|
|
S. Bahaddin YAŞAR |
Biz ve onlar |
|
Çok eski bir tanımlama
Biz ve onlar iki farklı tanımlamanın adı. Biz ayrı bir anlam ihtiva ediyor, onlar daha ayrı bir anlam ifade ediyor.
Peki biz kim? Onlar kim?
Böyle bir yazıyı kim yazıyorsa, biz odur; böyle bir yazıyı yazanın tanımladığı onlar da ‘onlar’dır.
Tabiî ‘onlar’ kendileri içinde ‘biz’ dir; ‘biz’ de onlara göre ‘onlar’ızdır.
İnsanlık tarihiyle beraber başlamış bu tanımlama. Hazret-i Adem’in çocukları, biri ‘beni’ diğeri de ‘onu’ tercih etmiş. Yani öteki kavramı o zamanlar doğmuş. Ve ondan sonra da zaten ‘onlar’ ve ‘biz’ hep var olagelmiştir.
Bana sorarsanız, ben Habil’i ‘biz’e dahil ediyorum. Ötekiler de ‘Kabil’i.
İşte o zamandan sonra herkes ya Habil’in yanında ‘bize’ ya da Kabil’in yanında ‘onlar’ dahil oldular.
Biz kim, onlar kim?
Çok kestirme bir tarifle biz, İlâhî emre uyanları; onlar, İlâhî emre uymayanları içine alır. Onun için Habil inananlar olarak, Kabil ise inanmayanlar olarak tarihe geçmiş ve ‘biz’ ve ‘onlar’ın yolunu açmışlardır.
Babası olan Hz. Adem’in ikazlarını dikkate alarak, kırmamayı, incitmemeyi, öldürmemeyi, hak ve hukuku gözetmeyi, nasihat dinlemeyi, ibadet etmeyi, çevresinde yaratılan her şeyin bir yaratıcısı olduğunu kabul ederek onları sevmeyi ve tefekkür etmeyi, kendisine söylenen işle meşgul olmayı adet edinmiş bir insan tiplemesi, ‘iman eden’ insanları içine alırken ve inanan bana göre, ‘biz’i oluştururken; Allah’ın gönderdiği peygamber olan, babası Hz. Adem’in emir ve yasaklarına uymayan, inciten, kıran, döken, öldüren, hak ve hukuku gözetmeyen, sevmeyen, etrafındaki var olan mahlûkatı düşünmeyen bir insan tiplemesi de iman etmeyen insanları ve bana göre ‘ötekiler’ anlamındaki ‘onlar’ı oluşturmaktadır.
Fark nedir?
‘Biz’ ve ‘onlar’ diye ikiye ayrılan bir yaklaşım haliyle beraberinde ‘biz’in, ve ‘onlar’ ın farklı yönlerini akla getirmektedir. ‘Biz’ diyenlerin, ‘öteki’ olan ‘onlar’dan farklı bir takım ‘bizlik’ kriterleri varolduğu gibi, kendi içlerinde bir ‘biz’ olan ‘onlar’ın da nitekim ‘onlar’a ait aidiyet kriterleri vardır.
Onun için ‘biz’ onları kendi kriterlerimizle, onlar da ‘biz’i kendi kriterleriyle değerlendirmemelidirler. Çünkü böyle bir değerlendirme her iki taraf için de iyice ayrışmayı netice verecektir. Oysa ki inanan için, inanmamak, inanmayan için de inanmak sürekli mümkündür. Yani bir inançlıyı değerlendiren inançsız, inançlıyı anlayabilmek için onun gibi düşünmek durumunda olduğu gibi, bir inançsızı değerlendiren inançlı da inançsızı anlayabilmek için, inançsızlığın ne demek olduğunu hissedebilmesi gerekmektedir.
Yani bir vahşeti oluşturmuş insan davranışı nasıl bir iç yapı ile hareket ettiğini, inançsız bir yapıdan neler doğabileceğini göstermiş olmaktadır.
Onun için inanmak ve inanmamak çok önemli bir ayrışmadır.
İnsanın her şeyi algılaması bu iki gözlükle şekillenmektedir. İnanan için ayrı bir dünya, inanmayan için ise apayrı bir dünya manzarası kendini göstermektedir.
Hepimiz diye bir kavram yok mu?
İnanç noktasında ‘hepimiz’ diye bir kavram yoktur. Ancak insan olmamız, bir vatan içinde yaşıyor olmamız, ortak değerler etrafında bir şeyleri paylaşıyor olmamız, aynı dili kullanıyor olmamız, ortak hayat alanlarımızın bulunması gibi noktalarda ‘hepimiz’ kavramından bahsedebiliriz.
Yani bir vatan parçası üzerinde yaşayan insanlar olarak, farklı görüş, düşünce, fikir, inanç, davranış içerisinde bulunulabilir. Bunlar aynı vatan için çalışmamızı, aynı vatanın imkânlarını kullanmamızı, aynı vatan için vergi vermemizi gerekli kılar.
Bunu, aynı gemide yolculuk yapan insanlar olarak düşünebiliriz. Gemi üzerinde bulunuyor olmamız hasebiyle ‘hepimiz’ kavramı pek çok farklı değerde insanı içine alabilir. O gemi üzerinde bulunan bütün bireylerin, geminin sağlıklı seyahati için ortak sorumluluk alanları bulunacaktır.
Böyle bir ortamda kimsenin, keyfi hareketi, sorumsuz hareketi, gemiye zarar verecek hareketi sadece kendisini bağlıyor değildir. Çünkü gemi batarsa sadece su almasına sebep olanlar batmayacaktır.
Bu noktadan bakıldığında geminin üzerinde yaşayanların inançlı-inançsız, laik-antilaik, müsbet milliyetçi-menfi milliyetçi, alevî- sünnî, Türk-Kürt-Arap- Yunan, Yugoslav, Bulgar, Alman olması hiç mi hiç fark etmemektedir.
Hayat hakkına müdahale onu Verene aittir
Kimsenin hayat hakkına kimsenin müdahale hakkı yoktur. Ortak hayat imkânları herkes için yani ‘hepimiz’ için söz konusudur. Onun için bu noktada ‘eşitlik’ ilkesi geçerlidir. Nitekim Şer’i idarede de gayr-i müslim hakları, hukukları en titiz şekilde gözetilmiş ve onların hiçbir şekilde hayat hakkına ve eşitlik ilkesinin içine girmiş meselelerde müdahale edilmemiştir.
Bizim gibi düşünmeyenler ‘ötekiler’dir
Bir devlet için böyle bir yaklaşım olamaz. Devletin vatandaşları arasında birisi, ‘biz’, ötekisi de ‘öteki’ olamaz. Yani devlet bir ırkın, bir fikrin, bir düşüncenin yanında yer alıp diğer ırkı, diğer düşünceyi, diğer kültürü ortadan kaldıramaz. Bu olsa olsa zulüm olur. Devlet için bütün vatandaşları ‘birinci sınıf’ insan kategorisinde olmalıdır.
‘İzm’ler; herkesi kendine benzetme güdüsü içerisindedirler. Onun için kendi görüş ve düşüncesini paylaşmayan her görüş ‘öteki’ kategorisindedir. “Sizi, ‘biz’ olarak kabul edebilmemiz için, bizim kurallarımızı kabul etmeniz şartı vardır” yaklaşımı tam bir antidemokratik yaklaşımdır.
İzm’ler, ırkçılık akımları aynı menfi düşünceden beslenmektedir.
Bu, toplum olma mantığını kavrayamamak değil de nedir?
Toplumlar için vazgeçilmez demokrasi ise, herkese hoşgörüyü ve adaletli davranmayı, toplum bilinciyle yaşamayı gerekli kılar. Onun için bu anlayışta olanlar, vatanda yaşayan herkes için, ‘hepimiz’ kavramını kullanabilirler. Zira bu hepimiz kavramının içinde, her bireyin inancı, hakkı ve hukuku, kimseyi rahatsız etmeden istediği gibi yaşama serbestisi, her birey gibi eşitlik içerisinde muamele görmesi bulunmaktadır.
İnançlarda ‘biz’ ve ‘onlar’; toplumda ise; sadece ‘hepimiz’ kavramı geçerlidir.
02.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Ahlâksızlığı tetikleyenler |
|
Robert Redfort ve Demi Moore’un oynadığı Ahlâksız Teklif filminin bir benzeri sayılan “Binbir Gece” (Kanal D) adlı dizi bu günlerde ön plana itiliyor.
Maksat reklam olsun. Olsun da “ahlâk” o kadar önemli değil(!).
Soru şu:
“Oğlunuz hastalansa para karşılığı bedeninizi bir geceliğine satar mısınız?”
Bu soru ahlâksız teklifin ötesinde...
Bu topraklarda yaşayan, helal süt emmiş, fedakâr bir anne hiçbir zaman iğrenç ve çirkin bir işe tevessül etmez.
Hem neden Müslüman mahallesinde salyangoz satılıyor?
Hollywood film senaryosunu aynen adapte edip, yerli versiyonda bunu millete kakalamak neyin nesi?
Bu dizinin “öznesi” şu:
Eğer anneler çaresizse, para karşılığı kendini satar! Söyleyecek söz bulamıyorum.
YAHUDİNİN KURTLAR KORKUSU
Yahudi lobisi bastırdı; ‘Kurtlar Vadisi Irak’ filmi ABD’de gerekçesiz gösterimden çekildi.
Bu haberi Jarusalem Post gazetesi veriyor.
Diyor ki:
“Filmin ABD’deki dağıtımını yapan Luminous Velocity Releasing şirketi yetkilisi Gregory Gardner’in, filmin Türk prodüktörü Pana Films’in gerekçe göstermeden filmi geri çektiğini söylediğini aktardı.”
Güya film “yahudi karşıtı” olarak nitelendiriliyor.
Peki “yahudi karşıt”ı filme gösterilen hassasiyet neden “İslam karşıtı” filmlere gösterilmiyor?
RTÜK VE KURTULUŞ GÜNÜ
Medya önce onların yıldızını parlattı.
Sonra milletin başına bela etti.
Sonra “medyaya” da bela oldu.
Şımardılar. Öyle ki, kendi kendilerine “paye” verdiler.
Çünkü onlar “ekran yıldızı” değil, aynı zamanda “hiper star”dı.
“Semra’nım, Caner/Tülin ikilisi, Meriç/Ahu, Safiye/Faik... Ajdar ve bilumum aklı bir karış havada olanlar.”
Sabah programlarına neredeyse birçok medya kuruluşu “ismi geçen”lerin artık ekranda olmaması için RTÜK’e baskı yaptı. Sonunda RTÜK kararlılıkla bu meseleye el koydu...
RTÜK’ten gelen açıklamaya göre:
“Üst Kurul Üyeleri, toplumun ve özellikle kadın izleyicilerin, kadın programlarına ihtiyaç duyduklarını vurgulayarak, programların yayın ihlallerine sebep olan bazı unsurlar düzeltilerek ve içerikleri kadın izleyicilerin bilgi ihtiyaçları göz önünde bulundurulacak şekilde yeniden düzenlenerek devam ettirilmesi çağrısında bulundu...
“Yayın kuruluşlarının temsilcilerinin de programlarla ilgili görüşlerini ifade ettikleri toplantının ardından 30 Kasım 2006 Perşembe günü itibarıyla, ATV, Kanal D, Show TV ve Star TV, toplantıda mutabık kalındığı şekilde, kadınlara yönelik programlarında gerekli değişiklikleri yaptı...”
İnşallah bu programlar “tarih” olmuştur.
Hatta, programdan bunların kaldırıldığı tarih de bir milat olarak düşülmeli.
“MARKSİST MEDYA”
Bu sözler AKP Medya Sorumlusu Edibe Sözen’e ait.
Çünkü Sözen, Türkiye’de üniversite, siyaset ve diğer birimler arasındaki mutabakatın henüz kurulmadığından dertli.
Nerde söylüyor bunları:
Partisinin düzenlediği bir panelde (İzmir Teşkilatı).
Sözen, “Medyanın dilinin değişmesini istiyoruz” diyor dahası.
Prof. Atilla Yayla’nın konuşmasını değerlendirirken:
“Bu krizlere karşı yeni bir dil geliştirmek zorundayız. Bu meselede üniversite, konuşan kişi ve siyasi parti kriz içine girdi. Bu bir sistem, iktidar ve dil sorunudur. Orada mağdurlar da, yargılayanlar da farklı dünyanın, bu dünyaya ait olmayan ifadelerini kullandılar. Kimler konuşuyor bu ülkede, kimler kimin adına konuşuyor. Bu ülkede her insan istediğini söyler gibi bir garip özgürlük anlayışından da çok yana değilim” diyor.
Sözen, Marksist bir yaklaşım olarak medyanın, devletin ideolojik aygıtı olarak değil sivil gazetecilik ve sivil yayıncılık olarak tanımlanmasından yana olduğunun altını çiziyor.
Galiba tartışa tartışa bir noktaya geleceğiz.
02.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nejat EREN |
Denizli’nin Risâle-i Nur hizmetleri tarihindeki yeri |
|
Geçtiğimiz hafta sonu Denizli’de, Nur dâvâsının fedakâr kahramanları ve manevî şehitleri Hafız Ali ve Hasan Feyzi Yüreğil adına mevlid okundu. Türkiye’nin bir çok bölgesindeki il ve ilçelerinden gelen Risâle-i Nur okuyucularının kaynaşmasına ve tanışmasına vesile olan mevlidin ileriki yıllarda da devam etmesi istendi.
Denizli, Risâle-i Nur hizmetleri tarihinde çok önemli bir ilimizdir. Bunun en başta gelen sebebi:
Risâle-i Nur Külliyatı hakkında zındıka komitesinin oyunlarıyla ve Nurların yasaklanmasını isteyen ihbar ve tuzaklar sonucu açılan dâvânın; Denizli Ağır Ceza Mahkemesinin 16/06/1944 tarih ve 199/136 sayılı kararıyla beraatla neticelenmesidir.
Başta, Ağır Ceza Reisi merhum ve âdil hakim Ali Rıza Balaban ve üye Hesna Hanım’ın, hukukun üstünlüğünü ve adaletin varlığını simgeleyen medenî cesaret, vicdan ve hür iradeleriyle verdikleri kararla, yüz otuz parça Risâle-i Nur Külliyatının hepsini beraat ettirmeleri, bütün kitapları sahiplerine iade etmeleri, o günün şartlarında hiç de azımsanmayacak ve geçiştirilemeyecek büyük ve tarihî bir karardır.
Hâlen hayatta olan Nur’un hizmetkârlarından ve saff-ı evvellerden olan, Senirkentli, Bediüzzaman’ın talebelerinden Ali İhsan Tola’nın tesbitlerine göre, bu beraat kararı, Risâle-i Nur dâvâsının çok önemli bir dönüm noktasıdır. Çünkü o günkü dâvâda bilhassa Risâle-i Nur kitapları için verilebilecek bir yasaklama kararı, gelecek aylar ve yıllar için çok büyük sıkıntılara sebep olabilecek stratejik bir durum arz ediyordu.
İşte bu sebepten dolayıdır ki, Risâle-i Nur hizmetlerinin her alanında olduğu gibi bu sahada da kesin ve gaybî bir inâyet elinin işlediği görülüyor. Şöyle ki:
Birincisi: Mahkeme Reisi Ali Rıza Balaban’ın İstanbul’da Darülfünun’da (üniversitede) Hukuk Fakültesi talebesi iken Şekerci Hanı’nda Bediüzzaman’ın sohbetlerine iştirak etmiş ve etkilenmiş olması.
İkincisi: Bediüzzaman’ın, Ali İhsan Tola’yı, onun Senirkent’ten akrabası olan Denizli Asliye Ceza Hakimi Hesna Hanım’a gönderip “O benim manevî evlâdımdır, ona benim selâmımı söyle” demesi. Ali İhsan Tola Ağabey, açık başlı bir hanıma, Üstadın nasıl “O benim manevî evlâdımdır” dediğini ilk başta kavrayamaz. Ancak daha sonra, Ağır Ceza hakim üyelerinden bu dâvâya muhalif olan birisinin hastalanmasıyla onun yerine vekâleten mahkemeye giren hakim Hesna Hanım’ın Reis Ali Rıza Beyle birlikte dâvânın lehinde oy kullanmasıyla beraat kararının çıkmasından sonra bu işin sırrını anlar. İşte bunlar akıl ve mantığa sığmayan, ancak kalbî ve itikadî olarak kabullenilebilecek ibretli levhalardır.
Risâle-i Nur’un bu ilk mahkemesinde herhangi bir şekilde ceza veya mahkûmiyet çıkması, sonraki safhalarında büyük sıkıntılara sebebiyet verebilirdi. Allah’ın inayeti ile bu badire, yukarıda anlatıldığı şekilde atlatılmış oldu ve hizmetin önünde olabilecek en büyük handikaplardan birisi böylece aşılmış oldu.
İşte bu bakımdan Denizli, ticaret ve tekstil sanayiinde, Türkiye’nin ve dünyanın önde gelen bir şehri olmasından çok daha öte, mânevî yapısı ve dokusuyla önem arz etmektedir.
Denizli’nin Risâle-i Nur dâvâsındaki ikinci önemli konumu, Üstadın kendi tâbiriyle hem Risâle-i Nur’un bir nevî müdafaanamesi hükmündeki ve mesleğinin hülâsası olan ‘Meyve Risâlesinin’ iki Cuma gününde burada telif edilmiş olmasıdır.
Bu risâlenin önemine binâen o zaman Üstad Bediüzzaman bu risâleyi, hem Adliye Vekâletine (Adalet Bakanlığı), hem Heyet-i Vekileye (Bakanlar Kurulu), hem Meclis-i Mebusan’a (TBMM), hem de Şûrâ-yı Devlete (Danıştay) göndermiştir. Ve bu konuda şöyle demektedir:
“..Çünkü, iddiânâmede bütün esas, Risâle-i Nur’dur. Ve Risâle-i Nur’a ait dâvâ ve itiraz, cüz’î bir hâdise ve şahsî bir mes’ele değil ki çok ehemmiyet verilmesin. Belki bu milleti ve memleketi ve hükümeti ciddî alâkadar edecek ve dolayısıyla âlem-i İslâm’ın nazar-ı dikkatini ehemmiyetli bir sûrette celb edecek bir küllî hadise hükmünde ve umumî bir meseledir. (...)
“Risâle-i Nur’un gerçi siyasetle alâkası yoktur. Fakat küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altı olan anarşiliği ve üstü olan istibdad-ı mutlakı esasıyla bozar, reddeder. Emniyeti, âsâyişi, hürriyeti, adaleti temin ettiğine yüzer hüccetlerden biri, bu müdafaanamesi hükmündeki Meyve Risâlesidir. Bunu âlî bir heyet-i ilmiye ve içtimâiye tetkik etsinler. Eğer beni tasdik etmezlerse, ben her cezaya ve işkenceli idama razıyım.” (Şuâlar, s. 251-252)
Üçüncüsü: Risâle-i Nurları yazıp dağıttıkları ve bu vatan ve milletin imanına hizmet ettikleri için çeşitli illerden haksız yere tutuklanarak getirilen yüzden fazla masum ve mağdur Nur Talebesinin hapishanede sergiledikleri müsbet hareketten dolayı, beraber bulundukları âdî veya ağır suçlardan tutuklu bulunan yüzlerce “cani” mesabesindeki mahkûm insanın, Nur Risâlelerinden aldıkları ders ve Nur Talebelerinin müsbet hareketlerinden etkilenerek cezasını tamamlamalarına rağmen buradaki derslerden istifade etmek için kendi arzularıyla hapiste kalmaya devam etmek için ısrar etmeleridir. Hatta bazılarının dışarı çıktıktan sonra, savcılığa müracaat ederek tekrar içeri girip Risâle-i Nur derslerinden istifade etmek istediğini bildirdikleri, kayıtlara geçen çok çarpıcı bir durumdur.
Dördüncüsü: Risâle-i Nur hizmetlerinin tarihçesinde çok çok önemli olan iki manevî şehit kahraman Nur Erkânlarından olan merhum Hafız Ali ve Hasan Feyzi Yüreğil Ağabeylerin bu şehirde medfun bulunmalarıdır.
İşte, Denizli’de bulunan, Nur hizmetleriyle meşgul olan bütün ehl-i himmetin teşebbüs ve gayretleriyle geçtiğimiz hafta sonu Denizli Ulu Camii’nde, başta Resûl-i Ekrem (asm) olmak üzere bütün Sahabe-i kiram, İslâm büyükleri, şehitlerimiz ve hâssaten de Üstad Bediüzzaman ve onun mümtaz talebelerinden Hafız Ali ve Hasan Feyzi Yüreğil adına bir mevlid-i şerif okundu. Bu vesileyle, yıllardan beri Nur Camiâsının hasret kaldığı “mevlid” hakikatinin, artık Ankara, Van ve Isparta mevlidleriyle de tekrar gündeme getirilip icraata dönüştürülmesi dilekleri, bir defa daha teyit edilmiş oldu. İnşaallah ileriki ay ve yıllarda Nur Camiâsına büyük bir aşk ve şevk veren, irtibat ve bütünlüğü sağlayan bu tür faaliyetler bir an önce vizyona girer. Anadolu’nun bağrından çıkan bu hakikat, onlara da öncülük etmiş olur. Mevlidin ileriki yıllarda geleneksel hâle getirilmesi, panel ve sempozyum gibi daha geniş, ilmî ve fikrî boyutlara taşınması düşünüldüğü, organize komitesi tarafından da ifade edildi.
Yeni mevlid ve hizmet dolu faaliyetlerde tekrar buluşmak ümit ve temennisiyle...
02.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Hem ahlâklı, hem sağlıklı |
|
1 Aralık, “Dünya AIDS Günü”ydü. Bu vesileyle ‘çağın vebası’ olarak tarif edilen AIDS’le nasıl mücadele edilmesi gerektiği hususunda kampanyalar açıldı, görüşler beyan edildi. Bazı san'atçılar da ‘poz’ vererek bu kampanyaya destek olmaya çalıştılar. (Müstehcen sayılabilecek ‘poz’lar vermenin, AIDS’le mücadele mi, yoksa teşvik mi olduğu ayrı bir mesele...)
‘Çağın vebası’ AIDS ile; yılda 1 gün mücadele etmek sûretiyle başa çıkmanın mümkün olmadığını her halde bu günü ilân edenler de biliyor. Gün için seçilen isimde de bir eksiklik var gibi. Amaç, AIDS ile mücadele ise, “Dünya AIDS Günü” yerine, “Dünya, AIDS ile Mücadele Günü” denilmesi daha makul olmaz mıydı? Yok, maksat AIDS’in reklâmını yapmak ise o başka mesele...
AIDS’in pek çok yayılma yolları var. Ancak en belirgin olanı ‘evlilik dışı ilişki/zina’ yoludur. Peki, bir yandan AIDS’e karşı kampanya açıp, öte yandan ‘zina’ya çıkan yollara ‘asfalt’ dökmek neyin nesi? Geçmişte, ‘bir kısım medya’nın ‘zina’yı ve ‘zanileri’ hararetle savunduğunu hatırlamak lâzım...
Evlilik dışı ilişkilere giren erkeklerin, eşlerine AIDS bulaştırdığı ve bu konuda ‘patlama’ yaşandığı da haberlere konu oldu. Sağlık Bakanlığı evli erkekleri bu konuda uyarmış. (Sabah, 1 Aralık 2006)
Habere göre, 1 Aralık Dünya AIDS Günü sebebiyle açıklanan veriler, ‘çağın vebası’ olarak nitelendirilen hastalığın hızını kesmediğini ortaya koymuş. Dünya Sağlık Örgütü’nün 2006 verilerine göre, dünyada yaklaşık 39.5 milyon insan HIV ile yaşıyor. Geçen bir yıl içinde AIDS sebebiyle ölenlerin sayısı ise 3 milyonu bulmuş durumda. Aynı habere gere, 1985’te hastalıkla tanışan Türkiye’de de AIDS her geçen yıl daha da arttı. Sağlık Bakanlığı’nın Haziran 2006 verilerine göre, Türkiye’de kayıt altına alınan toplam AIDS’li hasta sayısı, 1985’te 2 iken, geçen 20 yılda 2412’ye çıktı. Bu hastaların 612’si AIDS vak'ası, 1800’ü ise taşıyıcı olarak kayıtlara geçti. Türkiye’deki AIDS’lilerin büyük kısmını dünyada olduğu gibi erkekler oluşturuyor. 1662 erkek AIDS hastası iken, kadın AIDS’li sayısı 750. Ancak Sağlık Bakanlığı AIDS’li kadın sayısının son yıllarda arttığına dikkat çekiyor.
İnsanlığı tehdit eden bu salgına karşı, ne ile ve nasıl mücadele edilecek? Sadece kampanyalar açıp, “Aman tehlike var!” demek yeterli mi? Dünyanın bildiği gibi bu hastalığın yayılma yollarının en başında ‘evlilik dışı ilişki’ geliyor. En büyük tehlike bu noktadan geliyor ve aslında önlenmesi de kolaydır. Kalplere birer ‘yasakçı’ koymak en kalıcı çaredir. Bunun yolu da ‘doğru dürüst din eğitimi’dir.
Bu tesbitten rahatsızlık duyup, “Her şeyi dine, diyanete, Kur’ân’a bağlıyorsunuz” diyenler olabilir. Onlara söyleyecek tek bir sözümüz var: “Bu tesbitlerden rahatsızlık duyanlar, varsa kendi ‘çare’lerini dünyaya ilân etsinler!” Kan nakli ve benzeri ‘ârızî’ durumlar hariç, AIDS’in evlilik dışı cinsel ilişki ile yayıldığı malûm. Hastalık belli ise, çaresi de bellidir. Kişiler, evlilik dışı cinsel ilişkinin ‘haram’ ve bu yola tevessül etmenin ‘büyük günah’ olduğuna ikna edilebilirse AIDS’in yayılması önlenebilir.
“Yok, biz hem müstehcenliği ve fuhşu/zinayı teşvik edeceğiz; hem de AIDS’i önleyeceğiz” derseniz kimse size inanmaz. Zaten bu metodla ‘çağın vebası’ önlenebilseydi, AIDS bu hızla yayılır mıydı?
“Hem ahlâklı, hem sağlıklı” cinsel hayat, ancak İslâmın emrettiği şekliyle yaşanabilir. “Zina” ve ona giden bütün yollar kapatılarak bu mümkün!
02.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Yeni dengeler |
|
Son olarak Newsweek’teki yazıyla gündeme gelen darbe tartışmasına CHP’liler de tepki gösteriyor, çözümün sandıktan çıkacağını söylüyorlar. Ve bu çerçevede Baykal’ın sağı da içine alacak “cumhuriyet koalisyonu”na ümit bağladığı görülüyor.
Ancak bu koalisyonun reel temelleri bulunmadığına, dolayısıyla ütopik bir fanteziden ibaret olduğuna dair yaygın bir kanaat var. Onun için ciddîye alınmıyor.
Bu, işin bir boyutu. Diğer boyutunda ise, eski 28 Şubatçılardan Erol Özkasnak’ın “Hattâ sivil halkımız bile bir darbe yapabilir” (Vatan, 27.11.06) sözüyle ifade ettiği faraziye yer alıyor.
Hatırlanacağı gibi 28 Şubat’ta da “silâhsız kuvvetler” sözü çokça kullanılmış; gerek açıktan gerçekleştirilen, gerekse perde arkasında organize edilen etkinliklerde askerler başı çektiği halde kampanya “silâhsız kuvvetler”e mal edilmişti.
Son zamanlarda askerî cenahta gözlenen hareketliliğin yer yer 28 Şubat’ı çağrıştıran tarafları var.
O sürece damgasını vuran en önemli hadiselerden biri Sincan’da tankların yürütülmesiydi
Şimdi ise askerler Hakkâri’de pankartlarla çöp toplama veya Diyarbakır caddelerinde “Şehitler ölmez, vatan bölünmez;” “Ne mutlu Türküm diyene;” “En büyük Türk Atatürk” sloganlarıyla askerî birlikleri yürütme gibi farklı “etkinlikler”lere imza atıyorlar.
Başörtüsü meselesi de bir başka mesaj verme vesilesi olarak kullanılıyor. Samsun’da 29 Ekim resepsiyonunu “İçeride başörtülüler var” gerekçesiyle terk eden ve Malatya’da öğretmenler günü için tertiplenen programda “Başörtülüler dışarı çıksın” anonsu yaptıran garnizon komutanlarının tavrı, bunun tipik örnekleri.
Öte yandan, bol bol hükümeti protesto ve laiklik sloganlarının atıldığı Ecevit’in cenaze töreninin askerler tarafından organize edilmiş olduğu vâkıasını da gözden kaçırmamak icab ediyor.
Ama bunların tümüne topluca baktığımız zaman, istenen tarzda bir atmosferin teşekkül ettirilebildiğini söylemek mümkün değil.
Ancak buradan hareketle, askerlerin işin peşini bırakacakları gibi bir kanaate varmak yanlış.
Görünen o ki, “İrtica tehlikesi ciddî boyutta sürüyor. Hattâ bir ay önceki uyarılardan sonra hız kesmedi, daha da arttı” diyen “üst rütbeli komutan”ın (Muharrem Sarıkaya, Sabah, 15.11.06) sözleriyle dile getirdiği “takipçilik” artarak devam edecek.
Mesele, bu takipçiliğin, daha evvel yine askerlere atfen yazıldığı gibi “toplumsal farkındalık” oluşturmayı, irtica bahsinde askerin beklediği anlamda “duyarlı bir sivil kamuoyu” ortaya çıkarmayı başarıp başaramayacağı.
Millî Eğitim Şûrâsından sonra TÜSİAD’ın “Laiklik tehlikeye girerse bayrak açıp mücadele ederiz” çıkışı ve bir kısım medyanın aynı çizgideki tavrı bu yönde bir miktar yol alındığını düşündürse de, genel tablo hâlâ çok farklı.
Ayrıca, laiklik için söz konusu çıkışı yapan TÜSİAD, 301 tartışmasında askerden ayrılıyor.
Atilla Yayla’nın aldığı desteğin ciddî boyutlara ulaşması da, toplumda ve medyada oluşan yeni dengelerin bir başka işareti.
Asker bu durumu dikkate almadan eski tavrını aynı şekilde sürdürürse, daha fazla yıpranabilir.
02.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Cennete koşmak |
|
Bir savaş esnasındaydı. Umeyr bin Hammam, savaş telâşı sebebiyle saatlerdir birşey yiyememiş, bir kaç hurma ile nefsini köreltmek istiyordu. Aniden bir ses duydu. “Eni, yer ve gökler kadar olan Cennete koşunuz” diyordu bu ses. Üstelik canından çok sevdiği Allah Resûlünden (asm) geliyordu. Nasıl bekleyebilirdi? Cennete koşmalıydı. “Seni yiyecek kadar vaktim yok” deyip elindeki hurmaları fırlattı ve cihada koştu. O kadar ihlâs ve samimiyetle koşacaktı ki bu koşu onu gerçekten Cennete götürecekti. Çünkü şehit olacaktı. Namaza koşmak da böyledir. Namaza koşmaktan maksat canla başla ona yönelmek, kılmak için titizlik göstermek demektir. Nitekim Allah Resûlü (asm) amellerin en hayırlısının ne olduğu sorulduğunda, birinde Allah yolunda cihad olduğunu bildirirken, diğerinde “vaktinde kılınan namaz” buyurmuşlardır. Ömrü namazla dakikleşen, sisteme oturan mü’min, sonsuz bir hazineyi kazandıracak ömür dakikalarını namazla o kadar dikkatle kullanır ki âdetâ namaz onun için bir mihenk taşı, vakti ayarlayan, planlayan bir faktör olur. “Şu işi öğleden sonra yapacağım. Bunu mutlaka ikindiye kadar bitirmeliyim. Akşam namazından önce şunu mutlaka yapmam lâzım” diyerek elmas değerindeki vaktini kılı kırk yararcasına planlar. İnsan ömrü beş dakikası dahi boşa geçirilmeyecek değerde bir sermaye değil midir?
Aylar önce arkadaşımız Cemil Tokpınar’ın dâveti üzerine Namaz Gönüllüleri Platformu toplantılarından birinde ben de hazır bulunmuş, Mi'rac Kandiline yetişecek tarzda bir broşür hazırlanmasına karar verilmiş, benden de broşüre konulmak üzere bir makale istenmişti. “Namaza koşmak” başlığı altındaki makaleyi bu maksatla yazmıştım. Platformun gönüllülerinden Ahmut Bulut kardeşimiz Dinar’da yapılacak panele katılıp katılamayacağımı sorduğunda zevkle, “Olabilir” demiştim. 3 Aralık’ta, yani yarın Pazar günü kısmet olursa Afyon Dinar’da ben de namazla ilgili bir konuşmayla gönüllüler kervanına katılma mutluluğunu yaşayacağım.
İnsanların dünyevîleştiği, dünyevî meselelerin her şeyin önüne geçtiği, namaz gibi imandan sonra en büyük yeri olan bir hakikatin nice insanın nazarında son planlara atıldığı bir dönemde namazın gündeme getirilmesi ve sürekli gündemde tutulması kaybettiğimiz değerlere yeniden sahip çıkmanın göstergelerinden biri olsa gerek.
Namaz silkiniş, yeniden diriliştir. Günde beş defa deşarj olan manevî bataryalarımızı namazla doldurur, yeni bir şevk ve heyecanla işlerimize sarılır, ebedî yatırımlara yöneliriz.
Yeniden kendimize gelmemizi sağlayan böyle bir ibadeti ihsan ettiği için Rabbimize ne kadar şükretsek azdır.
02.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
İslâm ekonomisinin yakıtı: İman |
|
İmtihan, imân, “tevhîd-ulûhiyet”, hikmet, tevekkül, cihad/çalışma/üretim, tüketim (yeme-içme, giyinme vs.), iktisat, kanaat, helâl, zekât/paylaşım ile israf ve faizin yasaklanması gibi mefhumlar, İslâm ekonomisinin anahtar mefhumlarıdır. İslâmda aslolan zenginliktir, refahtır, hayat standartlarının yükselmesidir.
Bu olgunun ve bu kavramların pratik hayata yansımaları, diğer bir tabirle bunların yakıtları da imandır. Yüksek maddî hayat standardı, refah ve üretim ile tüketim dengesi, Kur’ânî anlamlarının doğru anlaşılması ve ihlâsla uygulanmasıyla mümkün. İman ne derece güçlüyse, ilim, teknoloji ve ekonomi de o nisbette gelişir.
“İman manevî bir hakikat olduğuna göre, maddî olan ekonomi ile ne ilgisi var?” diye düşünülebilir. Her ne kadar ruh ve beden beraberliği varsa da, ruh asıl, madde ona tâbîdir. Yani, bedenimizi, ruhumuz/duygularımız (akıl, kalp, vicdan vs.) çalıştırır. Önce bakmak, ayağa kalkmak isteriz, ardından başımızı ve gözlerimizi çevirir, ayaklarımızı harekete geçiririz.
Beynimiz, dimağımız da kalbimizle bağlantılı olarak kalp santralinin bir şubesi hükmünde çalışır. Dış dünyayı duyu, duygu ve algılarımız vasıtasıyla tanırız. Gören, işiten, tadan, hisseden ruhumuzdur, ama, bunu gözümüz, kulağımız, derimizle yapar. Göz san'atı, basiret denen iç bakış ise san'atkârı görür.
Bu olgulardan hareketle, ekonominin de itici gücünün düşünce ve dolayısıyla iman olduğunu rahatlıkla çıkarabiliriz. Ki, iman—Bediüzzaman’ın tesbitiyle—hem nur, hem kuvvettir. Kuvvet enerji/güç; nur ise, feraset, aydınlık, ışık, hakikati gösteren projektördür. Nasıl ki, elektrik fırına nüfuz ettiğinde yemekleri pişirir; buzdolabında, soğutur, korur; ampulde aydınlatır, herhangi bir makine, motor veya cihaza girdiğinde çalıştırır. İman da manevî elektrik gibi, insan hayatının tüm safhalarına, toplumun tüm katmanlarına nüfuz ederek icraatını yapar. Yani, ruhumuzu, duygularımızı çalıştıran iman bizatihî bir ilme yönelmeyi, çalışmayı, dayanışmayı, kaynaşmayı, ilerlemeyi netice veren ibadetleri ifa etmemizi sağlayan bir güç kaynağıdır.
İman, istidatlarımızı (potansiyel halindeki yeteneklerimizi) yüksek hasletlerimizi inkişaf ettirir; kabiliyetlerimizi geliştirirken; ibadetlerimizi ifa etmemizi de sağlar. Yani, namaz kıldıran, oruç tutturan, zekât verdiren, faizden uzak durduran da imanımızdır. Maddî ve manevî terakkîmizin umdeleri de iman ve ibadettir. Dolayısıyla, İslâm’daki “ulûhiyet”, dolayısıyla iman düşüncesini kavramadan, onun ekonomik, ya da sosyal yapısını anlayabilmek mümkün değildir. Çünkü, her türlü sosyal veya ekonomik hareketin—hukukî davranışları da bu söylediklerimize katmak zorundayız—Allah hakkındaki düşüncelerle doğrudan ilişkisi vardır. Zîrâ, İslâm’daki “ulûhiyet” düşüncesi, Müslüman adamın kendisine bakışına, eşyaya bakışına, kendine ve eşyaya vereceği konuma; kazanmasına, harcamasına, çalışmasına, hattâ çalışma sahasına ve biçimine sınır getirecek, insanı her şey, ya da hiçbir şey olmaktan çıkaracaktır.1
Buradan çıkaracağımız sonuç da, “üretim ve tüketim”in ölçüsünü yine iman tayin ettiği hususudur. Mü’min lezzeti şükür için takip edip tüketirken; “Aklı midemize, ruhu cesedimize, kalbi nefsimize hakim; lezzeti şükür için isteyen kullarından eyle!” diye duâ eder.
Materyalist felsefeler ise; yemek için yaşar; bu dünyadan ne koparırsak kârdır düşüncesiyle hareket eder. Bu ise, farkına varmasak da ekonomiyi, yani üretim ve tüketimi derinden derine etkiler.
Dipnotlar: 1. Dr. Faruk Beşer, İslâm’da Sosyal Güvenlik, Seha Neşr., İst., 1988, s. 15.
02.12.2006
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Çok hisseli Papa ziyareti |
|
Üç günlük Türkiye ziyaretini tamamlayan Papa 16. Benediktus, "kalbinin bir kısmını İstanbul'da bırakarak" ülkesi Vatikan'a geri döndü.
Papa'nın bu tarihî ziyaretinin genel anlamda çok hisseli ve yahut çok boncuklu olduğunu söylemek mümkün.
Boncukların rengi, elbette ki maviydi. Gittiği hemen her yerde bol bol bu boncuklardan dağıttı.
Kimse ile tersleşmeden, kimse ile zıtlaşmadan birlik, dostluk ve barış mesajları verdi.
Oysa, Türkiye'ye gelmeden önceki imajı çok kötüydü. Sebebi, Hz. Muhammed (asm) hakkında ağzından çıkardığı galiz sözlerdi.
Hatasını her ne kadar telafi etmeye çalıştıysa da, kendi hinterlandında buna muvaffak olamadı. O eski yıkıcı imajını, Türkiye'ye yaptığı ziyaretle bir derece düzeltmeye çalıştı.
Belirsizlik sıkıntısı
Papa'nın ziyareti öncesinde, tansiyon hayli yükselmiş, gerginlik hat safhaya varmış durumdaydı.
Onun Başbakan'la görüşüp görüşemeyeceği belli değildi. Bu noktadaki muğlaklık, çeşitli spekülasyonlara, dedikodulara yol açıyordu.
Yine, Papa'nın Cumhurbaşkanı ile, Diyanet İşleri Başkanı ile yapacağı görüşmenin nasıl bir seyir takip edeceği ciddî merak konusuydu.
Öte yandan, başta Patrik Bartholomeos olmak üzere, sair dinlerin temsilcileriyle yapacağı görüşmelerin mahiyeti üzerinde giderek zıtlaşan tartışmalar yaşanıyordu.
Bir başka husus da, günler, haftalar önce başlayan protesto gösterilerinin ziyaret esnasında da yer yer devam edebileceği endişesiydi.
İşte bu ve benzeri sıkıntılar, büyük bir yekûn teşkil ediyordu.
Üstelik, tüm dünyanın dikkati Türkiye üzerinde yoğunlaşmış durumdaydı. Bu sebeple, emniyet alarma geçti. Birçok yerde olağanüstü tedbirler alındı. Ta ki, istenmeyen gelişmeler yaşanmasın diye...
Neyse ki, korkulan olmadı. Tarihî ziyaret kazasız, belasız sona erdi.
Mavi boncuklar
Başbakan Esdoğan, havaalanında yaptığı görüşmeden sonra, "Papa'nın da İslâmı 'barış dini' olarak gördüğünü" açıkladı. Bu, ziyaret zincirinin ilk mavi boncuğu oldu.
Diyanet Reisi Bardakoğlu, İslâmiyet ve Peygamberimiz aleyhindeki sözlerini yüzüne karşı eleştirip reddeti; bir cihette kem sözleri sahibine iade etti. Papa, bunu da "eyvallah" diyerek bir bakıma sineye çekti.
(Bu arada, Papa'nın bizim Reisicumhur'la olan görüşmesinden aklımda kalan ne var diye şöyle bir yokladım; kayda değer herhangi birşey bulamadığım için geçiyorum.)
Efes'te "hacı" olup İstanbul'a gelen Papa, sırasıyla kendisine bağlı Vatikan temsilcisiyle, Ortodoks temsilcisi Patrrik ile görtükten sonra, ayrıca Ermeni, Süryanî ve Musevî temsilcilerle de ayrı ayrı görüşerek, onları da mavi boncuktan mahrum bırakmadı. Tabiî, boncuğun büyüğü "Birlik Protokülü"nü de hiç şüphesiz Patrik ile paylaşmış oldu.
Ayasofya'nın yanı sıra Sultanahmet Camiini de ziyaret eden ve İstanbul müftüsüyle birlikte Kıble'ye (Mekke'ye) dönerek yapılan duâya iştirak eden Papa'nın bu jesti de, bütün dünyanın dikkatini mûcip oldu ve büyük bir sürpriz olarak karşılandı.
Sıra geldi bundan sonraki gelişmelere.
Bakalım, Papa'nın bu tarihî ziyareti, Türkiye ve Hıristiyan dünyasında ne gibi gelişmelere yol açacak ve ne tür sonuçlar doğuracak.
Günün Tarihi
Latin alfabesi, nasıl "Türk alfabesi" oldu?
2Aralık 1928: Bir ay evvel yapılan "harf inkılâbı" hızla yaygınlaştırıldı; bugün itibariyle de, bütün gazete yazıları ve sokak isimlerinin Latin harfleriyle yazılması mecburiyeti getirildi.
Harf inkılâbının birden yapılması ve uygulamasının da çok sert biçimde sürdürülmesi, tamiri ve telâfisi imkânsız zararlara yol açtı. Milletin yüzde 99'u bir günde cahil bir duruma düşürüldü.
Bütün ömrünü okumayla, ilim tahsili ile geçirenler, bir gün içinde "hiçbir işe yaramaz" hale getirildi.
Zira, öyle bir inkılâp yapıldı ki, bununla sadece yeni harflerin okunması mecburiyeti getirilmedi; aynı zamanda, eski harflerin (yani İslâm harflerine dayalı Osmanlıcanın) de kesinkes yasaklanması cihetine gidildi.
Kısacası, eskiye ait ne varsa tarih mezarlığına gömülmeye çalışıldı. Böylece 80 yaşındaki bir âlim, 8 yaşındaki çoğun bile gerisine düşürülmüş oldu.
Harf devrimi günlerinde "orta yolu" bulma arayışları çerçevesinde yapılan "Yeniyi mecbur edelim; ama, hiç olmazsa eskiyi yasaklamayalım" teklifleri dahi en sert şekilde yüzgeri edildi.
İslâm yazısına "Arap yazısı" damgası vurulurken, Latin yazısı da—hiçbir alâkası olmadığı halde—"Türk harfleri" diye yutturulmaya çalışıldı.
Oysa, Türk harfleri olsa olsa Göktürkler'in de kullanmış olduğu "Uygur harfleri" olabilirdi. Ki, Türkler İslâmiyeti kabul ettikten sonra bile, bu Uygur yazısını uzun süre kullanmışlar ve hiçbir şekilde "yasak" engeliyle karşılaşmamışlardır.
Uygurcanın terki, zamanla ve fıtrî bir seyir içinde olmuştur.
Türklerin İslâm harflerine dayalı geliştirmiş oldukları Osmanlıca'yı ise, kelimenin tam anlamıyla bir "medeniyet lisanı" haline getirmişlerdir. Zaman içinde gelişen bu Osmanlıca lisanında kullanılan harf sayısı 36'ya varmıştı.
Bu, Türkçe'nin gerek telaffuz (fonetik) ve gerekse şekil itibariyle zirveye ulaştığı, mükemmeli yakaladığı anlamına geliyordu. Şimdi kullanılan ve 28 harfle sınırlandırılan Latin alfabesi ise, Türkçe'nin söz ve yazı dilindeki incelik gerektiren ihtiyacını karşılamaktan çok uzaktır.
NOT: Osmanlıca olarak telif edilen Risâle–i Nur'un sür'atle intişarı, zirve noktasına erişen Osmanlıca'nın yasaklandığı tarihlere denk düşüyor. Buna göre Risâle–i Nur, Osmanlıca'nın en mükemmel haliyle telif edilmiş oluyor.
02.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Cinlerden peygamber gelmiş midir? |
|
İzmir’den Emir Bey: “Cinlere kendi içlerinden peygamber gönderilmiş midir? Yoksa insanlara gönderilen peygamberler aynı zamanda cinlere de mi gönderilmiş oluyor?”
Kur’ân, insanların ve cinlerin Allah’a iman ve ibadet yapmaları için yaratıldıklarını bildirir.1 İman ve ibadet görevi teklifi gerekli kılar. Teklif olmadığında mükellefiyet ve yükümlülük başlamaz.
Keza Kur’ân, cinlerden bir topluluğun Kur’ân’ı dinlediklerini, Kur’ân’ın bir hidayet rehberi olarak teklifini algıladıklarını ve iman ettiklerini, aralarında Müslüman olanların da, Müslüman olmayanların da bulunduğunu itiraf ettiklerini, Peygamber Efendimiz (asm) namaz kıldığında onun namazını görmek için cinlerin birbirlerini ezercesine Peygamber Efendimiz’in (asm) etrafında toplandıklarını bildirir. İlgili âyetlerin bir kısmı şöyledir:
* “De ki: Cinlerden bir topluluğun Kur’ân’ı dinleyerek şöyle dedikleri bana vahy olundu: ‘Biz doğru yola ileten harikulâde bir Kur’ân dinledik. Ve Ona iman ettik. Biz Rabb’imize hiçbir kimseyi ortak koşmayacağız.’”2
* “Biz o hidayet rehberini işittiğimizde ona iman ettik. Kim Rabb’ine iman ederse, ne mükâfatında bir eksiklikten korkar, ne de bir haksızlığa uğramaktan. Aramızda Müslümanlar da vardır, haktan sapmış olanlar da. Kim Müslüman olursa, doğru yolu arayıp bulanlar işte onlardır.”3
* “Allah’ın kulu ve peygamberi namaz kılmak için kalktığında, cinler onun ibadetini görmek için birbirine girercesine etrafında toplanıverdiler.”4
Öte yandan, mükâfat için bir sınır şartı koymayan Kur’ân, azap için bir sınır şartı bulunduğunu, azabın gerçekleşmesi için teklifin şart olduğunu bildirmiştir. İlgili âyetler şöyledir:
* “Biz peygamber göndermedikçe azap edici değiliz.”5
* “Size böylece peygamberler gönderilmiştir. Çünkü kendilerine peygamber gelmediği için ahalisi gaflette bulunan bir beldeyi Rabb’in helâk etmez.”6
Ve nihayet Kur’ân insanların ve cinlerin kendilerine hakkı tebliğ edecek kendi içlerinden peygamberler gönderildiğini haber vermiştir.
* “O gün Allah sorar: ‘Ey cinler ve insanlar topluluğu! Size âyetlerimi anlatan ve bu güne erişeceğinizi bildirip sakındıran içinizden peygamberler gelmedi mi?’ Onlar da: ‘Biz kendi aleyhimize (başımıza ne gelmişse kendimizden olduğuna) şahitlik ederiz’ derler. Onları dünya hayatı aldatmıştır. Onlar kendi aleyhlerinde şahitlik edip, kâfir olduklarını itiraf ederler.”7
Keza yine Kur’ân, Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm’ın emrinde cinlerden, insanlardan ve kuşlardan müteşekkil, intizamla sevk ve idare olunan ve Hazret-i Süleyman’ın (as) her emrine itaatkâr bir ordusu bulunduğunu8, şeytanların dahi Hazret-i Süleyman’ın (as) emrinde bulunduklarını9, cinlerin Allah’ın emriyle Hazret-i Süleyman’ın emrine girerek ona saraylar, suretler ve benzersiz havuzlar yaptıklarını10, bu sırada Hüdhüd kuşunun Sebelilerin güneşe secde ettiklerini Hazret-i Süleyman’a (as) bildirdiğini11 haber verir.
Keza, Kur’ân, şeytanın, insanların çoğunu saptıracağına dair iddiasını gerçekleştirdiğini ve mü’minlerden bir topluluk hariç insanların şeytana uyduklarını, şeytanın aslında hiçbir gücü ve kudreti olmadığını, fakat âhirete iman edenleri şüphe edenlerden ayırt etmek için şeytana fırsat verildiğini haber vermiştir.12 Hazret-i Âdem’den (as) beri şeytanın, insanları hep yanlış yola sürüklemek için uğraşıp durduğu bilindiğine göre; şeytan taifesinin ve cinlerin, insan cinsinden gelen hidayet rehberlerine ve insana yapılan teklife ilgisiz kalmadıkları, onlardan bîhaber olmadıkları ve peygamberlerin teklifleri ve tebliğleri ile doğuştan muhatap oldukları anlaşılmaktadır.
Diğer yandan, “Ey cinler ve insanlar topluluğu! Size içinizden peygamberler gelmedi mi?”13 ayeti de, cinlerin içinden cinlere de peygamber geldiği şeklinde bir mânâ ihtiva ediyor. Bununla beraber, cinlere cin taifesinden bir peygamberin gelip gelmediği konusunda her hangi bir haber mevcut değildir. Üstad Bedîüzzaman Hazretleri Hâtemü’l-Enbiyâ olan Peygamber Efendimiz’den (asm) sonra cinlerden peygamber gelmediğini bildirmiş, fakat son peygamberden öncesini yorumsuz bırakmıştır.14 Çünkü zaten Kur’ân-ı Kerim, tüm peygamberlerden haber vermiş değildir. “Sana bildirmediğimiz peygamberler de gönderdik”15 âyeti ise nihayet her peygamberin bize bildirilmediğini haber vermektedir.
Dipnotlar: 1- Zâriyât Sûresi: 56; 2- Cin Sûresi: 1-2; 3- Cin Sûresi: 13, 14; 4- Cin Sûresi: 19; 5- İsrâ Sûresi: 15; 6- En’âm Sûresi: 131; 7- En’âm Sûresi: 130; 8- Neml Sûresi: 17, 9- Enbiyâ Sûresi: 82; 10- Sebe’ Sûresi: 12, 13; 11- Neml Sûresi: 24; 12- Sebe’ Sûresi: 20, 21; 13- En’âm Sûresi: 130; 14- Şuâlar, s. 297, 298; 15- Mü’min Sûresi: 78.
02.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Çığırtkanlar sahnede |
|
Cumhurbaşkanlığı seçimlerine yaklaşık altı ay kala, Türkiye yeni bir tartışmanın içine çekilmek isteniyor. 28 Şubat öncesi yaşanan “üst düzey askerî yetkililer” yine revaçta. Bu yetkililer eski mi, yeni mi, şu anda etkili ve yetkili yerlerdeler mi, yoksa 28 Şubat döneminde bazı darbe yanlısı yazarların yaptığı gibi, nabız mı yokluyorlar, ya da yine o dönemde olduğu gibi ellerine verilen metinleri mi yazıyorlar, belli değil? Ucundan kıyısından bazı yazılar çıkmaya başladı, ama bunu şimdilik bilemiyoruz.
Peki ne oldu da bunlar tartışılmaya başlandı? Hemen açıklayalım…
Geçen günlerde Amerikan Newsweek dergisinde Türkiye’ye ilişkin bir yazı yayınlandı. Bu makale Türkiye’nin tarihî ve turistik yerlerin reklâmını yapsa dikkat çekmezdi, ama 28 Şubat şartlarının oluşmaya başladığını savunan bir yazı olunca, herkesin dikkatini çekti. Hele bir de 2007 yılı içerisinde askerî müdahale ihtimalinin yüzde 50 olduğu yazılınca, gözler makaleyi kaleme alan yazara(!) çevrildi.
Peki kimdi bu yazar? İkisi de gazeteci olan Ahmet Uran Baran ve Füsun Baran’ın kızları, aynı zamanda da Zafer Mutlu’nun üvey kızı olduğu söylenen Zeyno Baran… Bu yazar(!) 1996-2003 yılına kadar Washington’da CSIS’da çalışmış. 2003 başından itibaren Washington’da Nixon Center’da uluslar arası güvenlik ve enerji programları direktörü olarak çalışıyormuş. Nisan ayında da Hudson Enstitüsü’ne transfer olmuş. Şu anda bu kuruluşta “kıdemli uzman” olarak çalışıyormuş…
Söz konusu yazarın yazısını “Türk askerî yetkilileriyle yaptığı görüşmeler”e dayandırması ve son olarak Washington’u ziyaret eden Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Ergin Saygun’u Hudson Enstitüsü’nde ağırlaması ve bir toplantı düzenlemesi olaya farklı bir boyut kazandırdı.
Bu arada, ABD Dışişleri Bakanlığı’nda Avrupa ve Avrasya işlerinden sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı Matt Bryza ile “yakın arkadaş” oldukları konuşulan Baran’ın bu türde bir yazı yazması şaşırtıcı gelmedi. Çünkü, Bryza, görevi sebebiyle Türkiye ile yakından ilgilenen bir isim. Özellikle TBMM’de 1 Mart Tezkeresi geçmediği için, Bush yönetiminin Türkiye’ye karşı sert politikaların amansız bir savunucusu olmuştu. Hatta bu konuda Türkiye’nin cezalandırılması gerektiğini bile düşünen bir isim. Bu bilgi de adeta işin tuzu biberi oldu.
Bütün bunlar Türkiye’de tartışılırken, Zeyno Hanım yeni bir açıklama yaparak, klasik ifadeyle “sözlerim yanlış anlaşıldı” mânâsına gelen, “Makalem kısaltılırken, önemli ayrıntıların gazı kaçmış. Görüştüğümüz askerî yetkililer darbeden söz etmediler” gibi sözler sarf ettikten sonra, kendisinin darbeden değil “postmodern” darbeden bahsettiğini söylemiş.
Türkiye’de darbelerin 10’ar sene arayla yapıldığını düşünen yazar, 1997’deki 28 Şubat postmodern darbesinin 10 sene sonrasına gelen 2007’de darbe olacağı tahmininde bulunarak, meşhur olma hevesinde mi bilemeyiz, ama AB’ye giden yolda darbeleri savunmak anayasal suç, en azından bunu bilmesi gerekir.
Bütün bunlardan sonra “yine neler oluyor” diye düşünmeye başladık.
Bir deli kuyuya taş atıyor, herkes çıkartmaya mı çalışıyor, yoksa bir yerde yine tezgâhlar mı kuruluyor? Bekleyip göreceğiz. Ancak, her zaman söylediğimiz gibi Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yapılacağı Mayıs ayına kadar bu tür tartışmaların “dozajı artarak” devam edeceğe benziyor.
Bu aşamada söyleyeceğimiz şudur: Artık Türkiye’de darbeler konuşulmamalı, demokrasi, özgürlükler, hürriyetler, insan hakları konuşulmalı. Milletin iradesinin her şeyin üstünde olduğu kabul edilmeli. Artık Türkiye bu tür antidemokratik tartışmaları geride bırakmalı. Bu çığırtkan sözlerin Türkiye’ye zarar verdiği unutulmamalı.
Darbe heveslilerine, ihtilâlleri, postmodern darbeleri yapanların şu an nerelerde olduklarına, milletten nasıl şamar yediklerine bakmalarını tavsiye ederiz.
Türkiye ne çektiyse bu darbeci kafalardan ve darbe şakşakçılarından çekti, ama bazıları hâlâ ağızlarına darbe lâfını alıyor. Darbelerden bahsetmemek için milletin şamarını görmeleri mi gerekiyor?
02.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|