|
|
Davut ŞAHİN |
Yabancı sermaye |
|
Sahi, “yabancı”lar neden Türk medyasına göz diker?
Niçin paralarını bizim kanalların üzerine sebil edip, yatırım yapar?
Mesele:
İdeolojik mi?
Yoksa:
“Duygusal” mı?
Peki, ideolojisi nedir?
Dün kısmen bahsettik... Yahudi patronlar “İsrail”e olan öfkeyi en aza indirmek için haberlerde “yan”lı davranır.
Yahut, yalan söyler.
Elin adamı çok satıp, kâr etme derdinde değil, “yerel veya genel seçimlerde kimin yanında olalım veya kimi destekleyelim”in derdindedir. Yani “güç”-ten yanadır.
“Duygusal” açıdan bakıldığında ise; zaten bu milletin birçok “hasseleri” alındı. Eğlenceler ve diğer aptalca programlarla uyutuluyor.
Yani her iki halde, zararda olan bizleriz.
GERÇEK TEHDİT
Emniyet Genel Müdürlüğünün raporunu, “İrtica tehdidi var” diyenlerin gözlerinin içine sokmak lâzım.
Sokmak lâzım ki, asıl tehdidin ne olduğunu görsünler.
Emniyet Genel Müdürlüğü, resmî internet sitesinde yayınladığı asayiş olaylarında, Türkiye genelinde yılın ilk 9 aylık bölümünde cinayete kurban giden kişi sayısını 1610 olarak açıkladı. (www.egm.gov.tr)
Aynı raporda aile içi şiddete maruz kalan kişi sayısı ise: 12 bin 784.
Verilere göre:
9 aylık dilimde Türkiye genelinde 465 kişi öldürülmek istenirken...
30 bin 977 kişinin kasten yaralanmış, 1290 kişinin intihar ettiğinin belirtildiği raporda 14 bin 78 kişi ise intihara teşebbüs etmiş...
54 bin 862 kişinin çıkan olaylarda dayak yediğinin açıklandığı raporda bir çarpıcı rakamda, 7 bin 141 polisin, saldırı, küfür ve mukamevetle karşılaşmış olması...
Aynı zaman diliminde hırsızlık olayları istatistiğine bakıyoruz:
67 bin 79 evden, 42 bin 331 işyerinden, 3 bin 199 resmi kurumlardan, 53 bin 20 otomobil hırsızlığı meydana gelmiş.
Otomobil hırsızlığında 23 bin 537 araç çalınmış.... Özellikle İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyükşehirlerin başı çektiği metropollerde 9 bin 668 kapkaç olayı meydana gelmiş.
Sormak lâzım:
“İrtica” bunun neresinde?
ŞİDDETİ TETİKLEYENLER
Prof. Dr. Faruk Yorulmaz (Tekirdağ Üniversitesi), Türkiye’de öğrencilerin yüzde 35’inin haftada en az bir kez şiddet içeren söz ve hakarete uğradığını söylüyor.
Yani, şiddeti televizyondan izlemiyor, bizzat yaşıyor.
Yorulmaz:
“Okulda şiddetin tetikleyicileri arasında, evde çok otoriter ana-baba tutumu, birinci neden... Öğrencilere şiddeti uygulayanların yarıdan fazlası, sınıf arkadaşları” diyor.
GAF-OLOJİ
Savaş Ay, mankenlerle “söyleşi” yapmaya devam ediyor.
Söyleşi demek bile fazla... Mizah yazısı gibi.
Soru:
“Papayı kim vurdu?”
Cevap:
“Papa’yı vuran Mehmet Ağar değil miydi?” (Posta)
Bu manken geçinen kişi malum, “kulaklarını yapıştırmayla ünlü”
O kadar kültürlü ki, söyleşide “Ahmet Barlas”ın kitabını okuduğunu söyleme ihtiyacı hissediyor. Ne incelik!
EFSANE’NİN DÖNÜŞÜ!
Ali Kırca ana haberden duyuru yapıyor:
“Evet, efsane geri döndü. Efsane adam Mükremin Çıtır artık ATV ekranlarında!”
Ne efsanesi?
Kimi kandırıyorsunuz?
Adam reytingi düştüğü için, “Bir Demet Tiyatro”yu bırakmamış mıydı?
Peki kulaktan kulağa dolaşan “iddia”lara ne demeli?
Güya ATV yönetimi ilk bölümü beğenmemiş ve Yılmaz Erdoğan’a kaseti geri göndermiş. Bunun üzerine bir sahne daha ekleme ihtiyacı hissetmiş...
Neyse... Bakalım izleyici yıllar sonra ekrana gelen Mükremin Çıtır’ı nasıl karşılayacak?
29.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Vatikan’ın yönü |
|
Papa’nın, Vatikan’la İslâm dünyası arasındaki ilişkileri de, Türkiye ziyaretini de zora sokan talihsiz Regensburg konuşması için, “Papa o konuşmayı bilerek yaptı, İslâm âleminde infial uyandıran Paleologos iktibasına da kasten yer verdi” yorumu yapılıyor.
Bu yorumun sahipleri, Engizisyonun devamı niteliğindeki bir Vatikan kurumunun başından Papalık makamına geçen Ratzinger’in başından beri diğer dinlerle diyaloga katı bir şekilde karşı olduğunu söylüyorlar.
Bunun uygulamadaki somut örneklerinden birini de, Dinlerarası Diyalog Papalık Konsili Başkanı Başpiskopos Michael Fitzgerald’ın Mısır’a tayini olarak gösteriyorlar.
Thomas Michel de İslâm ilâhiyatında uzman olan Fitzgerald’ın Vatikan merkezinden uzaklaşmasıyla Vatikan’da İslâmı bilen hiç kimsenin kalmadığını söyleyip, talihsiz Regensburg konuşmasını buna bağlıyor.
Vatikan’da uzun yıllar sair din mensuplarıyla, bilhassa Müslümanlarla diyalog çalışmalarını yürütmüş “içeriden” bir isim olarak Michel, o zamanki uygulamaları şöyle anlatıyor:
“En önemli görevlerimden biri, Papa II. Jean Paul’ün Müslümanlara hitaben yapacağı konuşmaları önceden inceleyip, onları incitebilecek bir öge olduğunda Papa’ya bu kısımların değiştirilmesini arz etmekti. Papa böyle şeyler söylememe konusunda dikkatli ve hassastı. Ancak yine de böyle durumlarla üç-dört defa karşılaştık ve ben bunları her defasında tashih ettim. Papa da bu kısımları konuşmayı yapmadan önce değiştirdi.”
Michel, Regensburg konuşması için “Eğer metin herhangi bir Vatikan görevlisi tarafından incelenmiş olsa idi, Manuel II. Paleologos’tan yapılan alıntıyı derhal çıkarırlardı, zira bu ifadeler Papa’nın konumuna zıt, marjinal sözlerdir” diyor. (Yeni Asya, 21.9.06)
Bu değerlendirmesiyle, Vatikan’daki kadrolaşma anlayışını eleştirdiği Papa’nın Türkiye ziyareti öncesinde yine konuştu Michel.
Ve bu kez, işi daha temel bir noktadan ele aldı. “İkinci Vatikan Konsili, Müslümanlara saygıyı emreder. Hiçbir Papa bunu değiştiremez. Şimdiki Papa’nın görevi de buna uymaktır” mesajı verdi. (Yeni Asya, 27.11.06)
Anlaşılan o ki, Papa’nın takip ettiği çizgi, Katolik âleminde, hattâ bizzat Vatikan’ın içinde de kaygıyla izleniyor, tartışılıyor, sorgulanıyor. Vatikan’da İslâmı bilen ve diyalogdan yana olan isimler tasfiye edilirken, Türkiye ziyareti öncesinde, zaten ayakta olan hassasiyetleri iyice tahrik etmeyi amaçladığı aşikâr—Vatikan bağlantılı—kışkırtıcı mesajların devam etmesi ise endişeleri derinleştiriyor.
Vatikan Sözcüsü “Ziyaretin amaçlarından biri İslâmla yakınlaşma” derken “Türkiye’nin Hıristiyan kökleri”nden dem vuran ya da Vatikan Ankara Büyükelçisinin “Vatikan AB üyesi değil, AB’de oy hakkımız yok, bu Papa’nın konusu değil” sözüne karşı “Türkiye AB’ye hazır değil” diye ahkâm kesen Papa danışmanlarının sözleri ne anlama geliyor?
Bakalım, Papa’nın Türkiye’de vereceği mesajlar, en azından “ikiyüzlülük” eleştirilerine yol açan bu görüntüyü değiştirebilecek mi?
29.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Yaşlı kadının Papa’ya verdiği ders |
|
Kritik ziyaret nihayet gerçekleşti.
Türkiye tarihinde üçüncü kez Papa’yı ağırlıyor.
Bu kez Peygamberimize hakaret eden, Avrupa’nın bir “Hıristiyan Kulübü” olarak kalmasının mücadelesini veren, dinler arası çatışmaya inanan bir Papa ile karşı karşıyayız.
Yeni Papa’nın ziyareti sebebiyle eski Papaların ziyareti birden arşivin tozlu raflarından indirildi.
1967 yılında Papa 6. Paul’ün ülkemizi ziyareti sırasında kendisine eşlik eden Çağlayangil’in başından geçenlerin bir bölümünü 9. Cumhurbaşkanı Demirel kısa bir süre önce katıldığı bir televizyon programında aktarmıştı.
Çağlayangil anılarında bu olayı tatlı bir dille anlatılırken, benim asıl ilgimi çeken Efes yolunda bir yaşlı kadının Papa’ya verdiği ders oldu.
Çağlayangil’in, Roma’yı ziyareti sırasında Vatikan’ın dışişleriyle görevli bir kardinalinin, “Buraya gelip giden Müslüman hariciye nazırları hep Papa Hazretlerini ziyaret ederler. Sadece Türklerden böyle bir istek gelmedi” yakınmasını işitmesiyle birlikte Papa ziyaretleri dönemi de başlamış oluyordu.
Yıl 1967’ydi.
Çağlayangil’in, “çağırmadılar ki” cevabı üzerine harekete geçen Vatikan Türk Dışişleri Bakanını dâvet ediyor.
Gerisini Çağlayangil’den özetleyerek aktarıyorum:
“Din bakımından çok hoşgörülüyüz. İspanya’da eza gören Yahudilere kapımızı açtık. Hıristiyanlık mezhep farkları yüzünden insanların kulaklarına kaynar zeytinyağı dökerken, koltuklarına kızgın yumurta koyarken, atalarımız İstanbul’un fethinde Ortodokslara çok yumuşak davrandılar. Bizans imparatorlarının onlara vermediği özgürlüğü bağışladılar.
Cumhuriyet idaresi de bugün Türkiye’de yaşayan Hıristiyanlar serbestçe dinî ayinlerini yapabildikleri gibi, alışılagelmiş törenlerini sürdürmekten geri kalmazlar, isterseniz gelin gözlerinizle görün!
-Beni dâvet mi ediyorsunuz? dedi.
Şaşırdım. Böyle bir dâvet yetkim yoktu.
-Mukaddes Peder kendileri buyururlarsa niçin olmasın sözleri ağzımdan döküldü…”
***
İşte Papaların Türkiye’ yi ziyareti dönemi Çağlayangil’in bu sözleri ile başlamıştı.
Birkaç ay sonra papa Türkiye’ye gelmişti. Efes’te Meryem Ana’yı ziyaret edecekti. Türkiye bu ziyareti arzu ediyordu. Çağlayangil refakat etti, ziyaret gerçekleşti.
***
“Dönüşte eski bir kilise kalıntısını görmek üzere durmuştuk. Otomobilimize yaşlı bir Müslüman kadın yaklaştı. Hava çok sıcak, camlar açıktı. Başını içeri doğru uzatarak sordu:
-Evlâdım. Koca papaz hanginiz? Alındım:
-Teyze! dedim. Bende papaza benzer bir hâl var mı?
Edalı edalı:
-Celâllanme evlâdım. Sana papaz demiyorum. Ortalıkta bir sürü papaz dolaşıyor. Ben kocamanını arıyorum, dedi.
-Papa’yı mı görmek istiyorsun?
-Evet.
-Ne yapacaksın?
-Şuncağıza (yanında duran yedi-sekiz yaşlarındaki kız çocuğunu işaret ediyordu) havale hastalığı gelmişti. ‘Meryem Ana’nın evindeki ayazmadan su içir, geçer’ dediler. Kendine geldi. İyileşti, ama dili açılmadı. Şimdi de ‘Koca Papaz’ın elini öptür’ diyorlar. Ona çalışıyorum.
-Sen Müslüman değil misin? O Katoliklerin başı. Nasıl olacak bu?
-Evlâdım, hepimiz tek Allah’a tapıyoruz. O aynıdır. Orada birleşiyoruz. Niçin olmasın?
Yanımda beyaz harmaniler içinde sıcaktan bunalan Papa konuşmayla ilgilenmiş, kendinden söz edildiğini anlamıştı:
-Ne oluyor? dedi.
Anlattım. Uzandı, elini uzattı. Küçük kıza öptürdü. Biz de kiliseyi gördükten sonra yola koyulduk.”
Papa’yı bir düşünce sarmıştı.
Peki, Papa’yı saran düşünce neydi?
-Sayın Bakan! Siz diplomatlar milletleri barış içinde yaşatmaya çalışıyorsunuz. Hariciyenin görevi bu! Ben Katoliklerin en yüksek makamında oturarak mezhepleri, dinleri birbirine yaklaştırmaya, onları barış içinde yaşatmaya uğraşıyorum.
Kardinaller bana ‘Hayal peşinde koşuyorsun’ diyorlar. Ben bir ütopya içinde olmadığımı burada bir Müslüman toprağında anladım.
-Nasıl anladınız?
-İhtiyar kadın demin hepimiz tek Allaha tapıyoruz, orada buluşuyoruz, dedi.
Bu yargı benim uğraşmamı, doğrulamıyor mu?”
***
Yaşlı bir kadının Papaya verdiği ders buydu.
Bir yaşlı kadınımızın bile Papayı etkileyebilecek asaleti varken, diyalogdan neden kaçalım?
Peygamberimize hakaret eden bir Papayı dahi, İslâm’dan gelen izzetimizi, devletimizin onurlu duruşunu ve tarihimizden aldığımız hoşgörüyü muhafaza ederek, tarihî konukseverliğimizle misafir edebileceğimizi dünyaya göstermedik mi?
29.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
İslâmiyet'e dönüşen Hırıstiyanlık |
|
Papa 16. Benediktus, Türkiye’yi ziyaret eden Hıristiyan dünyasının üçüncü ruhanî lideri. İlk ikisine nazaran, ziyaretle birlikte önceki mesajları dolayısıyla tartışılan bir teolog ve katolik.
AB ile diyalog zeminini oturtamayan ve dinî farklılıkların hem Müslümanlarda, hem de Hıristiyanlarda katı bir itme etkisine götürülmek istendiği bir vasatta, Papa’nın Türkiye’ye gelmesi fazlasıyla dünya kamuoyunda dikkat çekmiştir.
Papa’nın, İslâm dünyasının ve Türkiye’nin farklı karelerde görünen öncelikleri ve beklentileri olsa da, bunlar arasında yeni bir kabul ve saygı çerçevesini oluşturmaya ihtiyaç vardır. Öncelikle Katoliklerden diğer Hıristiyan cemaatlere bir açılma ve Avrupa kimliğini Hıristiyan kültüründe toplama gayretleri var. Avrupa’nın menfi bloğuna, seküler yapısına karşı ruhanî bir kurtarma çabası içinde. İkinci etapta da Müslümanlar nezdinde bir yakınlaşma ve etkileme niyeti düşünüldüğü söylenebilir.
Papa’nın geçmişi itibariyle daha katı söylemlere ve hatta Eylül ayında yaptığı rahatsız edici konuşmasına rağmen, Hıristiyanların ve Müslümanların şahs-ı manevileri, yani kurumsal ve vicdanlarda tesis olunan dinî bir nazar ve niyet asla çatışmayı getirmez. Tarih laboravtuarını referans yapan ve haçlı hortlamasından bahsedenler, bugünü ve son yüzyılı doğru tahlil etmemektedirler.
Bediüzzaman’ın belirttiği şekliyle; geçmiş yüzyıllarda İslâmın hakimiyet alanını engelleyen sekiz ciddî sebep vardı. Bunlardan ilk beşi gayr-i müslimlerden, Hıristiyanlardan kaynaklanıyordu. “Cehalet, taassup, vahşet, papazların riyaseti, taklit” beşlisinde tıkanan ve kuvvete başvurup saldıran bir Batı yerine akıl ve araştırma eksenine kayan “Meyl-i taharri-i hakikat” ifadesindeki “gerçeği bulma arzusu” ile donanımlı büyük bir kitle var. Devletlerin derinliklerine, hükümetlerin gaspına rağmen internetin büyüleyici fikir iksirinin sınır tanımayan buluşmaları ile zihinleri İslâmı merak eden, beğenmediğinde bile araştırarak makul cevap arayan bir müspet batı/Avrupa var.
İslâm’ın mazi kıt'asını tamamen etkilemesini engelleyen sebepler, şüphesiz sadece Batı ve Hıristiyanlık dünyasından kaynaklanmamaktadır. Bediüzzaman yine gerçekçidir; Müslümanlardan kaynaklanan üç ana problemi, “İstibdat, su-i ahlâk, fünun-u cedideyi din adına ret” çerçevesinde değerlendirir.
Bütün çağdaşlık naralarına, Cumhuriyet söylemlerine ve dillerde tüy bitiren demokrasi beyanlarına rağmen ülkemizin demokrasi çıtası ortada. İslâm dünyasının durumu ise bizden daha vahim. Yolsuzluk ve yoksulluk içinde ahlâkî temelsizliğe dayalı “çalanları” söylemeye gerek var mı? Bilim, metod, teknoloji, usul ve işleyiş konusunda İslâmın ruhuna uygun gelişmeleri ve araçları/vesileleri kabullenme zorluğu da ayrı bir tıkanma ve daralma halet-i ruhiyesine büründürmektedir.
Sonunda kendi iç baskısına maruz, mahallî ve ülke siyaseti çapsızlığında düşünen, başkasından korkan, vehim ve itham etmeyi marifet sayan, kuşkucu ve hukuka riayetsiz bir tuhaflığın “öteki” diye başkasına saldıran savunma refleksi ve saldırı gelişiyor.
Diyalogdan kaçıyor, komplo teorileri ile vakıaları çamurlaştırıyor. Kendine güveni olmayan ve hakikati terennüm edemeyen bir şaşkınlığın ezber sığınağında kendine söylenip duruyor. İç politikada siyasetçinin tepkileri ve bilim adamlarının resmi söylemleri ile din adamlarının bu iki alana servis yapan eziklikleri bir araya gelince, her şey karışık ve ümit kırıcı bir hal gibi takdim ediliyor.
Hakikat-ı hal böyle değil. Pozitif bakmak lâzım. Ümitvarız. Elimizde Kur’ân’ın asrımıza vuran ışıkları var. Bizi aydınlatan, kalbimize huzmeler indiren ve İslâmın evrensel zaferine işaret eden mânâlar ve işaretler var. Biz mü’miniz ve iman ediyoruz ki, istikbal bize, İslâma hazırlanıyor.
Günlerdir bahsedilen satır arası magazin, haber karması yorum ve kısır siyasî polemikler bir yana, din fenomeni dünyanın bir gerçeği. Dinler arası buluşma ve diyalog zemini yakalanıyor. Birbirimizi anlamak zaman alsa da, bu süreç; kaderin bir sırrı, kudretin bir tecellisi ve İslâm hakikatinin bir güneşi olarak yer yüzüne inecek Hazret-i İsa’nın şahs-ı manevisi ile buluşma söz konusu. Bu hal, siyaset üstü ve uzmanlığı aşan ilâhî bir takdir ve iman nuru ile idrak edilecek gaybi nazarın dürbünüdür.
Bu meyanda, Papa’nın şahsından ziyade, şahs-ı manevisine “Hoş geldin” diyorum. Bekleyen ele uzandığın için. Camiye girdiğin için. Beyanlarını aşan bir dönüşe kitlende kapı açtığın için.
Son söz Bediüzzaman’ın: “... halihazır Hıristiyanlık dini o hakikate karşı tasaffi edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakikat-ı İslâmiye ile birleşecek... Manen Hıristiyanlık bir nevî İslâmiyet’e inkilap edecek...”
Bunu en doğru anlatacak Nur talebelerine çok görev düşüyor. Köprü dergisinin İsevilik sayısını bu dört günde en az beş ehl-i insafa ve müdakkik insana vermeye ne dersiniz?
Papa, bu taşları dizmekten ileri gidemez. Korkmayalım, açılalım ve anlatalım.
Doğrunun sahibi Allah’tır.
29.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Saadet Bayri FİDAN |
Aynamız, lisan-ı hâlimizdir |
|
Ara sıra güzel bir nostalji yaşamak için dinlediğim müziklerin arasında “Gözler kalbin aynasıdır” adlı şarkı da vardır. Bilmem siz de hiç mırıldandınız mı, “Gözler kalbin aynasıdır / Yalan nedir, bilmez onlar” şeklindeki nakaratını? Şöyle düşünelim: Şayet bu gözler karşı cinse değil de toplum hayatımıza doğru bir yolculuk yapsa ve hakikatin gözcüsü hükmünde, sözlerimiz ile davranışlarımız arasındaki çarpıklıkları uluorta meydana çıkarırsa ne yaparız?
İsterseniz, soruyu şöyle değiştirelim: Lisan-ı hâlimiz (davranışlarımız) lisan-ı kâlimiz (sözlerimiz) yerine konuşsa, acaba nasıl bir kişilik kompozisyonu çıkar karşımıza? Ne bileyim, bana, Bediüzzaman’ın Lem’alarda (İkinci Lem’a), “İç dışa, dış içe çevrilsek; Hz. Eyyûb’dan daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Çünkü işlediğimiz her bir günah, kafamıza giren her bir şüphe, kalb ve ruhumuzda yaralar açar” şeklinde ifade ettiği bir tablo çıkar gibi geliyor. Evet, konuşuyoruz; katıksız değerlerden, inançtan, vicdanımızın hürriyetinden… Dahası, değerlerimiz olmadan yaşayamayacağımızı dile getirmeyi bir marifet saymaktan da geri durmuyoruz. Hatta ve hatta “İnandığını yaşamaktan vazgeçme” gibisinden nutuklar attığımız da oluyor. Ama hâl ve hareketlerimiz; ruhumuz, kalbimiz ve aklımızda açılmış yaraları lisân-ı hâl dediğimiz aynamızda yüzümüze çarpıyor. Yaptığımız, ya gerçeğin dayanılmaz parlaklığı karşısında gözlerimizi kapamak ya da gün gibi ortada duran hakikati görmezlikten gelmek? Peki nereye kadar?
Bilmem hatırlar mısınız, Amerikalı bir kadını konu alan bir film vardı. Oldukça eski bir film. Filmin konusunu tek taraflı ve sırf Amerikan sevgisini arttırmak olarak görsem de gerçeklere dayandığı ve değerlere yönelik mesaj verdiği için filmi beğenmiştim. “Kızım olmadan asla” adlı filmde, kadın Amerika’da tanıştığı İranlı bir doktorla evlenir. Mutlu günler geçirdikten sonra, İran’dan erkeğin annesinin hasta olduğu haberi gelir. Belki de ölecektir. Bu yüzden kocası İran’a gitmek ister ve eşini de geri dönme vaadiyle, kızıyla birlikte götürür. Ancak işler iyi gitmez. Kocası İran’da değişir. Hep İran’da kalacağını söyler. Türlü tartışma ve boğuşmalardan sonra, kadın dönmek ister Amerika’ya. Kocası tek başına gidebileceğini, kızını da asla göremeyeceğini iletir. Böyle olunca, kadın kızıyla birlikte kaçabilmek için o kadar mücadele verir ki, insanüstü gayretlerin bir annede, daha doğrusu bir insanda görülebileceğine şaşırabiliyor insan.
Peki kızı ne ifade ediyordu kadın için? Kızı yanında olmasa, hayatın bir değeri olur muydu? Hayat ne anlam ifade edecekti kendisi için? Bu filmde söz konusu olan kızı, bir kadının hayatında hayatî bir değer olarak kabul edersek; aynı şekilde inancımız, hayat tarzımız, vicdanımız ve dahi tüm manevî değerlerimiz davranış olarak hayatımızda yerini almadığı takdirde, hayat bizim için ne ifade eder yahut biz hayat için anlamın hangi frekansında yaşarız?
Eskiler, “Âyinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz” demişler. Oysa yakın çevremizden başlayıp uzak çevremize kadar hayalî yolculuk yaptığımızda, kişinin gitgide sadece söz aynasında endamını gösterdiğini, işin ilginç tarafının da bunun, öyle ya da böyle, makbul görüldüğüne şâhitlik edebiliriz. Beyefendi çok güzel nutuk atıyor, yaşasın… Hanımefendi bir ‘yasağı’ çok güzel eleştiriyor, bravo… Peki ya icraat… Orası meçhul, yahut mevcud-u meçhul. Aslolan, dünyevîleşen ortamda değerlerin ne kadar dünyevîliğe göre eğilip bükülebildiğidir. Gerisini irdelemeye gerek yok. Tipik Mehmet Âkif’in, “Yaşasın… Kim yaşasın?... Ömrü olan… Şak şak şak…” türünden değerlerin alabora edildiği bir ortamı mısralarına taşıdığı gibi…
29.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Hazreti Ömer ve Papa |
|
Papa sonunda geldi, İstanbul’a geçip Sultanahmet’le birlikte Ayasofya’yı da ziyaret edecek. Esasında Regensburg konuşmasının gölgesinde geldiğinden dolayı muadiliyet olmamasına rağmen mütekabiliyeti aşan bir şekilde Papa, Diyanet İşleri Başkanı Bardakoğlu’nu tarafsız bir yerde veya Vatikan Büyükelçiliğinde değil de makamında ziyaret edecek. Kendi ifadelerine göre onurlandıracak ve şeref verecekler.
Kimi kardinallere göre bu bir taziz, ikram ve lütuf. Esasen Regensburg’daki konuşmasının yol açtığı infialleri dengelemek ve İslâm âleminin ve bahusus Türklerin gönlünü almak ve yüreğini soğutmak için dengeleyici bir adımdır dense daha doğru olur. En azından sağduyuya doğru atılmış bir adım. Turkuaz veya başka yazılı ve görsel yayın organlarında da teklif ettiğimiz cihetle ve veçhile, Ayasofya ziyaretini de aslında Sultanahmet ziyaretiyle dengelemeye çalışmıştır.
Selefi John Paul da 2001 yılında bir camiyi ziyaret eden ilk papa ünvanını almıştı. Suriye ziyareti sırasında Cami-i Emevi’yi ziyaret etmiş ve burada Suriye Başmüftüsü rahmetli Ahmet Keftaro ile de biraraya gelmişti. Ancak kimi kaynaklara göre, Haçlı Savaşlarından zımnî özür dileme bağlamında caminin hemen kuzeyinde yer alan Selâhaddin Eyyübi’nin kabrini ziyaret etmekten de imtina etmişti. Bu kadarını da artık kendi özel inançlarına vermeliyiz. Selâhaddin Eyyübi’yi de ziyaret etseydi elbette ziyaretini taçlandırır ve Müslümanları ebediyen bir kat daha memnun etmiş olurdu. Ama bizim de buna mukabil özel alanlara saygılı olmamız gerekiyor.
Esasen Diyanet İşleri Başkanı Bardakoğlu’nun makamında ziyaret etmesi muadiliyet açısından Patrikhane’yi ziyaret etmesinden daha yeterlidir. Denk olmasalar da denkliğe en yakın durumdalar. Ne de olsa bu topraklar Osmanlı’nın bakiyesi. Bardakoğlu neticede Türkiye’deki Müslüman kitleyi temsil ediyor. Patrikhane’nin temsiliyeti ise resmiyette birkaç bin Ortodoksu geçmezken onlara göre de tartışmalıdır. Bu durumda bir lütuf, jest veya cemile veya kayırma varsa da o Patrikhane’ye yapılmıştır.
***
İtalyan basınına göre ziyaret öncesinde bazı ülkücülerin Ayasofya’ya girmeleri ‘işgal’ ve namaz kılmaları da ‘tahrik’ olmuştur. Olaya tersinden bakacak olsalardı göreceklerdi ki, Müslümanlara göre statüsü cami ve diğerlerine göre tartışmalı olan bir kurumu Hıristiyan âleminin en yüksek dinî otoritesinin ziyareti de bundan daha öte bir tahrik anlamı taşımaktadır. Selefi 6’ıncı Paul’un sabık ziyareti de bunu müktesep bir hak konumuna yükseltmez. Müslümanlara göre başkalarının mülkünde namaz kılınmaz.
İslâmın yapıcılığı ile ötekilerin yıkıcılığını göstermesi açısından Papa’nın bu davranışıyla Hazreti Ömer’in Kudüs ziyaretini karşılaştırabiliriz. Hazreti Ömer bizzat Kudüs’teki Patriğin dâvetlisi olarak barışçı bir fatih olarak İliya’ya gider. Gidişi de çok manidardır. Hizmetlisi ile kendisi bindikleri bir merkepte münavabeli/nöbetleşe olarak yolculuk etmektedirler. ‘Ümmetin emini’ lâkabıyla tanınan Ebu Ubeyde bin Cerrah bile bu sahneye daha fazla dayanamaz ve müdahale etmek ister. Hazreti Ömer ise bu tavrıyla mülkün zail oluculuğunu, Allah karşısında kulun hiçliğini ve faniliğini göstermek ister. Hazreti Ömer Hıristiyanların en kutsal mekânı olan Kıyamet Kilisesinde iken namaz vakti girer ve çevredekiler ezan okur. Patrik Hazreti Ömer’den içeride yani Kıyamet Kilisesi içinde namaz kılmasını teklif eder. Hazreti Ömer basiretiyle bunu geri çevirir ve gerekçesini de şöyle özetler: “Hayır, eğer burada namaz kılacak olursak bu bir emsal (sabıka) teşkil eder ve daha sonra Müslümanlar Hazreti Ömer namaz kılmıştı diye buraya el koyar ve camiye çevirirler... (Filistin: Et Tarih el Musaver: Dr. Tarık Süveydan, S:85)” Bunun yerine Hazreti Ömer Hıristiyanlarca mezbelelik haline getirilmiş, Romalıların yıktığı ve kimsesiz Mescid-i Aksa’nın yerini keşfeder ve kendi elleriyle burayı çer çöpten arındırır ve ilk namazını böyle eda eder. Hazreti Ömer’in sünneti budur.
***
Emevi olmasına rağmen ikinci Ömer, Ömer bin Abdülaziz’in sünneti de böyledir. Papa’nın ziyaret ettiği Cami-i Emevi Velid bin Abdülmelik yaptırmıştır. Burada Romalılardan kalma Jüpiter tapınağı vardır. Onun üzerine cami yapılır. Ancak tapınağın yanında ve çukurda Yahya Aleyhisselamın da mezarının bulunduğu Yahya Kilisesi yer almaktadır. Burası da mezarla birlikte camiye ilhak edilir. Gel zaman git zaman Ömer bin Abdulaziz halife olur. Hıristiyanlar onun adaletini görürler ve sığınırlar. Adalet örnekleri gözlerini kamaştırır.
Bunlardan birisi Semerkand ahalisinin Ömer bin Abdülaziz’e şehirlerinin zorla ellerinden alındığını şikâyet etmesidir. Şehir halkına üç seçenek sunulmadan şehri ele geçirirler. Bu İslâmın adabına da uygun değildir. Önce, İslâm sonra cizye (vergi) teklif edilecek bunlar kabul edilmediği takdirde ancak savaş açılacaktır. Ama komutanlar bunlardan hiçbirisini yapmamışlardır.
Bu şikâyeti alınca Ömer bin Abdülaziz bölgeye tahkikat için müfettişler görevlendirir ve müfettişler durumu yerinde tetkik eder ve şehir ahalisini haklı bulurlar. Bunun üzerine İslâm ordusu eski pozisyonuna çekilerek şehirden çıkarılır. Bunu gören Semerkant ahalisi de kendiliğinden İslâmı seçerler. Bu örnekten de cesaret alan Hıristiyanlar Cami-i Emeviyi geri alma ümidine kapılırlar ve halifeye başvuruda bulunurlar. Haklı bir yönleri de vardır. Şam’ın teslim anlaşmasına göre kiliseleri yıkılmayacak ve başka bir maksat dahilinde kullanılmayacaktır. Onlarla konuşur ve gönüllerini almaya çalışır. Yüz bin dinar yani iki milyon dirhem tazminat teklif eder. Reddederler. Bunun üzerine kiliselerinin kendilerine iade edilmesine karar verir. Bu iş için de Muhammed bin Suveyd el Fehri’yi görevlendirir. Ancak Fehri bu görevin altından kalkamaz. Ağır ve giran gelir. Halka da öyle. Derler ki: Onca namaz kıldıktan ve böğründe Kur’ân okuduktan sonra camiyi nasıl geri çevirelim ve tekrar kilise yapalım?” Bunun üzerine halktan birisi “Biz de Halife nezdinde karşı bir dâvâ açalım. Biz de anlaşmaya bağlıyız. Anlaşmaya göre fetih dönemine kadar olan kiliseleri himaye edilecektir ve ondan sonra kilise yapmalarına engel olunacaktır. Ama onlar da fetihten sonra anlaşma hilâfına 7 kilise inşa ettiler. Anlaşmaya göre onlar da kiliselerini yıkmak mecburiyetindeler. İstiyorlarsa biz aldığımız kiliselerini kendilerine iade edelim, ama bunun mukabilinde onlar da yeni inşa ettikleri kiliseleri yıksınlar” teklifinde bulunur. Dilerlerse, “Statükoyu meşrulaştıran ek bir anlaşma yapalım” derler. Hıristiyan heyet düşünme mühleti ister ve sonunda bu teklifi kabul ederler ve sulh sağlanır.
Kıssadan hisse: Ayasofya maşerî vicdanda hâlâ camidir. İstanbul’un ve Türkiye’nin dinî yapısı dikkate alındığında da burası sosyolojik olarak hâlâ camidir. Dolayısıyla bu hususta Müslümanların hissiyatı dikkate alınmalıdır. Evrensel hukuk da durumu böyle vazeder. Tartışmalı statü veya geçici statü kalktığında veya şartlar değiştiğinde eski statü avdet eder. Buna göre müze statüsünde olan mabedin bu statüsü kaldırılırsa eski sahiplerine yani Müslümanlara iade edilir. Ancak Müslümanların inkirazı ve yok olmasıyla daha önceki sahiplerine geçer. İsrail bunu Mescid-i Aksa meselesinde ihlâl etmeye ve oldu bittiye getirmeye çalışıyor. Ama cesaret de edemiyor. Bir çılgın çıkar cesaret ederse o da sonu gelmeyen kavganın fitilini ateşler. Dolayısıyla din adamı yapıcı olandır. Bu itibarla, Papa’dan ve Hıristiyanlardan Patrikhane ve Ayasofya gibi meseleleri hem siyasetten ayrı dinin özü doğrultusunda hem de irredantizm ikliminden uzak olarak düşünmeye ele almaya dâvet ediyoruz. Papa’ya Sezar’ın ruhu ve libası Patrik’e de Bizans imparatorlarının anlayışı yakışmaz.
29.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Tartışa tartışa düzelecek |
|
Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Atilla Yayla’nın, İzmir’de düzenlenen AKP panelinde yaptığı konuşma ciddî tartışmalara sebep oldu. Yaşananların ‘tartışma’ mı, yoksa bir kısım medyanın, ‘doğru söyleyeni dokuz köyden kovma’ gayreti olarak mı değerlendirmek gerekir?
Geçmişte ve günümüzde çok defa benzer kampanyalar açıldığı için, Yayla hakkında açılan ‘’linç’ kampanyasına şaşırmadık. Ancak bu defa farklı olan, ‘linç’e karşı itiraz seslerinin de yükselmesiydi. Hadisenin patlak verdiği günün akabinde yurt dışına çıktığımız için, bu değerlendirme geç kalmış sayılabilir. Ancak, geç de olsa Yayla’ya karşı başlatılan ‘linç’ girişiminin ‘yanlış’ olduğunu ifade etmek gerekiyordu.
Prof. Yayla’nın İzmir’de yaptığı ve daha sonra da ‘sözlerimin arkasındayım’ diyerek sahip çıktığı konuşmasın üzerinden neredeyse 10 gün geçti. “Söyletmeyin, susturun” kampanyası karşısında gerek Yayla’nın kendi yazdıkları ve gerekse konu hakkında yazılan diğer yazılar, umumiyetle Yayla’ya hak veriyor. Yayla’nın görüşlerine katılmayan yazarlar bile, hakkında yapılan ‘dersten el çektirme’ işlemini doğru ve haklı bulmuyor. (Bkz. Özdemir İnce, Hürriyet, 28 Kasım 2006)
Bu tartışma bile, Türkiye’de ciddî bir ifade özgürlüğü problemi olduğunu gösteriyor. Türkiye’deki eğitim sistemiyle yetişen, YÖK’e bağlı bir üniversitede profesör olan bir ilim adamı, bir konuda görüş beyan etti diye hemen silinip atılabilir mi? Fikir ve ifade özgürlüğü ‘rahatsız edici ifadelere de izin vermeyi’ gerektirmiyor mu? Beyan edilen fikirlerin yanlış olduğunu düşünenler, bu fikirlerin beyanına yasak koymak yerine; kendilerince doğru olan karşı fikirleri beyan ederler. Neticeye de millet karar verir. Bunun dışında bir yol ile, her konuşanı susturmaya çalışmak, ‘onuncu köy’e göndermek için bahane üretmek Türkiye’ye ne kazandıdır?
Üstelik, Prof. Yayla’nın ‘olabilir, bize sorarlar’ dediği şey, yakın geçmişte AB yetkililerince hatırlatılmıştı. Yanlış hatırlamıyorsak, Hollandalı Hıristiyan Demokrat parlamenter Arie Ostlander bu anlama gelecek sözler söylemiş ve o zaman da tartışma yaşanmıştı. “Yarın bir gün bunu bize sorarlar” diyen bir uzmanı bugün sustursak bile, yarın aynı soru AB nezdinde masamıza konulduğunda ne yapacağız? Olması gereken, “Böyle bir ihtimale karşı hazırlıklı olmak” değil midir?
Türriye’yi ‘idare’ ettiğini düşünenler bir noktayı hep unutuyor: Fikirleri inkâr ederek, konuşanı susturarak, doğru söyleyeni onuncu köylere sürerek bir yere varamıyız. Bunun en yakın şahidi, yakın tarihimiz olsa gerek. Türkiye’nin demokrasi ile yönetilmediği dönemlerde de fikir beyan edenler susturulmak istenmiş, çoğu zaman ‘onuncu dağ’a sürülmüş. Ama susturulmak istenen fikirler tam aksine millet nezdinde itibar görmüş ve nihayetinde Türkiye demokrasi ile yönetilir duruma gelmiş. Bundan sonra geriye dönüşün, olması mümkün değildir. Hem niçin bütün dünya hürriyet ve fikir özgürlüğü noktasında ileriye gitisin de biz geriye gidelim? Böyle bir şey, eşyanın tabiatına aykırıdır.
Bu tartışma sonrası kamuoyunun ortaya koyduğu sağlam duruş, Türkiye’nin yarınları için umut ışığı olmuştur. İnşallah daha da iyi olacak... Tartışa tartışa gerçekler ortaya çıkacak ve bugün değilse yarın, ama mutlaka doğrular galip gelecek... ‘Yanlışta ısrar edenler’ istemese de...
29.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Önemli olan |
|
“Ey insanlar! Fânî, kısa, faidesiz ömrünüzü bakî, uzun, fâideli, meyvedar yapmak ister misiniz?”
Lem’alar isimli eserinde bu soruya şu cevabı veriyor Bediüzzaman Hazretleri: “Mâdem istemek insaniyetin iktizasıdır; Bakî-i Hakikînin yoluna sarfediniz. Çünkü, Bâkîye müteveccih olan şey, bekànın cilvesine mazhar olur.
“İşte o çare budur: Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. Lillah, livechillah, liechillah rızası dâiresinde hareket ediniz. O vakit ömrünüzün dakikaları seneler hükmüne geçer.”1
Demek fani ömrü bakîleştirmenin yolu Allah için işlemek, Allah için görüşmek, Allah için çalışmak; lillah, livechillah, liechillah rızası dâiresinde hareket etmekten geçiyor.
Onun için Bediüzzaman Hazretlerinin, bir vesileyle prestijinin sarsılacağını ifade eden aşiret reisi Kör Hüseyin Paşa’ya, “Kullar arasında beş para ol. Allah katında makbûl ol”2 dediğini görüyoruz.
Her hâlükârda geçer akçe olan bu ifade asıl olanın insanların rızası değil, Allah’ın rızası olduğunu gösteriyor.
Evet, önemli olan Allah’ın rızasıdır. O razı olduktan sonra isterse halklara da kabul ettirir. İhlâs Risalesi’nde denilir ki:
“Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir. Onları da razı eder.”3
Öncelikle insanların rızasını hedef alanların kulakları çınlasın. Böylece her meselenin, her işin halledileceğini sanıyorlar. Allah, engeller çıkarsa kim hangi meseleyi halledebilir?
Sonra Allah yoluna kullanılan her şey anlam ve değer kazanır. “Eğer âlât ve cihâzât Allah’a verilse, bâkî birer elmas olurlar. Eğer verilmezse, fânî birer şişe olurlar.”4 Meselâ nefis hesabına kullanılan akıl, geçmiş zamanın hüzün ve gelecek zamanın endişelerini insanın başına yükleten uğursuz ve taciz edici bir âlet olurken, Allah adına kullanıldığında nihayetsiz rahmet hazineleri ve hikmet definelerini açan bir anahtar ve insanın ebedî saadete götüren bir mürşid olur.
Demek dünya ve ahiret mutluluğu, Allah adına hareket etmektedir.
Dipnotlar:
1- Lem’alar, s. 17; Hizmet Rehberi, s. 103. 2- Bilinmeyen Taraflarıyla Bedîüzzaman Said Nursî, s. 254. 3- Lem’alar, s. 154. 4- Nurun İlk Kapısı, s. 12.
29.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
İçki içip, eğlenen medenî ise... |
|
Size, iki insan zihniyeti ve medeniyet tipi portresi sunacağız. Medenî kim, denî kim, kararı siz veriniz:
* Medenî insan nazik, nazenin, başkalarının başta inanç, düşünce ve fikirlerine saygı gösteren, âdil, hakperest kişidir.
* Medenî, dine, dindara, dinsize saygı gösterendir.
* Medenî insan, din kardeşleriyle ulvî bağları olduğunu bilir. Aynı dinde olmayıp, aynı vatanda yaşıyorlarsa, vatanî bağları var, yardım eder. Aynı vatanda değil, meslekdaş ise, bu noktada bile birlik yönlerine bakarak ilgilenir.
* Medenî insan, kendi hürriyetini istediği gibi, başkalarının da hürriyetini isteyendir. Böyle bir medeniyeti istemek, insaniyeti istemektir.
* Avrupa’dan fen ve sanayi gibi terakkîmize yardım edecek şeyleri memnuniyetle almamız, medenîliğin gereğidir.
* Dinsizlik medeniyetin tahripçisidir.
* Gerçek medeniyet, insanlığın terakkî ve tekâmülüne hizmet eder.
* Güzel ahlâk medeniyetin hayatıdır.
* Medenîlere galebe çalmak iknâ iledir. Söz anlamayan vahşîler gibi icbar ile/zorlamayla değildir.
* Sefahet ve israf, medeniyeti yıkar.
* Sefih medeniyet, gaflet perdesini kalınlaştırmıştır.
* Medeniyet, sevgidir.
* Medenîlik ilmi, teknik ve teknolojiyi, insanlığın faydasına kullanmaktır.
Yukarıdaki medenî insan ve medeniyet umdelerine bir itirazınız yoksa ve ‘El-hak, doğru’ diyorsanız; şimdi sıkı durunuz, size bir zihniyetin medenî anlayışını sunuyoruz:
“Ancak imam hatip mezunlarının hepsi de yobaz değil. Medenî olanlar da var” diyerek eski Muğla Üniversitesi rektörünü örnek verdi Kenan Evren:
“İlahiyatçıydı, içkisini de içer, eğlenmeye de giderdi. Din kültürü almış, medenî bir insandı.” (Can Dündar, Milliyet, 23 Kasım 2006)
Karar verdiniz mi? Medenî kim, denî kim?
Yalnız bir meseleyi ilave etmeme müsaade ediniz. Sayın Evren, kaç kişi bulabilir: İçkisini içen, eğlenmeye giden, din kültürü almış kaç medenî insan bulabilir? Kendi zihniyetinin uydurduğu bu kıstasa göre, kaç medenî insan vardır? Veya şöyle soralım: Sayın Evren, içkisini içiyor ve eğlenceye gidiyor. Ne yazık ki, din kültürü almamış. Bu durumda, kendisi nim/yarım medenî mi?
Her şeye rağmen ülkeme de medeniyet güneşi doğacak ve sabah olacaktır. Bir bilge adam, çölde öğrencileriyle otururken demiş ki:
“Gece ile gündüzü nasıl ayırt edersiniz? Tam olarak ne zaman karanlık başlar, ne zaman ortalık aydınlanır?”
Öğrencilerden biri; “Uzaktaki sürüye bakarım,” demiş, “koyunu keçiden ayıramadığım zaman akşam olmuş demektir.”
Başka bir öğrenci söz almış:
“Hocam, incir ağacını, zeytin ağacından ayırdığım zaman, anlarım ki sabah başlamıştır.”
Bilge adam uzun süre susmuş.
Öğrenciler meraklanmışlar ve “Siz ne düşünüyorsunuz hocam?” diye sormuşlar. Bilge şöyle demiş:
“Yürürken karşıma bir kadın çıktığında, güzel mi çirkin mi, siyah mı beyaz mı diye ayırmadan ona ‘kız kardeşim’ diyebildiğimde ve yine yürürken önüme çıkan erkeği, zengin mi yoksul mu diye bakmadan, milletine, ırkına, dinine aldırmadan, erkek kardeşim sayabildiğimde anlarım ki sabah olmuştur, aydınlık başlamıştır...”
29.11.2006
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Kazakistan'daki durum |
|
Aktüel gelişmelerin hayhuyu içinde, ne yazık ki Kazakistan'da Türk ve Kazak işçiler arasında yaşanan gerginlik bir derece unutuldu.
Oysa, iyileşme yönünde henüz değişen bir durum yok. Kaldı ki, iki tarafın resmî makamları tarafından şimdiye kadar gerginliği giderecek herhangi bir çalışma da yapılmadı. Dolayısıyla, mevcut sıkıntılar aynen, hatta yer yer artarak yaşanmaya devam ediyor.
Bazı kesimlerde artık dayanılmaz noktaya varan sıkıntılardan, oradaki işçi kardeşlerimiz bizi çeşitli vasıtalarla haberdar ediyor. Türkiye'nin, hükümetler bazında bu konuyu mutlaka gündeme taşımasını ve diplomatik yollarla bu sıkıntıları giderecek bir çözüm yolunun bulunmasını istiyorlar.
Kazakistan'daki işçilerimizden aldığımız bilgiye göre, şu anki durum şudur: Bugün itibariyle üç bine (3000) yakın Türk işçisi halen o ülkede çalışıyor durumda. Fakat, hiçbirinin de içi rahat değil. Çok ağır bir baskı ve tazyik altında bulunuyorlar.
İşçiler, her an için hiç umulmadık birileri tarafından vurulmak, hatta darp edilmek endişesi taşıyorlar.
Yakın zamanda yaşanan göç dalgasından sonra, baskıların azaldığı zannediliyor. Oysa, durum hiç de öyle değil. Yerli işçiler, Türkiye'den gelen işçilere diş bilemeye devam ediyor. Küfür ve hakaretin bini bir para.
Türkiye vatandaşı olan işçilerin varlığını bir türlü kabul edemiyorlar. Bir şekilde işi bırakıp gitmesini istiyorlar.
Bunun için de, ellerinden gelen her türlü baskı ve yıldırma metodlarını kullanıyorlar. Tahammülsüzlüğe paralel olarak, gerginlik de had safhaya varmış durumda.
Daha fecî hadiselerin yaşanmaması için, yetkililerin derhal harekete geçmesi lâzım. Hatırlatırız.
SIR
Papa, Ağca ve İncil
Hapiste olan M. Ali Ağca, iyi bir zamanlama yaparak ''yeni bir İncil'' yazdığını duyurdu.
Kardeşi ve avukatı tarafından, 100 sayfayı bulan ve Mükemmel İncil adı verilen bu kitabın yayına hazır olduğu açıklandı.
Yazar olarak "Mesih Mehmet Ali Ağca'' ismi tercih edilmiş.
Papa'nın Türkiye ziyaretine günü gününe denk düşen bu sürpriz çıkışın ne derece etkili olacağını şimdiden kestirmek zor.
Ancak, Ağca'nın eski Papa ile de direkt ve dolaylı münasebetleri düşünüldüğünde, bu işin içinde "bir gizli iş" olduğu ihtimali hemen hatıra geliyor.
Günün Tarihi
Maddeci arayışların damızlıkcı ismi:
Dr. Abdullah Cevdet
29 Kasım 1932: Tıptan felsefeye, gazetecilikten siyasete, Kürtçülükten Türkçülüğe, şairlikten yazarlığa, tercümeden telife kadar birçok sahada zirveye oynamış, sonunda ise dinsizlikte karar kılmış (bu yüzden de cenaze namazı kılınamamış) olan Dr. Abdullah Cevdet İstanbul'da öldü.
Uzun yıllar Yeni Asya'da yazarlık yapmış olan tarihçi İbrahim Hakkı Konyalı, Dr. Cevdet'in cenaze töreni ile ilgili olarak şunları anlatır: "Abdullah Cevdet, Allah'a inanmadığını söylüyordu. İslâm harflerinin şiddetle aleyhinde bulunuyordu. Dinî değerlerin çoğuna karşı olduğunu yazıp söylüyordu. İşte bu adam ölünce, cenazesi Ayasofya Camiine getirildi. Öylece musalla taşında duruyordu. Hocalar da namaz kıldırmaya yanaşmıyordu. Bunun üzerine cenaze, belediyenin bir arabasına konularak götürüldü." (15 Kasım 1983, Yeni Nesil)
Kimdir bu şöhretli ateist?
Dr. Abdullah Cevdet, 1869'da Arapkir'de (Malatya) doğdu. Etnik kökeni itibariyle Kürt olarak biliniyor. Ancak, Kürtlerin ekserisi dindar ve onun babası da "tabur imamı" olmasına rağmen, kendisi zamanla adeta karakter değiştirircesine bambaşka bir şahsiyete büründü.
Tahsil hayatı şöyledir: İlk tahsilini Arapkir'de ve Hozat'ta yaptıktan sonra Elaziz Askerî Rüşdiyesini bitirdi. Kuleli Askeri Tıbbiye İdadisinden de mezun olduktan sonra Mekteb–i Tıbbiyeye girdi. Buradan da doktor olarak mezun oldu.
Hayatının bu ilk devresinde, dinden maneviyattan tümüyle sıyrılmış değildi. Hatta, yazdığı bazı şiirlerinde kâinattaki İlâhî tekâmül kànununa dikkat çekici ifadeler bile kullanıyordu. İşte bir örnek:
Her zerrede temayül âyandır tekâmüle;
Her soyda füyûz–u hüveyda–nümâ ile.
Bir nokta–i kemâle şitâb üzre kâinat;
Ol noktaya teveccüh ile yükselir hayat.
(Bkz: B. S. Nursî, Muhakemat, İkinci Mukaddeme; Kahriyat'tan naklen.)
İşte, başlangıçta bu düşüncede olan Dr. Abdullah Cevdet, zamanla değişerek, sırasıyla Kürtçü, Türkçü, maddeci ve dinsiz olup öyle gitmiştir.
Yüzünü Batı'ya çevirdi
Dr. Abdullah Cevdet, İstanbul'da tutunmaya başladıktan sonra, yüzünü Batı'ya çevirdi ve daha çok Batılı filozofların tek yönlü eserlerini okuyup incelemeye başladı. Haliyle, bu eserlerin çok tesirinde kaldı. Gücü yettiğince bunları tercüme ile kendine ait İçtihad yayınları arasında neşretti.
Neşrettiği kitaplar arasında en çok tahripkâr olanı ise, Dr. Dozy'nin "Tarih–i İslâmiyet" isimli eseridir.
Dr. Cevdet, tercüme ettiği bu kitaba ayrıca kendisi bir "önsöz" yazdı ki, bu da en az kitaptaki ifadeler kadar Hz. Muhammed'e (asm) yönelik tezyif ve hakaret unsurlarıyla doluydu.
1910'de bu kitap yasaklandı ve toplatıldı. Daha sonra iş mahkemelik oldu. Neticede "peygambere hakaret" maddesinden Dr. Cevdet suçlu bulundu. Temyiz aşaması çok uzun sürdü ve tam da cezanın uygulanması safhasına gelindiğinde, yeni Ankara hükümeti tarafından Osmanlı Şer'iye Mahkemeleri kapatılmış oldu.
Böylelikle, dâva düştü ve Dr. Cevdet yeni yönetimce adeta kahraman olarak el üstünde tutulmaya başlandı. Ayrıca, kitapları yeniden basılarak tahsilli kesimin istifadesine (!) sunulmuş oldu.
Türkçülerle de arası bozuldu
Uzun yıllar ırkçı Türkçülerle de arası iyi olan ve müşterek çalışmaları bulunan Dr. Abdullah Cevdet, son demlerinde ortaya atmış olduğu "Avrupa'dan damızlık adam ithali" görüşü yüzünden, bu kez onlarla ters düşmeye başladı.
Değişik kaynaklarda değişik ifadelerle aktarılan bu hususla ilgili sözlerin aslı büyük ihtimalle şöyle olsa gerektir: "Başta frengi olmak üzere daha birçok hastalık Türk ırkını çirkinleştirdi. Irkı güzelleştirmek için, neredeyse Macaristan’dan erkek ithal etmemiz gerekecek."
İşte, onun bu tarz bir görüşü seslendirmiş olması, bilhassa "Bir Türk dünyaya bedeldir" sözünü bayraklaştıranları adeta şoke etti. Neticede, "İsa'ya da, Musa'ya da yaranamayan" Dr. Abdullah Cevdet, orta yerde yapayalnız kaldı. Üstelik, kimi odaklar tarafından dinsizliği teşvik eden kitapları pür iştahla yayınlanmasına rağmen...
Ölümüne yakın bir zamanda yakınında bulunanların anlattıklarına göre, Dr. Abdullah Cevdet "Takıldı kaldı fikrim, bir nokta–i tevhitte" diye diye göçüp gitmiş. (Bkz: Son Şahitler'den Mehmet Fırıncı'nın hatıratı.)
29.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kısa kısa |
|
İsim belirtmeyen okuyucumuz: “Üniversiteye hazırlandığım yıl, kazanırsam üç ayları baştanbaşa tutacağıma dair adak adamıştım. Üniversiteyi o yıl kazandım. On yıl geçti. Hâlâ adağımı tutamadım. Şu an yoğun bir meşguliyetim var. Bu adağın yerine başka bir şeyle telâfi edebilir miyim? Sadaka vb. gibi.”
Adaklarımızda, adak konusu yaptığımız ibadetlere sadık kalmalıyız. Cenâb-ı Hak, “Adaklarını yerine getirsinler”1 buyurmuştur. Bu âyetten korkmak lâzım. Kurban adamışsak kurban keseriz, sadaka adamışsak sadaka veririz, namaz adamışsak namaz kılarız, oruç adamışsak oruç tutarız.
Kaç günlük oruç adamışsak o kadar gün orucu tutmamız üzerimize vacip olmuştur. Vacip değilken, üzerimize vacip yapmışızdır. Cenâb-ı Allah şartımızı yerine getirdiğine göre, bize adağımızı yerine getirmek düşer. Biz Allah’ı tecrübe edemeyiz, ama Allah bizi tecrübe eder. Adağınızı adadığınız şekliyle yerine getirmeniz, sizin için en doğru tarz olacaktır.
***
Balıkesir’den bayan okuyucumuz: “Bir bayanın hayız döneminde risâleleri okuması ne kadar doğrudur? Sonuçta içinde Kur’ân âyetleri var.”
Kur’ân bize sıkıntı çekelim ve günah icad edelim diye inmedi. Hayız döneminde yapılması istenmeyen ibadetler namaz kılmak ve oruç tutmaktır. Bu dönemde tabiî olarak abdest alınamadığı için Kur’ân’a el sürmeyi de buna ilâve etmişlerdir. Fakat bu sınırlamayı daha da geniş tutmaya gerek yoktur. Dayanağı yoktur çünkü. Sınır buraya kadardır. Bu dönemde risâle okunabilir, Cevşen okunabilir, ezberden duâ niyetiyle Kur’ân okunabilir. Âyetlere el sürmemek yeterlidir.
***
Yalova’dan AE rumuzlu okuyucumuz: “İftar davetine icabet etmemenin getirdiği sorumluluğu açıklar mısınız?”
Mücbir nedenlerle davete icabet edememe durumu söz konusu olabilir şüphesiz. Bu durumda dâvet sahibi bundan haberdar edilir, hakkını helâl etmesi istenir ve helâlleşilirse dâvete icabet etmemekten doğan günah için inşaallah affolunur. Fakat mücbir sebep yoksa Müslüman’ın davetine icabet etmek sünnettir.
***
İsim belirtmeyen okuyucumuz: “Kiracıyım. Borçlarım var. 3 Milyar değerinde de altınım var. Bu altına zekât düşüyor mu?”
Borçlarınızı çıkardıktan sonra elinizde kalan altın, nisap miktarını geçiyorsa zekât düşer.
***
İsim belirtmeyen okuyucumuz: “Komşum bir ay önce düşük yaptı. Kaynanası sen lohusasın kırk gün namaz kılamazsın demiş. Ama o kılıyor. Doğru mu yapıyor? Doğrusu nasıl olmalı?”
Düşük veya doğumdan sonra loğusa süresinin azamisi kırk gündür. Asgarisi kişiye ve bünyeye göre değişir. Daha kısa olabilir şüphesiz. Her kadın kırk gün loğusa kalacak diye bir şart yoktur. Kan kesildiği gün temizlik dönemine girmiş olur. Gusül abdestini alır ve namazını kılmaya başlar.
***
İsim belirtmeyen okuyucumuz: “Akşam namazının vakti bir saat beş dakika sonra çıkar diye bir fetva var mıdır? Kullandığımız takvimde bu gün için bir saat kırk dakika sonra çıkıyor. Biz akşam namazının vakti için takvime uyabilir miyiz?”
Günlerin ve gecelerin mevsimlere göre kısalıp uzadığını biliyoruz. Namaz vakitleri de süre olarak değişiyor. Akşam namazının vakti, güneşin tamamen batmasıyla birlikte başlar, batı ufkundaki kızıllık kayboluncaya kadar devam eder. Yatsı namazının vakti ise ufuktaki kırmızılığın kaybolmasıyla birlikte başlar, ikinci fecrin doğuşuna kadar, yani sabah namazına kadar devam eder. Namaz vakitleri için takvime uyabiliriz.
***
Beyşehir’den Bayram Akbulut: “Bir evde anne ve babanın ikisinin de kurban kesmesinin hikmeti nedir? Kesebilir mi?”
Anne ve babadan her ikisi de kurban kesme yükümlülüğünü taşıyorsa her ikisi de kurban keser. Birisi taşıyorsa taşıyan keser.
***
Kocaeli/Körfez’den Hasan Körpe: “Cuma namazını camide kılamayan, fabrikada veya yolda olan kimseler Cuma saati çıkmadan veya çıktıktan sonra seferî olsun veya olmasın o gün öğle namazını cemaatle kılabilirler mi?”
Her hangi bir sebeple Cuma namazına kılamayanlar o gün öğle namazını cemaatle kılabilirler.
Allah kabul etsin. Âmin.
Dipnotlar: 1- Hac Sûresi, 22/29
29.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|