Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Atilla Yayla’nın, İzmir’de düzenlenen AKP panelinde yaptığı konuşma ciddî tartışmalara sebep oldu. Yaşananların ‘tartışma’ mı, yoksa bir kısım medyanın, ‘doğru söyleyeni dokuz köyden kovma’ gayreti olarak mı değerlendirmek gerekir?
Geçmişte ve günümüzde çok defa benzer kampanyalar açıldığı için, Yayla hakkında açılan ‘’linç’ kampanyasına şaşırmadık. Ancak bu defa farklı olan, ‘linç’e karşı itiraz seslerinin de yükselmesiydi. Hadisenin patlak verdiği günün akabinde yurt dışına çıktığımız için, bu değerlendirme geç kalmış sayılabilir. Ancak, geç de olsa Yayla’ya karşı başlatılan ‘linç’ girişiminin ‘yanlış’ olduğunu ifade etmek gerekiyordu.
Prof. Yayla’nın İzmir’de yaptığı ve daha sonra da ‘sözlerimin arkasındayım’ diyerek sahip çıktığı konuşmasın üzerinden neredeyse 10 gün geçti. “Söyletmeyin, susturun” kampanyası karşısında gerek Yayla’nın kendi yazdıkları ve gerekse konu hakkında yazılan diğer yazılar, umumiyetle Yayla’ya hak veriyor. Yayla’nın görüşlerine katılmayan yazarlar bile, hakkında yapılan ‘dersten el çektirme’ işlemini doğru ve haklı bulmuyor. (Bkz. Özdemir İnce, Hürriyet, 28 Kasım 2006)
Bu tartışma bile, Türkiye’de ciddî bir ifade özgürlüğü problemi olduğunu gösteriyor. Türkiye’deki eğitim sistemiyle yetişen, YÖK’e bağlı bir üniversitede profesör olan bir ilim adamı, bir konuda görüş beyan etti diye hemen silinip atılabilir mi? Fikir ve ifade özgürlüğü ‘rahatsız edici ifadelere de izin vermeyi’ gerektirmiyor mu? Beyan edilen fikirlerin yanlış olduğunu düşünenler, bu fikirlerin beyanına yasak koymak yerine; kendilerince doğru olan karşı fikirleri beyan ederler. Neticeye de millet karar verir. Bunun dışında bir yol ile, her konuşanı susturmaya çalışmak, ‘onuncu köy’e göndermek için bahane üretmek Türkiye’ye ne kazandıdır?
Üstelik, Prof. Yayla’nın ‘olabilir, bize sorarlar’ dediği şey, yakın geçmişte AB yetkililerince hatırlatılmıştı. Yanlış hatırlamıyorsak, Hollandalı Hıristiyan Demokrat parlamenter Arie Ostlander bu anlama gelecek sözler söylemiş ve o zaman da tartışma yaşanmıştı. “Yarın bir gün bunu bize sorarlar” diyen bir uzmanı bugün sustursak bile, yarın aynı soru AB nezdinde masamıza konulduğunda ne yapacağız? Olması gereken, “Böyle bir ihtimale karşı hazırlıklı olmak” değil midir?
Türriye’yi ‘idare’ ettiğini düşünenler bir noktayı hep unutuyor: Fikirleri inkâr ederek, konuşanı susturarak, doğru söyleyeni onuncu köylere sürerek bir yere varamıyız. Bunun en yakın şahidi, yakın tarihimiz olsa gerek. Türkiye’nin demokrasi ile yönetilmediği dönemlerde de fikir beyan edenler susturulmak istenmiş, çoğu zaman ‘onuncu dağ’a sürülmüş. Ama susturulmak istenen fikirler tam aksine millet nezdinde itibar görmüş ve nihayetinde Türkiye demokrasi ile yönetilir duruma gelmiş. Bundan sonra geriye dönüşün, olması mümkün değildir. Hem niçin bütün dünya hürriyet ve fikir özgürlüğü noktasında ileriye gitisin de biz geriye gidelim? Böyle bir şey, eşyanın tabiatına aykırıdır.
Bu tartışma sonrası kamuoyunun ortaya koyduğu sağlam duruş, Türkiye’nin yarınları için umut ışığı olmuştur. İnşallah daha da iyi olacak... Tartışa tartışa gerçekler ortaya çıkacak ve bugün değilse yarın, ama mutlaka doğrular galip gelecek... ‘Yanlışta ısrar edenler’ istemese de...
29.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|