Kemalist dogma refleksleri
Geçen hafta Prof. Atilla Yayla’nın “Kemalizm ilerlemeden çok gerilemeye tekabül eder” sözleri gündeme damgasını vurdu. M. Kemal'den “o adam” diye bahsettiği iddiaları hâlâ kesinleşmediyse de, bazı kurumlar kendisine karşı hemen harekete geçti. Gazi Üniversitesindeki derslerinden uzaklaştırıldı, bir takım medya kuruluşları kendisini hain ilân etti ve hatta bunu fırsat bilerek durumu laikliğe karşı bir tehdit olarak konumlamaya çalışan yayın organları bile oldu. Bu tablo karşısında Prof. Yayla “Doğru mu söyledi, yoksa vatan haini mi?” ikileminin kutuplarında savrulmak yerine, bu söylemler arasında ortaya çıkan “zayıflık-güven” ilişkisine dikkat çekmek kendimizi sorgulamak ve diyaloğa sığınmak için önemli bir adım olacaktır.
Öncelikle Prof. Yayla’nın eyleminden başlayalım. Prof. Yayla bir bilim adamı olarak görüşlerini dile getirmiştir. Elbette görüşlerinin muhtevası karşıt, hemfikir veya farklı yaklaşımlarla tartışmaya açılabilir. Prof. Yayla da gerek görürse kendi düşüncesine nasıl vardığını etraflıca açıklayabilir. Kaldı ki Prof. Yayla, Atilla Yayla adlı sade bir vatandaş olarak görüşlerini açıklasaydı da, benzer bir tutum izlenmesi gerekirdi. Yani, açık bir toplumda kişiler fikir beyan etmek için kurumsal hiyerarşilerin desteğini almak zorunda da hissetmemeliler; özellikle herkesin eşit şartlarda olmadığı bir ortamda.
Söz söyleme özgürlüğünün “demokrasinin bir gereği” olduğunu günlük hayatta anlamını pek de düşünmeden dile getiriyoruz kanımca. Söz söyleme özgürlüğü, hayata adil bakabilmek ve bu doğrultuda kendini terbiye etmek gibi iki temel ilkeye ihtiyaç duyuyor. Karşısındakine olmasa bile, en azından kendine saygılı her kişi bir gün susturulma aşağılanması ve dışlanmasını yaşamamak için karşısındakini dinler. Eski bir atasözü gibi “kendin için istemediğini başkasına yapma.” Dinlemeyi, karşı görüşten korkmamayı ve bu doğrultuda kendine güvenmeyi ilke edinen kişi düşüncelerinin değişime açık olduğunu da kabul eder. Aksi halde, kişi zayıflık ve kendine güvensizlik muhafazakârlığının, hatta gericiliğinin içinde sıkışıp kalır. Çünkü, karşısındakini iktidarıyla bastırıp zafer edinen kişi akıllı biriyse, bu iktidarın zorla edinilmiş bir durum olduğunun farkındadır ve bu kolaycılığın altında ezilir. Ancak, zayıf temelli iktidarlarını kullananlar yeterince akıllı ve güçlü değillerse, iktidarda kalabilmek için yanlış hedef gösterip baskı uygulamaya devam ederler. Bu durum kurumlarda da pek farklı değil.
Türkiye’de Kemalist dogmaya sığınılarak ortaya çıkan refleksler bu güvensizliğin günlük hayattaki en belirgin örnekleri arasında. Sıralayacak olursak, Atatürk’ü şartsız sevmek, laikliğin sadece bir yüzünü her fırsatta öne çıkarmak, Türk olmayı etnik ve dinsel bir bütünlük içinde ele almaya çabalamak, olaylara bu kısır çerçevede yaklaşmayanları da tek kalemde vatan hainliğiyle suçlamak ve hatta mümkünse bu kişilere karşı idarî ve yargı organlarını bir an evvel devreye sokmak bugünkü egemen iktidarın en belirgin refleksleri arasında.
Atatürk’ün oldukça zeki bir lider olduğu hiç kuşku götürmez bir gerçek ancak, Kurtuluş Savaşı’nın sadece bir kişiye ait bir zafer olarak görülüp Atatürk’ün ‘tek’ kahraman ilân edilmesi ve Cumhuriyet’in kuruluşunun tek yönüyle ele alınması ‘ilerleme’ ilkesinin oldukça sınırlı bir okuması değil mi? Laikliğin ‘laik’ olanlar tarafından altı boşaltılarak türban tartışmasına ve cenazelerde atılan bir slogan haline indirgenmesi gerici bir durum değil mi? Üstelik bu durum asıl “gericiliklerin” gözden kaçmasına sebep olmuyor mu? Kuruluşundan bu yana devletin vatandaşları arasında ayrım yapması ve bu durumu gün yüzüne çıkarıp tarihle hesaplaşma özgüvenine sahip olanların yargıya sevk edilmesi ne kadar ve hangi bağlamda ilerici? Son olarak tüm bu soruları sorup, açık bir toplumda yaşamak isteyenlerin memleketini sevmediğini kim hangi hakla iddia edebilir?
Bu soruların cevaplarını tartışmak bu sütunun sınırlarını fazlasıyla aşacaktır. Ama son bir kaç soru belki vicdan muhasebesi yapmamıza yardımcı olur. Yukarıdaki soruları kaçımız kendimize soruyoruz? Bir kısmımız farkında olmadığımız için “hadi canım hain” demeye devam ediyoruz. Hadi onları anlayışla karşılayalım, bilmiyorlar ve araştırmıyorlar. Ya farkında olup, zalimin zulmüne kapılanlar ilerlemeyi nasıl tanımlıyor? Ve daha önemlisi akşam yastığa başlarını koyduklarında kendilerine güvensizlikleri ve korkuları onları rahat bırakıyor mu?
|
Nil MUTLUER
27.11.2006
|
|
Devlet, sivil toplumun arkasında değil yanında olmalıdır
Sosyo-politik sistemlerdeki “sivilleşme” olgusu, kaynağını toplumdan aldığı ölçüde sağlıklı gelişir. Eğer talepler ve hak istekleri, sivil inisiyatif ya da halktan gelmiyorsa, yönetimdeki bürokrasi tarafından bir lütuf gibi sunuluyorsa o toplumda sivilleşmeden ve demokratikleşmeden bahsedilemeyeceği açıktır. “Buyruk” merkezli yönetimlere sahip geri toplumlar maalesef bu konumdadırlar.
Sivilleşme ve sivil toplum yapısının geliştirilmesinde elbette devlete de görevler düşmektedir. Çağımızda, dünya siyasî sistemlerinde ve sosyo-politik gelişmelerdeki genel gidişatı iyi okuyan yönetimler, bırakınız sivil topluma engel olmayı, gelişmeleri için her türlü desteği vermektedirler. Fakat bu destek, sivil toplumun kendi ayakları üzerinde durmasını sağlayacak bir nitelik taşır. Onu istediği ölçüde kıvama getirmek ve şekil vermek için değil!
Bir genç için, arkasında ebeveynin varlığını hissetmek yerine, onun yanında olduğunu bilmek kendi ayakları üstünde durabilmesinde nasıl önemliyse, devletin de ‘arkada değil, yanda olma’ güvencesini sivil toplum oluşumlarına sağlaması o kadar önemlidir.
Yoksa sivil toplumu geliştireyim diye kendine bağlı sivil toplum örgütleri kurmak ve arkanızdayım demek çözüm değildir. Arkasında devlet desteği olan ve devlet tarafından kurulan böylesi kuruluşlara ne kadar sivil anlamı yüklenebilir ki? Bunların örneklerini ülkemizde yakın geçmişteki 28 Şubat sürecinde yaşamadık mı?
Önemli olan husus kaynağını toplumdan alan sivil toplum oluşumlarının kendi ayakları üzerinde durabilmelerinin sağlanmasıdır. Bu kültür yerleşmediği takdirde, çağa yabancı iktidara hevesli kişi ve kurumlar sivil toplum kuruluşlarını yanlış anlamaya devam edecekler, bir moda gibi görecekler ve cenazelerinde dahi istismar etmeye kalkabileceklerdir.
Kısacası, yan yana durdukları ölçüde, devlet, özel sermaye ve sivil toplum kesimleri bir bütünün parçası olurlar ve tüm bir resmi tamamlarlar. İşte o zaman üç tane bir, yüz on bir kuvvetinde olur.
|
Prof. Dr. Gürbüz AKSOY
27.11.2006
|
|
Türkiye çingenelerine yapılan insan hakları ihlâlleri
Mazlumder Kocaeli Şubesi “Türkiye Çingenelerine Yapılan İnsan Hakları İhlâlleri” konulu bir konferans düzenledi. Üye ve gönüllülerin yanı sıra halktan çingene vatandaşların da katıldığı konferansın Kocaeli’nde bölgesel çapta yaşanan sorunlar açısından bir nebze olsun aydınlatıcı olduğu görüldü.
Çingene olmasına rağmen toplumsal dışlamayı yenerek okuyup üst düzey bürokrat olup daha sonra emekli olan Araştırmacı-yazar Çingene Kültür Dernekleri Federasyonu Onursal Başkanı Mustafa Aksu’nun konuşmacı olarak katıldığı konferans da “Çingene (mi?), Roman (mı?)” tartışmasına açıklık getirildi. Çingene kelimesinin kullanılması gerektiğini şiddetle savunan Yazar Aksu, çingene kavramına yıllardır yüklenen çirkin ve kötü anlamların çingene kavramını kullanmada engel olmaması gerektiğini, ön yargıların üzerine gidilmesi gerektiğini ifade ederken, ayrımcılığı teşkil eden devlet etkenli sorunların yanında, sosyal kaynaklı sorunlar hakkında bilgi verdi.
Türkiye çingenelerinin yaşadığı insan hakları ihlâllerinin ortadan kalkması için çok yönlü çaba harcanması gerektiğini, “buçuk millet” tabirinin isnat edildiği çingenelerin tam bir millet olduğunu, kendilerine ait “çingenece” adında bir dilleri ve kültürleri olduğunu belirten Aksu, insan onuruna yaraşır bir şekilde muamele göstermek için ilk olarak herkesin kafasındaki ön yargılardan kurtulması, günlük hayattan eğitim-öğretim alanlarında, iş hayatına kadar çingenelere var olma imkânları tanınması gerektiğini, bununla birlikte çingenelerin de var olmak için kendilerine güvenmeleri ve çaba harcamaları gerektiğini kaydetti.
Araştırmacı-yazar Aksu, çingene kavramının Türkçe sözlük ve ansiklopedilerde bir takım çirkin yakıştırmalarla kullanılmasının değiştirildiğini, yeni yayınlanan sözlük ve ansiklopedilerde bu kullanımlara yer verilmediğini, fakat eski sözlük ve ansiklopedilerin toplatılmadığını, vatandaşların ellerinde bulunan bu yayınların ön yargı ve ayrımcılıkta etkin olduğunu belirtti. Anayasanın 10. maddesine tezat bir şekilde uzun yıllar varlığını koruyan 2510 Sayılı İskan Kanununun “Türk kültürüne bağlı olmayan, anarşistler, göçebe çingeneler, casuslar ve memleket dışına çıkartılmış olanlar Türkiye'ye ‘muhacir’ göçmen olarak kabul edilemezler” ifadelerinin bulunduğu 4. maddenin bugün itibari ile kalkmış olduğunu belirten Yazar Aksu, fakat yerine getirilen kanunda geniş bir ifade ile Türk kültüründen olmayanların girişinin yasaklandığının, böylece durumun daha da kötüleştiğini farklı etnik kimliktekilerin tümünün Türkiye’ye yerleşmek istemeye hakkı kalmadığının belirtildiğini ifade etti. Çingenelere yönelik olumsuz bakış açısının devlet eliyle düzeltilmesi gerekirken devletin yasalarında, bastırdığı sözlük ve ansiklopedilerine bu ayrımcılığı bizzat kendi eliyle yaptığını belirtti.
Öğrencilik ve bürokrasi yıllarında yaşadığı sorunlardan da örnekler vererek çingenelere yapılan insan hakları ihlâlleri hakkında bilgi veren Yazar Aksu, bu konuda mevcut hurafelerin olduğunu, bunların kaldırılması için kendisinin 10 yıllık bir hukuk mücadelesi ile Diyanet’in yayınladığı bazı fetvalar olmasına rağmen yerleşik batıl inancın ortadan kalkmasında bu fetvaların yetersiz olduğunu belirtti. Dine gönderme yapılarak oluşturulan hurafelerle çingenelerin dışlandığını bu yüzden din adamlarına büyük görevler düştüğünü ifade etti.
|
27.11.2006
|
|
“İsrail suçludur” raporu
Uluslar arası Af Örgütü, İsrail tarafından Lübnan’a karşı düzenlenen ve yaklaşık 1 ay süren saldırıların ardından bir rapor daha yayınladı. Örgüt, raporda bölgede işlenen savaş suçları ve hukuk ihlâllerine ağırlık verdi. Raporda, İsrail’in savaş suçları dahil ciddî uluslar arası insan hakları ihlâllerinde bulunduğu ifade edildi.
Uluslararası Af Örgütü’nün hazırladığı “İsrail-Lübnan: Tüm orantıların dışında-Savaşın bedelini siviller ödedi” başlıklı raporda İsrail güçlerinin hedef gözetmeksizin geniş çaplı ölçüsüz saldırılar yaptığı belirtilerek, Güney Lübnan’ın uğradığı toplu bombardımanın ve özellikle savaşın son günlerinde sivil yerleşim yerlerinde yaygın olarak kullanılan misket bombalarının orantısız güç kullanımının en belirgin örnekleri olduğu ifade edildi.
İsrail ordusunun, bölge nüfusunun hayatta kalması için vazgeçilmez olan altyapıya yaptığı saldırılarla savaş boyunca ve devamında uygulanan hava ve deniz ablukasının Raporda Lübnan halkı ve hükümetine Hizbullah’a sırt çevirmedikleri için bir çeşit toplu cezalandırma uygulandığı kaydedildi.
|
27.11.2006
|