İlim ve duâ vasıtasıyla tekâmül etmek için gönderilen insan, yeryüzünün halifesi. Toprak, bitki, hayvanlar dahil, tüm varlıkların tasarrufu insana verilmiş. Dolayısıyla bu tasarruf, ancak İlâhî hakikatler çerçevesinde olmalı. Müslüman, kâinatı anlamak, tefekkür etmek için çabalar. Sonsuz mutluluk yurdunu kazanabilmesi için dünya ona bir tarla gibi sunulmuş. Bundandır ki, kalp ve mide dairesi, çalışması için ayrılmaz bir denge unsuru olarak takdim edilir.
Öte yandan insanın, insâniyet şeref ve izzetine yakışır şekilde yaşaması istenir; asla sefâletine razı olunmaz. Bu, Kur’ân’ın yüksek prensipleriyle temin edilir. Ki, İslâmiyet, “insaniyet-i kübrâ” (en büyük insanlık) şeklinde tanımlanır. Dolayısıyla hayatın bütün safhalarında tüketimi, “aslî ve zarûrî ihtiyaçları”, akıl ve mantık çerçevesinde karşılaması icap eder. Bununla ilgili direkt âyetlerin yanında dolaylı olarak da pek çok teşvik vardır: “De ki: Çalışın; Allah da, Resûlü de, mü’minler de sizin yaptıklarınızı görecektir. Sonra da görünür görünmez âlemleri hakkıyla bilen Allah’ın huzuruna döndürülürsünüz ve O size işleyip durduklarınızın ne olduğunu bildirir.”1
İnsanın imtihanı başarıyla vermesi için çalışması gerekir. Çünkü, “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.”2 Bu âyetteki bir incelik de, “insan için” tabirini kullanması, “Müslüman için” dememesidir. Hangi dinden, hangi inançtan olursa olsun, kim çalışırsa, karşılığını alır. Çünkü, Allah’ın iki türlü kanunu vardır:
a- Tekvinî: Sünnetullah, âdetullah denen tabiat kanunları, prensipleridir. Bu kanunlara kim uyarsa, Allah ona verir. Çünkü, onun kanununa, tekvinî şeriatına ittibâ ediyor.
b- Teşriî: Şeriat kanunu, mânevî kanunlar. Bunlara ittiba imtihana tâbîdir...
İslâmda aslolan zenginliktir, refahtır. İslâmın temel şartlarından ikisi maddî varlığa dayanmaktadır. Hayır ve hasenat yapmak için de zengin olmalı. Zengin olmak için de çalışmak. Sünnetin dilinde de çalışma, refah ve zenginliğe giden yollara teşvik ve Yaratıcının, boş duranları değil, koşturanları sevdiği ifade edilir: “Çalışıp kazanan, Allah’ın sevdiği bir kuldur. Dünya, ahiretin tarlasıdır.”3
Keza, “Allah’a yemin ederim ki, bir kimsenin ip alıp sırtıyla odun taşıyarak rızkını kazanması, birisine gelip de bir şey istemesinden daha hayırlıdır.”4 “Sizden birinizin, Allah yolunda çalışması, yetmiş sene nafile namaz kılmaktan üstündür”5 müjdesi de çalışmanın değerini ifade eder. Bu ifadeler, çalışmaktan elleri nasır tutmuş Sahâbî hakkında söylediği şevk verici “Bu eller öyle mübarektir ki, bunları Allah da sever, Peygamberi de” sözüyle birleştiğinde, çalışmanın ehemmiyeti daha güzel anlaşılır.
Müslümanın başkalarına avuç açması şanına yakışmaz. İslâm, dilenciliği günah sayar: “İhtiyacı yokken dilenerek bir şey alan kimse, ateş almış gibidir.”6 Ancak İslâm, gerçekten muhtaç, fakir ve çalışma imkânı bulamayan insanları kendi problem ve sıkıntılarıyla baş başa bırakmaz: “Sadece borçlu, âfetzede ve çâresiz kalan yoksullar mâlî yardım talep edebilirler. Bunun dışında kalanlara dilenmek helâl değildir.”7
Çalışmak, çabalamak, gayret etmek ve Allah’ın yarattıklarına hizmet etmek muhteşem bir zevk ve lezzet kaynağıdır. Çünkü, insan bu dünyaya rahat etmek, oturmak, gezmek, eğlenmek için değil; çalışmak için gönderilmiş. Elbette bu çalışma, başta ilmî, fikrî ve manevî sahaları ihtiva eder. Bu açıdan bakıldığından dünya rahat etme yeri değil, çalışıp-çabalama mekânıdır. Peygamberimiz (asm), “Dünyada rahat yoktur” diyerek bu gerçeğe dikkat çeker.
Öte yandan meşakkatta, harekette büyük rahat ve huzur vardır. Çünkü, insan fıtratı hareket ve heyecan üzerine yaratılmış. Taş, toprak, ağaç gibi durağan değildir. Nasıl akıl düşünmek, göz bakmak, kulak işitmek, ciğer hava almak isterse, bedenin maddî uzuvları da hareket etmekten lezzet alırlar. Hareketsizlik; tembellik, meşekkat, sıkıntı, sefâhet, rezâlet getirir. Ki, bütün meşakkat ve bütün rezâletin yuvası “meylü’r-rahat”tır. Müslümanları de esir alıp tembellik zindanına atan da bu meylidir. Bu, sihirleyici bir cellât gibi insanı tutar, duygu ve kabiliyetlerini öldürür. Başıboşluk, işsizlik sıkıntı, sıkıntı da sefaheti; sefahet de sefaleti getirir. “Her faaliyette bir lezzetin bulunduğunu; hayatta en çok sıkıntıyı, boş ve işsizlerin çektiğini” ise hissetmemek, görmemek mümkün değil. Çalışma, vücudun hayatı ve hayatın uyanıklık hâlidir. Çünkü, fıtratı heyecanla yaratılan insanın rahatı ancak çalışmakla mümkün.
“Sükûn ve sükûnet, atalet, yeknesaklık, tevakkuf; bir nev'î ademdir/yokluktur, zarardır. Hareket ve tebeddül; vücuttur, hayırdır. Hayat harekâtla kemalini bulur; beliyyat vasıtasıyla terakkî eder.”8
Allah’a, Kur’ân’a ve peygamberlere iman, çalışmayı gerektirmektedir. Hatta, pek çok peygamberin bir meslekte pir ve öncü olması; insanlığa muhteşem örnekler teşkil etmektedirler. Diğer yandan, İslâmın şartlarını yerine getiren Müslümanın, yapmış olduğu bütün çalışmaların ibâdet hükmüne geçtiğini bilmesi, ayrı bir şevk, ayrı bir zevk, ayrı bir heyecan kaynağıdır.
***
Bir gün, bir tanıdığı, Lord Northcliffe’e, romancı Thackeray hakkında şunları söyler:
“Thackeray bir sabah gözlerini açtığında, meşhur biri haline geldiğini görmüş, doğru mu?”
Lord Northcliffe, şu cevabı verir:
“Thackeray’ın bir sabah gözlerini açınca kendisini meşhur bir romancı olarak bulduğu doğrudur. Yalnız, o sabah geldiğinde, Thackeray elli yıldan beri günde sekiz saat yazı yazıyordu... Sabahleyin kendilerini meşhur bulan adamlar, bütün gece uyumazlar.”
Dipnotlar:
1- Kur’ân, Tevbe, 105.; 2- Kur’ân, Necm, 39.; 3- Keşfü’l-Hafa, 1:412 (1320); 4- Buhârî, Büyu’, 15.; 5- Müsned, 2:524.; 6- Müslim, Zekât: 35-36.; 7- A.g.e, Zekât, 37.; 8- Lem’alar, s. 9.
03.12.2006
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|