. Ama yasaklama ve ortadan kaldırma gayretleri başarıya ulaşamadığı gibi, sonunda Sovyet İmparatorluğu ve komünizm ortadan kalkmıştır. Bugün Rusya’nın her yanında camiler ihya ve inşâ edilmekte, Kızılmeydan’da toplu namazlar kılınmaktadır.

Dinin insanları iyiye, güzele ve doğruya sevk ettiğini insaf ehli olan her insan kabul eder. Bütün emir ve yasaklarda fert ve toplum için bir fayda vardır. Zaten dinin gayesi, insanları doğru yola iletmek, adalet ve saadeti temin etmektir. Cehaleti, zulmü, sapıklığı ortadan kaldırmaktır. Dinimize sıkıca sarıldıkça yükseldiğimizi, dinden elimiz gevşettiğimizde ise geri kalarak perişan bir hale düştüğümüzü tarih bize göstermektedir. Yüksek medeniyetler kurduğumuz devirler, İslâmiyetin fert ve toplum hayatına hâkim olduğu devirlerdir. Dinden uzaklaştıkça, muâsır medeniyet seviyesinden de uzaklaştığımız bir gerçektir.

Dinimiz bizim en kuvvetli istinat noktamızdır. Askerî ve ekonomik gücümüzün bittiği, maddî sebeplerin tamamen sukut ettiği bir zamanda, inancımızdan aldığımız bir güçle kurtuluş savaşını kazandık ve cumhuriyeti kurduk. Çanakkale tabyalarında Kur’ân sesleri top seslerine karışmasa, Sakarya boylarında tekbir sesleri yükselmese, Kocatepe’de “Allah Allah” nidaları yankılanmasa, düşmanları denize dökecek gücü nereden alacaktık?

Milli mücadelenin önderleri de, kurtuluş savaşı süresince istinat noktamızın inancımız olduğunu her fırsatta vurgulamışlar, dîni duygulara hitap ederek milleti motive etmişlerdir. Daha sonra bazı kesimlerin dine bakış açıları değişmiş, bir zamanlar istinat noktası olarak gördükleri inancımızı ihtilaf sebebi olarak kabul etmeye başlamışlardır. Bugün ise, din kamusal alandan ve sosyal bünyemizden çıkarılıp atılmak istenmektedir. Bu şekilde muâsır medeniyet seviyesine çıkacağımızı zannedenler, büyük yanılgı içindedirler. Bin yıldan beri dinimizin medeniyet yolunda bize ışık tuttuğunu unutmaktadırlar. Bu ışıktan mahrum kaldıkça medeniyet yarışında da geri kaldığımızı görmek istememektedirler.

Tarihin şeref levhalarına ilim ve medeniyet destanları yazdığımız devirler, hayatımıza dinin hâkim olduğu devirlerdir. El sanatlarından mimariye, edebiyattan mûsikiye kadar, geçmişimizle iftihar ettiğimiz bütün şaheserler, inancımızın izlerini taşımaktadır. Dinimizi ihmal ettiğimiz devirlerde ise, iftihar edeceğimiz bir eserimiz yoktur. Bugün yaşadığımız terör, cinayet, kapkaççılık, uyuşturucu bağımlılığı, çocuklara yönelik şiddet gibi sosyal sancılarımız da dini ihmal etmenin bir sonucudur. Dinî duyguların yoğun olarak yaşandığı Ramazan aylarında suç oranlarındaki büyük düşüş, bunun en açık delilidir.

Yazımı, Bediüzzaman Hazretinin şu tespiti ile bitiriyor ve herkesi bunun üzerinde düşünmeye davet ediyorum. “Dînin meseleleri terk ve feda edilmesinden, zarardan başka ne faydası görüldü? Milletin kalb hastalığı, zaaf-ı diyanettir; bunu takviye ile sıhhat bulabilir...”

25.11.2006

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

301'e makyaj yapmak yetmez



Düşünceyi ifade özgürlüğünün önünde engel olarak görülen Türk Ceza Kanununun 301. maddesinin değiştirilmesi ya da kaldırılması yolunda kamuoyu ve Avrupa Birliği cephesinden yoğun talep gelirken hükümetin madde üzerindeki kafa karışıklığı hâlâ devam ediyor.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın İstanbul’da aralarında TÜSİAD, TOBB, İKV, TİSK, TZOB, Hak-iş, Memur-Sen gibi sivil toplum kuruluşlarıyla yaptığı toplantıdan sonra “öneri getirin” teklifinden henüz bir sonuç alınamadı. Bu kuruluşlardan bazıları maddenin değiştirilmesini isterken, kaldırılmasını isteyen tek bir örgütün olmadığı dikkat çekiyor.

Bu kuruluşlar maddenin karmaşık ve muğlak olduğunda hemfikirler. Uygulamacıların bu maddeden farklı yorumlar çıkardığını söylüyorlar. Maddenin değiştirilmesini savunuyorlar, ama aralarında bu konuda bir konsensüse de varamadılar.

***

Mazlumder, İnsan Hakları Derneği, Helsinki Yurttaşlar Derneği ve Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi tarafından oluşturulan İnsan Hakları Ortak Plâtformu (İHOP), düşünceye özgürlük kampanyası çerçevesinde bu konuda “duyarlı,” bunu kendisine “dert” edinmiş gazetecilerle bir istişare toplantısı düzenledi.

Ankara Haber Müdürümüz Kemal Benek’le katıldığımız toplantıda, ortaya çıkan görüş, maddelerin değiştirilmesi veya kaldırılması ile düşünceyi ifade özgürlüğünün genişlemeyeceği şeklindeydi.

İHOP yetkilileri, Başbakanın İstanbul’da “sivil toplum kuruluşları” ile yaptığı toplantıda tarafların eksikliğinden de yakınıyorlar. Bu toplantıda insan hakları ve barolar gibi örgütlerin de olması, toplantının daha geniş bir yelpazede yapılması gerektiğini vurguladılar.

Yaptığı bir konuşmadan dolayı 301. maddeden dâvâ açılan Mazlumder Genel Başkanı Ayhan Bilgen, sorunun sadece 301. maddede olmadığının altını çiziyor. Anayasa, yönetmelikler ve mevzuatlarda da sorun olduğunu düşünüyor. Bilgen, 301. madde dâvâlarının yazan, çizen insanlarla ilgili olmasına rağmen gazetelerde yer bulamadığını vurguluyor. Bilgen bir de şu tesbitte bulunuyor: “301. maddenin değiştirilmesi yetmiyor, kaldırılması gerekiyor. Şimdi makyaj niteliğinde orta bir yerde buluşuldu.”

Bazı gazeteciler, ülkenin başka sorunları varken, bu maddenin bir iki kişi ile özdeşleştirilmesinin halka iyi anlatılamadığını söylediler. Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi Başkanı Levent Korkut, bu duruma hak vermekle beraber aslında 301. maddenin herkesi ilgilendirdiğini, her kesimden insana dâvâ açıldığını dile getirdi.

Toplantıda, Türkiye’nin 9 Nisan 2002 de imzaladığı Her Türlü Irk Ayrımcılığının Ortadan kaldırılmasına ilişkin Birleşmiş Milletler Uluslararası Sözleşmesi hatırlatılırken, 301. maddesinde yer verilen “Türklük” ibaresinin, doğrudan ırka yönelik bir referans verdiğinden ve maddenin koruma alanına başka ırk ve etnik grupların girmemesi dikkate alındığında söz konusu maddenin Irkçılığa Karşı Sözleşmeye aykırı olduğu vurgulandı.

301. maddenin kalkmasını isteyenlerin bu maddelerin Avrupa’da olduğu eleştirilerine toplantıda cevap verilirken, hükümetinde bu duruma sarıldığını, kurtuluşu burada aradığı belirtildi. Hükümet buna dayanarak maddenin değiştirilmesini istiyor ancak bu madde meselâ İtalya’da son 30 yılda sadece bir kez kullanılmış. Bir de bu ülkelerde “Türklük” gibi, “Alman”, “İngiliz”, “İtalyan”, “Fransız” şeklinde ibarelerin olmadığı belirtildi.

***

Akşamın ilerleyen saatlerine kadar süren toplantının sonunda ortaya özetle şu sonuç çıktı: 301 tamamen kaldırılmalı…

Ancak sadece 301. maddeyi kaldırılmakla sorun çözülmüyor. Eskiden 141, 142, 163 vardı, kaldırıldı, yerine 159, 312 getirildi. 301 kaldırılır, yerine 401, 501 gelir…

Sorun böyle madde kaldırmakla çözülecek gibi durmuyor, sorun anayasanın özgürlükçü bir şekilde değiştirilmesi ve zihniyetin yasakçılıktan arındırılması ile çözülecek gibi görünüyor.

Özetle, kanun değiştirmek veya kaldırmakla sorun çözülmeyecek, sorun zihniyet değişikliği ile çözülecek. Bu da şimdilik zor gibi görünüyor…

Ancak, her şeye rağmen fikre linçlerin uygulanmadığı, düşünceyi ifadenin özgür olduğu günlerin geleceğine de ümitvârız…

25.11.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habip FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004