Üç günlük Türkiye ziyaretini tamamlayan Papa 16. Benediktus, "kalbinin bir kısmını İstanbul'da bırakarak" ülkesi Vatikan'a geri döndü.
Papa'nın bu tarihî ziyaretinin genel anlamda çok hisseli ve yahut çok boncuklu olduğunu söylemek mümkün.
Boncukların rengi, elbette ki maviydi. Gittiği hemen her yerde bol bol bu boncuklardan dağıttı.
Kimse ile tersleşmeden, kimse ile zıtlaşmadan birlik, dostluk ve barış mesajları verdi.
Oysa, Türkiye'ye gelmeden önceki imajı çok kötüydü. Sebebi, Hz. Muhammed (asm) hakkında ağzından çıkardığı galiz sözlerdi.
Hatasını her ne kadar telafi etmeye çalıştıysa da, kendi hinterlandında buna muvaffak olamadı. O eski yıkıcı imajını, Türkiye'ye yaptığı ziyaretle bir derece düzeltmeye çalıştı.
Belirsizlik sıkıntısı
Papa'nın ziyareti öncesinde, tansiyon hayli yükselmiş, gerginlik hat safhaya varmış durumdaydı.
Onun Başbakan'la görüşüp görüşemeyeceği belli değildi. Bu noktadaki muğlaklık, çeşitli spekülasyonlara, dedikodulara yol açıyordu.
Yine, Papa'nın Cumhurbaşkanı ile, Diyanet İşleri Başkanı ile yapacağı görüşmenin nasıl bir seyir takip edeceği ciddî merak konusuydu.
Öte yandan, başta Patrik Bartholomeos olmak üzere, sair dinlerin temsilcileriyle yapacağı görüşmelerin mahiyeti üzerinde giderek zıtlaşan tartışmalar yaşanıyordu.
Bir başka husus da, günler, haftalar önce başlayan protesto gösterilerinin ziyaret esnasında da yer yer devam edebileceği endişesiydi.
İşte bu ve benzeri sıkıntılar, büyük bir yekûn teşkil ediyordu.
Üstelik, tüm dünyanın dikkati Türkiye üzerinde yoğunlaşmış durumdaydı. Bu sebeple, emniyet alarma geçti. Birçok yerde olağanüstü tedbirler alındı. Ta ki, istenmeyen gelişmeler yaşanmasın diye...
Neyse ki, korkulan olmadı. Tarihî ziyaret kazasız, belasız sona erdi.
Mavi boncuklar
Başbakan Esdoğan, havaalanında yaptığı görüşmeden sonra, "Papa'nın da İslâmı 'barış dini' olarak gördüğünü" açıkladı. Bu, ziyaret zincirinin ilk mavi boncuğu oldu.
Diyanet Reisi Bardakoğlu, İslâmiyet ve Peygamberimiz aleyhindeki sözlerini yüzüne karşı eleştirip reddeti; bir cihette kem sözleri sahibine iade etti. Papa, bunu da "eyvallah" diyerek bir bakıma sineye çekti.
(Bu arada, Papa'nın bizim Reisicumhur'la olan görüşmesinden aklımda kalan ne var diye şöyle bir yokladım; kayda değer herhangi birşey bulamadığım için geçiyorum.)
Efes'te "hacı" olup İstanbul'a gelen Papa, sırasıyla kendisine bağlı Vatikan temsilcisiyle, Ortodoks temsilcisi Patrrik ile görtükten sonra, ayrıca Ermeni, Süryanî ve Musevî temsilcilerle de ayrı ayrı görüşerek, onları da mavi boncuktan mahrum bırakmadı. Tabiî, boncuğun büyüğü "Birlik Protokülü"nü de hiç şüphesiz Patrik ile paylaşmış oldu.
Ayasofya'nın yanı sıra Sultanahmet Camiini de ziyaret eden ve İstanbul müftüsüyle birlikte Kıble'ye (Mekke'ye) dönerek yapılan duâya iştirak eden Papa'nın bu jesti de, bütün dünyanın dikkatini mûcip oldu ve büyük bir sürpriz olarak karşılandı.
Sıra geldi bundan sonraki gelişmelere.
Bakalım, Papa'nın bu tarihî ziyareti, Türkiye ve Hıristiyan dünyasında ne gibi gelişmelere yol açacak ve ne tür sonuçlar doğuracak.
Günün Tarihi
Latin alfabesi, nasıl "Türk alfabesi" oldu?
2Aralık 1928: Bir ay evvel yapılan "harf inkılâbı" hızla yaygınlaştırıldı; bugün itibariyle de, bütün gazete yazıları ve sokak isimlerinin Latin harfleriyle yazılması mecburiyeti getirildi.
Harf inkılâbının birden yapılması ve uygulamasının da çok sert biçimde sürdürülmesi, tamiri ve telâfisi imkânsız zararlara yol açtı. Milletin yüzde 99'u bir günde cahil bir duruma düşürüldü.
Bütün ömrünü okumayla, ilim tahsili ile geçirenler, bir gün içinde "hiçbir işe yaramaz" hale getirildi.
Zira, öyle bir inkılâp yapıldı ki, bununla sadece yeni harflerin okunması mecburiyeti getirilmedi; aynı zamanda, eski harflerin (yani İslâm harflerine dayalı Osmanlıcanın) de kesinkes yasaklanması cihetine gidildi.
Kısacası, eskiye ait ne varsa tarih mezarlığına gömülmeye çalışıldı. Böylece 80 yaşındaki bir âlim, 8 yaşındaki çoğun bile gerisine düşürülmüş oldu.
Harf devrimi günlerinde "orta yolu" bulma arayışları çerçevesinde yapılan "Yeniyi mecbur edelim; ama, hiç olmazsa eskiyi yasaklamayalım" teklifleri dahi en sert şekilde yüzgeri edildi.
İslâm yazısına "Arap yazısı" damgası vurulurken, Latin yazısı da—hiçbir alâkası olmadığı halde—"Türk harfleri" diye yutturulmaya çalışıldı.
Oysa, Türk harfleri olsa olsa Göktürkler'in de kullanmış olduğu "Uygur harfleri" olabilirdi. Ki, Türkler İslâmiyeti kabul ettikten sonra bile, bu Uygur yazısını uzun süre kullanmışlar ve hiçbir şekilde "yasak" engeliyle karşılaşmamışlardır.
Uygurcanın terki, zamanla ve fıtrî bir seyir içinde olmuştur.
Türklerin İslâm harflerine dayalı geliştirmiş oldukları Osmanlıca'yı ise, kelimenin tam anlamıyla bir "medeniyet lisanı" haline getirmişlerdir. Zaman içinde gelişen bu Osmanlıca lisanında kullanılan harf sayısı 36'ya varmıştı.
Bu, Türkçe'nin gerek telaffuz (fonetik) ve gerekse şekil itibariyle zirveye ulaştığı, mükemmeli yakaladığı anlamına geliyordu. Şimdi kullanılan ve 28 harfle sınırlandırılan Latin alfabesi ise, Türkçe'nin söz ve yazı dilindeki incelik gerektiren ihtiyacını karşılamaktan çok uzaktır.
NOT: Osmanlıca olarak telif edilen Risâle–i Nur'un sür'atle intişarı, zirve noktasına erişen Osmanlıca'nın yasaklandığı tarihlere denk düşüyor. Buna göre Risâle–i Nur, Osmanlıca'nın en mükemmel haliyle telif edilmiş oluyor.
02.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|