|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
"Eğer Rabbimin nimeti olmasaydı, ben de Cehennem ehlinden olacaktım."
Sâffât Sûresi: 57
|
27.11.2006
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Zafer sabırla beraberdir. Kurtuluş sıkıntıyla beraberdir. Her güçlüğün yanında bir de kolaylık vardır.
Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3812
|
27.11.2006
|
|
İlmî istibdat, siyasî istibdadın veledidir
Suâl: “İstibdat nedir; meşrûtiyet nedir?”
Cevap: İstibdat tahakkümdür, muâmele-i keyfiyedir, kuvvete istinad ile cebirdir, rey-i vâhiddir, sû-i istimâlâta gâyet müsâit bir zemindir, zulmün temelidir, insâniyetin mâhisidir. Sefâlet derelerinin esfel-i sâfilînine insanı tekerlendiren ve âlem-i İslâmiyeti zillet ve sefâlete düşürttüren ve ağrâz ve husûmeti uyandıran ve İslâmiyeti zehirlendiren, hattâ herşeye sirâyet ile zehrini atan, o derece ihtilâfâtı beyne’l-İslâm îka edip, Mûtezile, Cebriye, Mürcie gibi dalâlet fırkalarını tevlid eden, istibdattır.
Evet, taklidin pederi ve istibdâd-ı siyâsînin veledi olan istibdâd-ı ilmîdir ki, Cebriye, Râfıziye, Mûtezile gibi İslâmiyeti müşevveş eden fırkaları tevlid etmiştir.
Suâl: “İstibdat bu derece bir semm-i katil olduğunu bilmezdik. Lehü’l-hamd, parçalandı. Onu esâsiyle tedâvi edecek olan tiryâk-ı meşrûtiyeti bize târif et.”
Cevap: Bâzı memurların ef’ali, adem-i ülfetten dolayı size yanlış ders gösterdiği ve şiddetten neş’et eden müşevveşiyetle hâl-i hazırdan fehmettiğiniz meşrûtiyeti tefsir etmeyeceğim. Belki hükümetin hedef-i maksadı olan meşrûtiyet-i meşrûâyı beyân edeceğim.
İşte, meşrûtiyet “Ve işlerde onlarla istişâre et.” (Âl-i İmran Sûresi:159)
“Onların aralarındaki işleri istişâre iledir.” (Şûrâ Sûresi: 38) âyet-i kerîmelerinin tecellîsidir ve meşveret-i şer’iyedir. O vücud-u nûrânînin kuvvete bedel, hayatı haktır, kalbi mârifettir, lisânı muhabbettir, aklı kânundur, şahıs değildir.
Evet, meşrûtiyet hâkimiyet-i millettir; siz dahi hâkim oldunuz. Umum akvâmın sebeb-i saadetidir; siz de saadete gideceksiniz. Bütün eşvâk ve hissiyât-ı âliyeyi uyandırır; uyku bes, siz de uyanınız. İnsanı hayvanlıktan kurtarır; siz de tam insan olunuz. İslâmiyetin bahtını, Asya’nın tâliini açacaktır. Size müjde. Bizim devleti, ömr-ü ebedîye mazhar eder. Milletin bekâsıyla ibkâ edecek; siz daha me’yus olmayınız. Bir ince tel gibi her tarafa hevâ ve hevesin tehyîci ile çevrilmeye müstaid olan rey-i vâhid-i istibdâdı lâyetezelzel bir demir direk gibi, lâyetefellel bir elmas kılınç gibi olan efkâr-ı âmmeye tebdil eder; siz de, sefine-i Nuh gibi emniyet ediniz. Herkesi bir padişah hükmüne getiriyor; siz de hürriyetperverlikle padişah olmaya gayret ediniz. Esâs-ı insâniyet olan cüz’-ü ihtiyârı temin eder, âzâd eder; siz de câmid olmaya râzı olmayınız. Üç yüz milyondan ziyâde ehl-i İslâmı bir aşîret gibi birbirine rapteder; siz de o râbıtayı muhâfaza ediniz. Zîrâ meşveret perdeyi attı; milliyet göründü, harekete geldi. Milliyet içinde İslâmiyet ışıklandı, ihtizâza geldi. Zîrâ, milliyetimizin rûhu İslâmiyettir; hakîki ve nisbî ve izâfîden mürekkeptir. Başka millete benzemiyoruz.
Münâzarât, s. 22
Lügatçe:
rey-i vâhid: Tek görüş.
mâhi: Mahvedici.
ağrâz: Garazlar.
beyne’l-İslâm: Müslümanlar arasında.
îka: Ortaya çıkarma, meydana getirme.
müşevveş: Karışık.
semm-i katil: Öldürücü zehir.
adem-i ülfet: Alışık olmama.
akvâm: Kavimler.
eşvâk: Şevkler.
bes: Yeter.
lâyetezelzel: Sarsılmaz.
lâyetefellel: Ağzı kırılmaz ve körelmez.
|
27.11.2006
|
|
ESMA-İ HÜSNA
Vedûd
Allah (c.c.), Vedûd’dur. Yani, kullarını ve mahlûkatını sever. Canlıları sevgisine mazhar eder. Kendisine her teveccüh edene muhabbet buyurur, her yönelişten hoşnut olur. Günahları terk eden, tövbe eden ve sâlih amel işleyen kullarından râzı olur.
Ebû Hüreyre’nin (r.a.) Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivâyet ettiği Vedûd ismi, Kur’ân’da da yer almaktadır. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “O Ğafûr ve Vedûd’tur.”1 Kur’ân, Hazret-i Şuayb’ın (a.s.) kavmine şöyle seslendiğini beyan eder: “Rabbinize istiğfar edin. Ve Ona tövbe edin. Şüphesiz Rabbim Rahîm ve Vedûd’tur.”2
Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, hadsiz rahmetli, muhabbetli ve nihâyetsiz derecede şefkatli olan, Kendi san’atını çok seven, Kendini sevdiren ve Kendini sevenleri ziyâdesiyle seven Zat-ı Kadîr-i Hakîm’in, en ziyâde Kendini seven, sevimli, sevilen ve Sâniine fıtraten tutkun olan “hayatı” ve hayatın zâtı ve cevheri olan “rûhu,” ebedî ölüm ile îdâm edip, o sevgili dostunu, habîbini ve sevgilisini Kendinden ebedî bir sûrette küstürmesi, darıltması, dehşetli bir şekilde rencîde ederek rahmet sırrını ve muhabbet nûrunu inkâr etmesi ve ettirmesi hiçbir cihetle mümkün değildir; akıl kabul etmez. Îmân tâcını giyen insan rûhu, Cenâb-ı Hakkın muhibbi, habîbi ve—tâbir câizse—sevgilisi makâmına yükselmektedir. Ebedî yokluğa mahkûmiyet ise, Allah Teâlânın sonsuz sevdiği kullarını ebedî bir sûrette ağlatması demek olur ki, bu, imkân ve ihtimal dışıdır. Bu kâinatı süslendiren ve umum mahlûkatı sevindiren Cenâb-ı Allah’ın mutlak güzelliği ve rahmeti gadirden, çirkinlikten, zulümden ve merhametsizlikten sonsuz derece münezzeh ve mukaddestir.3
Bedîüzzaman’a göre, rahmetinin güzel meyveleriyle insanları sevdiğini gösteren Rabb-i Rahîm, kulları tarafından da sevilmek istemektedir. İnsan, Allah’ın sevgisine mazhar olmak için, muhabbetini Allah’a tahsis etmeli ve bunu ibâdetle göstermelidir.4 Âlemin Yaratıcısı nihâyetsiz cemâl ve kemâl sahibidir. Yine ona göre, ehl-i aşkta Vedûd ismi hâkimdir.5 Vedûd ismine mazhar olan kâmil insanlar, bütün kâinatın mâyesinin muhabbet olduğunu, bütün mevcûdâtın hareketlerinin muhabbetle vâki olduğunu, bütün mevcûdâttaki incizap, cezbe ve câzibe kanunlarının muhabbetten olduğunu söylemişlerdir.6 Cemîl-i Zülcelâl ve Mahbûb-u Zülkemâl olan Allah Teâlâ öyle aşk ve muhabbete lâyıktır ki, bütün kâinat Onun muhabbetiyle mest ve hayrandır. Vedûd ismine mazhar bir kısım evliyânın, “Cenneti istemiyoruz. Allah’ın bir muhabbet pırıltısı bize ebedî olarak kâfîdir” demeleri bundandır. “Cennette Allah’ın cemâlini bir dakîka görmek, bütün Cennet lezzetlerinden üstündür” hadisinin sırrı da budur.7
İhtiyarlıkta Cenâb-ı Hakkın Vedûd isminin himâyesinin çok sevimli olduğunu8 beyan eden Bedîüzzaman, ehl-i hakikatın bir kısmının da ism-i Vedûda mazhar olduklarını, Vedûd isminin cilveleriyle ve mevcûdâtın pencereleriyle Vâcibü’l-Vücuda baktıklarını kaydeder.9
Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, Züleyhâ’nın Yusuf’a (a.s.) karşı duyduğu muhabbet, ism-i Vedûd’a ulaşmaya vesîle olan aşktan ibârettir.10 Vedûd ismi şefkatkârâne terbiye, maslahat üzerine tedbîr ve muhabbet gereğince ödüllendirmek istemektedir11 Cenâb-ı Hakkın mevcûdâtı îcat etmekteki en mühim maksadı, şuur ehline Kendini tanıttırmak, sevdirmek, medh u senâsını ettirmek, sevgi ve minnetlerini almaktır. Şükrü, tutkunluğu, bağlılığı, minnettarlığı, muhabbeti, methi ve ubûdiyeti netice veren rızık, şifâ, hidâyet ve îmân gibi küçük-büyük fiiller ve nîmetler doğrudan doğruya kâinat Hâlıkının eserleridirler.12
Bedîüzzaman’a göre, nimetlerin elden çıkmasından gam çekmemeli, keder duymamalı. Çünkü rahmet ve şefkati her şeyi kuşatan Cenâb-ı Hak Vedûd ve Bâkîdir. Onun vedûdiyeti ve bekâsı, nîmetlerin ebediyen kesilmesine râzı olmaz.13 Sonsuz şefkat sahibi ve Vedûd olan14 Cenâb-ı Hak, vedûdiyeti ve rahmâniyeti gereğince kendini mahlûkatına fiilen, kavlen ve sohbeten sonsuza kadar sevdirir.15 Cenâb-ı Allah’ın kullarını affetmesi de kullarına olan yüksek sevgisinin göstergesidir.16
(Risâle-i Nur’da Esmâ-i Hüsna)
Dipnotlar:
1- Buruc Sûresi: 14; 2- Hud Sûresi: 90; 3- Sözler, s. 101; 4- A.g.e., s. 298; 5- A.g.e., s. 302; 6- A.g.e., s. 570; 7- A.g.e., s. 571; 8- Lem’alar, s. 286; 9- Mektûbât, s. 24; 10- A.g.e., s. 34; 11- A.g.e., s. 275; 12- Şuâlar, s. 25; 13- A.g.e., s. 82; 14- Mesnevî-i Nuriye, s. 172; 15- Şuâlar, s. 116; 16- Mesnevî-i Nuriye, s. 113
|
27.11.2006
|
|
Nur'un dilinde Risale-i Nur
Otuz Üçüncü Söz
“Otuz Üçüncü Mektub olan Otuz Üç Pencerelerin kıymeti tamamen takdir edilmiş ki, gayet dikkatle ve güzel yazılmış. Evet o risâle, Marifetullah ve îman-ı billah için en kuvvetli ve en parlak bir risâledir. Yalnız baştaki pencereler gayet icmâl ve ihtisar ile gidilmiştir. Fakat gittikçe inkişaf eder, daha ziyade parlar. Zaten sâir telifata muhalif olarak, ekser Sözlerin başları mücmel başlar, gittikçe genişlenir, tenvir eder.” (Tarihçe-i Hayat, s. 173).
***
“Şu Otuz Üç Pencereli olan Otuz Üçüncü Mektub, imânı olmayanı inşaallah imâna getirir, imânı zayıf olanın imânını kuvvetleştirir, imânı kavî ve taklidî olanın imânını tahkikî yapar, imânı tahkikî olanın imânını genişlendirir, imânı geniş olana bütün kemâlât-ı hakikiyenin medârı ve esası olan mârifetullâhta terakkiyât verir, daha nurânî, daha parlak manzaraları açar.
“İşte bunun için, ‘Bir pencere bana kâfi geldi, yeter’ diyemezsin. Çünkü, senin aklına kanaat geldi, hissesini aldı ise, kalbin de hissesini ister, ruhun da hissesini ister, hattâ hayal de o nurdan hissesini isteyecek. Binâenaleyh, herbir pencerenin ayrı ayrı faydaları vardır. Mi’rac Risâlesinde asıl muhatap mü’min idi; mülhid ikinci derecede, istimâ makamında idi. Şu risâlede ise, muhatap münkirdir; istimâ makamlarında mü’mindir. Bunu düşünüp öylece bakmalı. Fakat, maatteessüf, mühim bir sebebe binâen şu Mektub gayet sür'atle yazıldığından ve hattâ müsvedde halinde kaldığından, elbette bana âit olan tarz-ı ifadede müşevveşiyet ve kusurlar olacaktır. Nazar-ı müsâmaha ile bakmalarını ve ellerinden gelirse, ıslâhlarını ve mâğfiret ile bana duâ eylemelerini ihvanlarımdan isterim...” (Sözler, s. 631)
***
Bediüzzaman Hazretleri, talebelerine yazdığı bir mektubda “Ve bilhassa saatçi Lütfü Efendiye pek çok selâm ve duâ ederim. Cenâb-ı Hak ona, o bana yazdığı Pencere Risâlesinin hurufu adedince ruhuna rahmet, kalbine nur, aklına hakikat, malına bereket ihsan eylesin. Âmin, âmin, âmin. Maksadım, ona o risâleyi yazdırmak, onu has talebeler dairesine idhal etmekti. Yoksa ona o zahmeti vermezdim” (Barla Lâhikası, s. 159) demektedir.
Bediüzzaman’ın Otuz Üçüncü Söz hakkındaki ifadelerinden şu sonucu çıkartabiliriz: Otuz Üçüncü Söz, marifetullah ve iman-ı billah için en kuvvetli ve parlak bir risâle olmakla birlikte bundaki hakikatları anlayanlar has Nur talebeleridir. İman-ı billah bütün kemâlâtın esası ve madeni (Şuâlar, s. 204) olmakla birlikte nefsi mükemmelleştirir, marifetullahta aklı mükemmelleştirir. Zaten aklı, nefsi mükemmeleşenin de ruhu mükemmelleşir ve gerçek insan konumuna gelir.
|
Fatma ÖZER
27.11.2006
|
|
BİR KISSA, BİN HİSSE
Şanlı Sahabelerden Hazret-i Huzeyfe (r.a.) Hendek Savaşında bir hatırasını şöyle anlatıyor:
Ben sahabileri Hendek gecesinde gördüm. Saf tutmuş, oturuyorlardı. Ebu Süfyan ve beraberindekiler üst tarafımızda, Kureyza Yahudileri de altımızda idiler. Çoluk çocuğumuza hücum etmelerinden korkuyorduk. Karanlık ve rüzgâr bakımından ondan daha şiddetli bir gece görmedim. Esen rüzgârda yıldırımlara benzer sesler vardı. Öyle karanlık vardı ki birbirimizin parmağını dahi göremiyorduk.
Münafıklar evlerinin perişan olduğunu söyleyerek Hazret-i Peygamber’den (asm) izin istemeye başladılar. Hâlbuki evleri perişan değildi. Münafıklardan kim Hazret-i Peygamber’den (asm) izin istemişse, Hazret-i Peygamber (asm) ona izin verdi. Ve izin verilenler teker teker sıvışıp gittiler.
Biz üç yüz kişi kaldık. Hz. Peygamber (asm) bir ara bize yönelerek teker teker halimizi sordu. Yanıma geldi. Üzerimde düşmanın silahından koruyacak bir zırhım bile yoktu. Hatta soğuktan koruyacak elbisem de yoktu. Ancak sırtımda yünden bir elbise vardı ki, o da hanımıma aitti. Dizlerimden aşağı inmiyordu.
Hz. Peygamber (asm), “Bir kişi yok mudur ki, müşriklerden bir haber getirsin de kıyamet günü benimle beraber bulunsun” buyurarak yanıma geldiğinde iki dizim üstünde oturmuştum. Hz. Peygamber (asm):
“Bu kimdir” diye sorunca, ben:
“Huzeyfe’yim ya Resulallah” dedim. O tekrar “Huzeyfe mi?” diye sorunca, ben daha çok yere eğildim. “Evet, ya Resulallah, Huzeyfe!” dedim. Bunu da ayağa kalkmamak için söylüyordum. Fakat ayağa kalktım. Bana:
“Kureyş ordusunda bir kaynaşma var. Git, bana haber getir’ dedi.
Ben o gece korku ve soğuk sebebiyle herkesten daha dehşetli bir haldeydim. Resulullah’ın emri üzerine çıktım. Hz. Peygamber (asm) benim için:
“Ey Allah’ım! Onu önünden, arkasından, sağından, solundan, üstünden ve altından muhafaza eyle!” diye duâ buyurdu.
Devamı yarın
|
Süleyman KÖSMENE
27.11.2006
|
|
|
|