Ecevit’in ölümü vesilesiyle yazdığımız bir yazı üzerine, ismi bizde mahfuz (isterse ismini veririm) bir edebiyat öğretmeni şöyle bir mesaj gönderdi:
“Ben 46 yaşında, 12 Eylül’ün şahitlerinden bir öğretmenim. O yılları hatırlamak, bana çok acı veriyor. Selçuk Eğitim Fak. öğrencilik yıllarımda (1979-1985) ihtilâl öncesi ve sonrasını bilen ve yaşayanlardanım. Yemeklik yağ bulma çabalarımızı ve okulun kimler elinde nelerle içiçe olduğunu hâlâ acı çekerek hatırlıyorum. 12 Eylül sonrası 3-4 ay içinde okulu bitirenleri de yakından tanıyorum. Ecevit’in,”Cumhurbaşkanı bana anayasa kitabını fırlattı” deyip, devlet adamlığıyla uzaktan yakından ilgisi olmayan basın önündeki tavrıyla, dövizin ve piyasaların nasıl fırlayıp, halkı ve devleti milyarlarca dolar zarara soktuğunu ve bunun ceremesini, ferd ve millet olarak nasıl çektiğimizi acıyla hatırlıyorum. Son iktidarında, Ecevit’ten aldıkları kuvvetle, sendikaların muhafazakâr öğretmenleri nasıl dağıttığını ve bunu bizzat 3 yıl sürgünle yaşayarak bilenlerdenim.
“Unuttuğunuz noktaları tamamlamak ve yazınızın altına imza atmak için size yazdım. Selâmlarımla.”
Öğretmenimiz gayet haklı da, benim daha çok tuhafıma giden, sayın Ecevit’e bir kısım solcuların methiye düzmesi değil, kendisini sağcı veya dindar olarak yansıtanların övgü yağdırmasıdır.
İmam-Hatiplere, Kur’ân kurslarına, ilkokul öğrencilerinin Kur’ân öğrenmelerine karşı gelen, “Başörtülülere haddini bildirin!” diyen, devleti ve milleti krizden krize sürükleyen nasıl devlet adamı olabilir, nasıl övgüye lâyık olur?
Şimdi Nisa Sûresi’nin 168. âyetinin meâline göz atalım: “İnkâr edip zulmedenleri Allah asla bağışlayacak değildir. Onları başka bir yola iletecek de değildir.” Bediüzzaman, bu âyeti, şöyle yorumlar: “Evet hukuk-u umûmiye-i kâinata cinâyet eden affolunmaz, rah-ı adem (yokluk) verilmez.”1 “Küfür, cinâyet-i mutlakadır, affa kabil değil”2
Şimdi şu çarpıcı tesbite bakın ve herkesi mihenge vurun:
“Bu asrın acîb bir hassasıdır. Bu asırdaki ehli İslâmın fevkalâde safderûnluğu ve dehşetli cânileri de âl-i cenâbâne affetmesi ve bir tek haseneyi binler seyyiâtı işleyen ve binler mânevî ve maddî hukuk-u ibâdı mahveden adamdan görse, ona bir nevî taraftar çıkmasıdır. Bu sûretle, ekall-i kalîl (azınlığın azı) olan ehl-i dalâlet ve tuğyan, saf bir taraftar ile ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatâsına terettüp eden musîbet-i âmmenin devamına ve idâmesine, belki teşdidine (şiddetlenmesine) kader-i İlâhiyeye fetvâ verirler; ‘Biz buna müstehakız’ derler.”
Evet, bu her meseleye bakar. Bütün İslâmî hizmetlere ve buna engel olmak isteyenlere karşı olan muâmelelere ve hoşgörüye de... Devam ediyoruz:
“Evet, elması (âhiret ve imân gibi) bildiği halde yalnız zarûret-i katiyye sûretinde, şişeyi (dünya ve mal gibi) ona tercih etmek, ruhsatı şer’iye var; yoksa küçük bir ihtiyaçla veya hevesle veya tamâ ve hafif bir korku ile tercih edilirse, eblehâne bir cehâlet ve hasârettir, tokada müstehak eder.
“Hem âlicenâbâne affetmek ise, yalnız kendine karşı cinâyetini affedebilir. Kendi hakkından vazgeçse hakkı var. Yoksa başkalarının hukukunu çiğneyen cânilere afüvkârâre bakmaya hakkı yoktur, zulme şerîk olur.”3
Ferdin “af ve müsamahası”nın ölçüsü nedir?
“Ferdin başkası adına müsamaha etmesi ve fedâkârlıkta bulunması hıyanettir.”4
Sanıklar sizin. Sayın Ecevit de, ona övgü düzenler de…
Dipnotlar: 1- Muhâkemât, s. 35.; 2- Sözler, Yeni Asya Neşriyat, s. 80.; 3- Kastamonu Lâhikası, s. 24.; 4- Sünuhât, s. 20.
18.11.2006
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|