Ara sıra güzel bir nostalji yaşamak için dinlediğim müziklerin arasında “Gözler kalbin aynasıdır” adlı şarkı da vardır. Bilmem siz de hiç mırıldandınız mı, “Gözler kalbin aynasıdır / Yalan nedir, bilmez onlar” şeklindeki nakaratını? Şöyle düşünelim: Şayet bu gözler karşı cinse değil de toplum hayatımıza doğru bir yolculuk yapsa ve hakikatin gözcüsü hükmünde, sözlerimiz ile davranışlarımız arasındaki çarpıklıkları uluorta meydana çıkarırsa ne yaparız?
İsterseniz, soruyu şöyle değiştirelim: Lisan-ı hâlimiz (davranışlarımız) lisan-ı kâlimiz (sözlerimiz) yerine konuşsa, acaba nasıl bir kişilik kompozisyonu çıkar karşımıza? Ne bileyim, bana, Bediüzzaman’ın Lem’alarda (İkinci Lem’a), “İç dışa, dış içe çevrilsek; Hz. Eyyûb’dan daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Çünkü işlediğimiz her bir günah, kafamıza giren her bir şüphe, kalb ve ruhumuzda yaralar açar” şeklinde ifade ettiği bir tablo çıkar gibi geliyor. Evet, konuşuyoruz; katıksız değerlerden, inançtan, vicdanımızın hürriyetinden… Dahası, değerlerimiz olmadan yaşayamayacağımızı dile getirmeyi bir marifet saymaktan da geri durmuyoruz. Hatta ve hatta “İnandığını yaşamaktan vazgeçme” gibisinden nutuklar attığımız da oluyor. Ama hâl ve hareketlerimiz; ruhumuz, kalbimiz ve aklımızda açılmış yaraları lisân-ı hâl dediğimiz aynamızda yüzümüze çarpıyor. Yaptığımız, ya gerçeğin dayanılmaz parlaklığı karşısında gözlerimizi kapamak ya da gün gibi ortada duran hakikati görmezlikten gelmek? Peki nereye kadar?
Bilmem hatırlar mısınız, Amerikalı bir kadını konu alan bir film vardı. Oldukça eski bir film. Filmin konusunu tek taraflı ve sırf Amerikan sevgisini arttırmak olarak görsem de gerçeklere dayandığı ve değerlere yönelik mesaj verdiği için filmi beğenmiştim. “Kızım olmadan asla” adlı filmde, kadın Amerika’da tanıştığı İranlı bir doktorla evlenir. Mutlu günler geçirdikten sonra, İran’dan erkeğin annesinin hasta olduğu haberi gelir. Belki de ölecektir. Bu yüzden kocası İran’a gitmek ister ve eşini de geri dönme vaadiyle, kızıyla birlikte götürür. Ancak işler iyi gitmez. Kocası İran’da değişir. Hep İran’da kalacağını söyler. Türlü tartışma ve boğuşmalardan sonra, kadın dönmek ister Amerika’ya. Kocası tek başına gidebileceğini, kızını da asla göremeyeceğini iletir. Böyle olunca, kadın kızıyla birlikte kaçabilmek için o kadar mücadele verir ki, insanüstü gayretlerin bir annede, daha doğrusu bir insanda görülebileceğine şaşırabiliyor insan.
Peki kızı ne ifade ediyordu kadın için? Kızı yanında olmasa, hayatın bir değeri olur muydu? Hayat ne anlam ifade edecekti kendisi için? Bu filmde söz konusu olan kızı, bir kadının hayatında hayatî bir değer olarak kabul edersek; aynı şekilde inancımız, hayat tarzımız, vicdanımız ve dahi tüm manevî değerlerimiz davranış olarak hayatımızda yerini almadığı takdirde, hayat bizim için ne ifade eder yahut biz hayat için anlamın hangi frekansında yaşarız?
Eskiler, “Âyinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz” demişler. Oysa yakın çevremizden başlayıp uzak çevremize kadar hayalî yolculuk yaptığımızda, kişinin gitgide sadece söz aynasında endamını gösterdiğini, işin ilginç tarafının da bunun, öyle ya da böyle, makbul görüldüğüne şâhitlik edebiliriz. Beyefendi çok güzel nutuk atıyor, yaşasın… Hanımefendi bir ‘yasağı’ çok güzel eleştiriyor, bravo… Peki ya icraat… Orası meçhul, yahut mevcud-u meçhul. Aslolan, dünyevîleşen ortamda değerlerin ne kadar dünyevîliğe göre eğilip bükülebildiğidir. Gerisini irdelemeye gerek yok. Tipik Mehmet Âkif’in, “Yaşasın… Kim yaşasın?... Ömrü olan… Şak şak şak…” türünden değerlerin alabora edildiği bir ortamı mısralarına taşıdığı gibi…
29.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|