|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Cemaatler ve DYP |
|
Eski tüfek sosyalistlerden Abidin Nesimi, 1950’li yıllarda Adnan Menderes’i ve DP hükümetini ayakta tutan gücün “500 bin Nur talebesi” olduğunu söylüyordu.
Doğruydu. Bediüzzaman’ın tavsiyeleri istikametinde Nurcular seçimde oy verdikleri DP’nin müsbet icraatını da destekliyorlardı.
Onlarla birlikte, diğer cemaatlerin desteği de ekseriyet itibarıyla DP’nin yanındaydı.
Gerçekten millet nezdinde hem manevî nüfuzu, hem de oy potansiyeli itibarıyla önemli ağırlığa sahip olan bir kitlenin desteği, DP’yi ayakta tutan dinamiklerden biriydi.
DP’nin 27 Mayıs darbesiyle devrilmesinde, 1950’lerin sonlarına doğru bu desteğin dağılmaya ve zayıflamaya yüz tutmuş olmasının payı azımsanamaz.
Gerçi Bediüzzaman ve talebeleri son âna kadar Menderes’i ve DP’yi muhafaza gayretini elden bırakmadılar; ama Üstadın vefatından sonra yaşanan kısa süreli “fetret” dönemi ihtilâlcilere aradıkları fırsatı verdi.
İhtilâlden beş yıl sonraki seçimde AP’nin tek başına iktidara gelmesinde de Nurcuların ve sair cemaatlerin yekvücut halde verdikleri desteğin payı son derece önemliydi.
Ancak bu mütesanid desteği parçalama çabaları o dönemde de yeni taktiklerle devam etti. Bu meyanda özellikle Millî Nizam Partisinin kurulması, hayli etkili bir faktör oldu.
Cemaatlerin bir kısmının bu partiye, bazılarının da MHP gibi başka partilere yönelmesi, oyların AP’de toplanmasıyla ortaya çıkan toplumsal gücün dağılmasına yol açtı.
Aynı potansiyelin 1990’lı yıllarda olduğu üzere ağırlıklı olarak RP’ye yönelmesi ise, Türkiye’yi 28 Şubat türbülansına sürükledi.
Şu anda da benzer bir hava yaşanıyor.
Çünkü cemaatlerin desteği bu defa da, millî görüş kökenli kadrolarca kurulan yeni bir partiye akıtılmış durumda. Ve dört sene sonra gelinen noktadan cemaatler de huzursuz.
Son tecrübenin bir kez daha teyid ettiği gerçek şu: Türkiye’nin huzuru ve selâmeti, cemaatlerin DP-AP çizgisiyle yeniden buluşmasına bağlı. Bir ara öyle bir iddiayı seslendirdiyse de AKP’nin bu çizginin devamı olamadığı ve olamayacağı ayan beyan görüldü.
Tabiî bu noktada, DP-AP çizgisinin devamı olma iddiasıyla siyaset sahnesinde yer alan DYP’nin de yapması gerekenler var.
Çünkü DYP kurulduğu günden bu tarafa, DP ve AP tarzında, milletin bütün kesimleriyle beraber cemaatleri de kucaklayacak bir siyaset geliştirmeye muvaffak olamadı.
Demirel yasaklıyken ve muhalefet lideri olarak bunu bir ölçüde başarmıştı, ancak iktidarda ve Çankaya’da arkasını getiremedi.
Bunun bedelini ise hep birlikte ödedik.
Ağar’ın son dönemdeki açılımlarını, Haber Türk’te Nurcular ve Gülen cemaati özelindeki sorulara verdiği “Toplumda ne varsa hepsi bizim kabulümüzdür. Herkese kapımız, gönlümüz açık. Daha sivil, daha demokrat, daha özgür bir Türkiye için bizimle diyalog kuran her kesimle sıcak ilişkilerimizi güçlendirme gayretindeyiz” cevabıyla yeni bir boyuta taşıması, bunu telâfi açısından önemli bir işaret.
Hele cemaatleri tehdit sayanlar varken!
18.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
S. Bahaddin YAŞAR |
Yorumunuz, içinde bulunduğunuz şartlara bağlıdır |
|
Önce şartlar
Hiçbir olay şartları dikkate alınmadan değerlendirilemez. Değerlendirilse de, doğru bir sonuç içermez. Biz bir olayı değerlendirirken, öncelikle kendi şartlarımız içerisinde olaya bakarız. Oysa ki olayın bizzat oluşum şartları ile, olayı değerlendiren kişilerin şartları oldukça farklı olabilmektedir.
Hatta işlenen suçlarda bile şartlar hafifletici bir sebep teşkil eder.
Anlatılan fıkra dikkat çekici, hocanın evine hırsızlar girer ve ne var ne yoksa, hepsini götürürler. Tabiî haliyle konu komşu toplanır. Herkes hocaya yüklenmektedir: ‘Neden kapıyı kilitlemedin? Hırsızlığa sen sebep oldun. Neden böyle yapmadın, neden şöyle yapmadın’ sürüp gider sorular… Hoca evi soyulduğu halde kendisine bu kadar yüklenilmesine bir türlü anlam veremez ve tepki gösterir.
- Yahu kardeşim, tamam ben kapıyı kilitlemedim, hatalıyım, ama bu hırsızın hiç mi kusuru yok? Neden ona da kızmıyorsunuz? der.
Evet, bir konu hakkında, bir olay hakkında, bir durum hakkında yorum yapmadan evvel o olayın, o durumun oluşum şartlarını dikkate almalıyız. Şartlarını öğrendikten sonra yapacağımız yorum, çok daha farklı olacaktır. Yorumun doğru, isabetli olabilmesi yaşanan olayın şartlarını bilmekle mümkün olacaktır.
Olayın içinde olmak ile, olayı
pencereden izlemek farklı
Pencereden izliyoruz… Dışarıda bir kavga var. Bir kişiye beş, on kişi vuruyor. Anlaşılır değil. ‘Nasıl olur böyle bir şey!’, ‘Vahşet bu!’, “Neden beş kişi vuruyor?” diyorsunuz dışarıdan böyle gözüküyor.
Soruşturuyorsunuz, bu yumruk yiyen hırsız, mahallenin başını ağrıtmış. Birisinin silahını… Bir başkasının altınlarını… Bir diğerinin de parasını çalmış.
Doğrusu anlamsız değil yumruklar. Empati, isabetli yorumlar için gerekli. Hırsıza atılan her bir yumrukta bazı yaşanmışlıklar var.
Dışarıdan gözüktüğü gibi değil, olayın iç yüzü.
Klimalı bir odada dışarısının 55 derecesini anlamak
Dışarıda sıcaklık 55 derece. Adeta yanıyor memleket. Kocaman bir köpek ve küçücük bir kedi, bir ağaç fidesinin gölgesinde ağızlarını açmışlar ve soluyorlar. İbretlik. Normal şartlarda birbirine yakın duramayan bu iki hayvan, dış şartlar hayatı ciddî sarstığı için, bu küçük gölgeden ikisi de istifade ediyorlar.
Huysuzluğu bir kenara bırakıp, ‘kavga zamanı değil’ mesajı veriyorlar.
***
Nitekim aynı durum insanlar için de geçerlidir. Dışarıda 55 derece sıcak altında birisi size yapmaması gereken bir davranış sergiliyorsa, bu, şartların bir sonucudur. Siz ona hiç cevap vermeyin veya ‘evet, haklısınız’ deyin ve oralardan uzaklaşın.
Davranışın ardındaki şartları dikkate almamak; davranışı yanlış okumak demektir. Ayrıca, çok üzüntü veya çok sevinç hali içinde verilecek sözler çok isabetli değildir.
On yıllık hüküm giymiş bir insan
Davranışlara gösterilen tepkiler, kişinin nasıl bir hal içerisinde olduğu ile yakından alâkalıdır. Çok basit bir olay, çok büyük tepkiler oluşturuyorsa ya da çok büyük tepkiler gösterilmesi gereken meseleler, kişinin gülüp geçmesini netice veriyorsa; tepki gösteren kişinin iç atmosferini dikkate almayı gerekli kılar.
Hapishanede mahkûmlarla konuşan televizyon programcısı, on yıl hüküm giymiş bir mahkûma, ‘Neden buradasın?’ diye soruyor. Mahkûm, epey bir düşünüyor ve sanki o anı bir kez daha yaşıyor. Çok sonra ağzından bir cümlecik dökülüverdi: -“Bana ‘lan’ dedi. Ben de onu vurdum. Ama o an kontrol bende değildi. Ne yaptığımı hiç mi hiç hatırlamıyorum. Çok pişmanım, ama işte buradayım. On yıl hüküm giydim.”
O an içinde bulunulan şartlar, kişiye hakim olabiliyor.
Hiçbir mesele küçük değildir, bu size göredir
Bazı olayların gerekçeleri, dışarıdan bakan bir kişi için çok basit gelebilir. Ama basit bir cümle, aile ocağını söndürebiliyor, kalp kırıp, kavgalara sebep olabiliyor. Onun için hiçbir şey basit değildir. O, ‘basittir’ sözü’, dışarıdan bir kişiye aittir.
Küçük şeyler büyütülsün demiyoruz, ama kime göre küçük, küçüktür.
On binlerce insanların hayatına mal olan savaşların gerekçeleri çok mu büyük?
***
Dışarıda sıcaklık 55 derece iken, 22 derecede yazılmış bir yazı hayatı ne kadar yansıtabilir? Ve bu yazılan doğrular ne kadar doğru, yanlışlar ne kadar yanlıştır?
Dışarıda kar, fırtına, tipi var. Kaloriferli bir odanın penceresine yansıyanlar ne kadar gerçekleri yansıtır. Buradan yapılan yorum, neyin yorumudur?
Dış şartlar, iç şartları direkt etkiliyor. Yoksa şartların dışında, dışarıdan yapılan yorumlar, hep yarımdır.
Tabiî bana katılıp katılmamanız da, şu an hangi şartlar içinde bu yazıyı okuduğunuza bağlıdır.
Değil mi?
18.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
Zafer AKGÜL |
İçi boşaltılmış kavramlar |
|
Daha önceden başkaları söylemişti, ama en son Sayın Büyükanıt Paşa “medyayla tanışma toplantısı” dolayısıyla dile getirdi. Medyada yine “Paşadan şok eden açıklama. Büyükanıt Paşadan çarpıcı açıklamalar” şeklinde sunumu yapılan konuşmasının dikkat çeken iki ağırlıklı konusu, maalesef hiç de çarpıcı ve şok edici değil. Paşa, “Laikliğin içi boşaltılmış ve PKK’nın yayın organı var Türkiye’de” demiş. Bizce çarpıcı olan, herkesin bildiği hususları ve çoktan beri görüşlerini açıkladığı meseleleri Paşanın bu saatten sonra yeniymiş ve bilinmiyormuş gibi, hatta ilk kez kendisi fark edip de kamuoyuna ilân ediyormuş gibi konuşmasıdır.
Laikliğin içinin boşaltılması zaten tartışılan bir husus. Ama kimin anlayışına göre olan laikliğin içinin boşaltıldığı çok su götürür. Laikliğin uygulamasında en yakın ve en çok benzeştiğimiz ülke olan Fransa’yı ölçü alacak olsak bile, bu konuda bizim laiklik anlayışımız ile Fransa tipi laiklik anlayışı arasında dağlar kadar fark vardır. Bu konuyu uzmanlarına bırakacak olursak ve hukukî, sosyal, din ve fikir özgürlüğü bakımından inceleyecek olursak, sanırım Büyükanıt Paşa daha sağlıklı karar verebilir. Yoksa temellendirme olmadan, laiklik konusunda yapılacak her açıklama polemik konusu olacaktır. Nitekim Meclis Başkanı Sayın Bülent Arınç’ın “Laiklik konusunu yeniden yorumlayalım” teklifine Paşanın sert tepkisi bunun en sıcak örneğini teşkil etmiştir.
İçi boşaltılmış kavram, sadece laiklik değildir aslında. Cumhuriyet, özgürlük, hukuk, hatta Atatürkçülük ve dahi 10 Kasım anma törenleri bile içi boşaltılmış kavramlara dahil edilebilir.
Daha birkaç gün önce bir AKP’li milletvekili Hamit Taşçı’nın oğlunun düğün tarihinin 10 Kasım günü olmasına bile, başta Ordu CHP İl başkanı ile MHP il başkanlıkları karşı çıktılar. “10 Kasım’da düğün mü olur?” diye. Bu, 10 Kasım’ın Atatürk için tabulaştırılmış bir yas günü haline getirilmesinden başka bir şey değildir. Hani 10 Kasımlar ağlama günü, yas günü ve kuru kuruya methetme günü değildi? Hani Mustafa Kemal her türlü dogmaya, kutsallaştırmaya karşıydı? Ne oldu? Onu ucuz tarafından anma gelenekleri sonunda toplumda bir hurafeye yol açacaktır. Tıpkı iki bayram arasında evlenilmez hurafesi gibi. Bu tip tepkiler, Kemalizm’i bir din ve dogma haline getirmiş olmanın neticesidir. Yani bir takım kavramların içinin boşaltıldığını gösterir.
PKK ve Öcalan’ın sesi durumundaki yayın organına gelince, bu sokaktaki her vatandaşın çoktandır bildiği bir gerçektir. Ne var ki, bu konu, yıllardır bu konuda tedbir alması gereken askerin de dahil olduğu güvenlik mercilerinde hiç mi dile getirilmedi? Hiç mi gündeme gelmedi? Avukatları aracılığıyla dışarıya mesajlar verdiğini devletimizin sayın üst düzey yetkilileri şimdiye kadar hiç mi fark etmediler? Eğer bu yeni fark ediliyorsa, şimdiye kadar fark edilmeyişin sebepleri açıklanmalıdır. Fark edildiği halde, yeniymiş gibi açıklanıyorsa, bunun da esbab-ı mucibesini kamuoyu kaçınılmaz olarak merak edecektir.
Görüldüğü gibi, içi boşaltılmış kavramlar laiklikten ibaret değil. Ve her açıklamayı da şok edici bulmak veya sarsıcı addetmek pek de akılcı gelmiyor bize.
18.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Ebeveynin evlâdına yaptığı kötülük |
|
Birgün Hz. Ömer’e (ra) adamın biri gelip çocuğunun itaatsizliğinden şikâyet eder, dert yanar. Hz. Ömer (ra) çocuğu getirttirir, neden babasına saygısızlık yaptığını, itaatsiz davrandığını sorar. Çocuk, “Ey mü’minlerin emiri, çocuğun baba üzerinde hiçbir hakkı yok mudur?” diye sorar.
Hz. Ömer de,(ra) “Elbette var” der ve devam eder: “Baba önce çocuğuna temiz ve ahlâklı bir anne seçmeli, sonra çocuğuna güzel bir isim koymalı, daha sonra da Kur’ân’ı öğretmelidir.”
Bu defa şikâyet sırası çocuğa geçer: “Ey mü’minlerin emiri,” der. “Babam bunlardan hiçbirini yapmadı. Bana anne olarak bir mecûsîyi seçti. İsim olarak da kaplumbağa anlamına gelen bir isim taktı. Kur’ân’dan da tek bir harf olsun öğretmedi.”
Hz. Ömer (ra) babaya dönüp, “Aslında sen ona karşı gelmişsin. O sana kötülük yapmadan önce sen ona kötülük yapmışsın”1 der.
Çocuğun maddî olduğu kadar manevî hayatından da sorumlu olan ebeveyn bu görevlerini hakkıyla yapmalı. Bilhassa şefkat kahramanı olan anne, çocuğunun üzerine titizlikle eğilmeli, onu maddî ve manevî tehlikelerden korumalı. Sadece dünya hayatını düşünüp ebedî hayatını nazara almamak şefkatin suistimalinden başka birşey değildir.
Bediüzzaman Hazretleri Lem’alar isimli eserinde, o şefkatli validenin, çocuğunun dünya hayatının tehlikeye düşmemesi, fayda görmesi için her türlü fedâkârlığa katlandığını, ona göre eğittiğini, “Oğlum paşa olsun” diye bütün malını mülkünü verdiğini, hafız mektebinden alıp Avrupa’ya gönderdiğini, fakat ebedî hayatının tehlikeye girdiğini düşünmediğini söyler ve der ki: “Dünya hapsinden kurtarmaya çalışıyor; Cehennem hapsine düşmesini nazara almıyor. Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak, o masum çocuğunu, ahirette şefaatçi olmak lâzım gelirken, dâvâcı ediyor. O çocuk, ‘Niçin benim imanımı takviye etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?’ diye şekvâ edecek. Dünyada da, terbiye-i İslâmiyeyi tam almadığı için, validesinin harika şefkatinin hakkına karşı lâyıkıyla mukabele edemez, belki de çok kusur eder…
“Bu hakikî ihlâs ile hakikî bir fedâkârlık taşıyan validelik şefkati sûistimal edilip, masum çocuğunun elmas hazinesi hükmünde olan ahiretini düşünmeyerek, muvakkat fani şişeler hükmünde olan dünyaya o çocuğun masum yüzünü çevirmek ve bu şekilde ona şefkat göstermek, o şefkati sûistimal etmektir.”2
Şefkatlerini sûistimal eden ebeveyn çocuklarına ancak kötülük etmiş olurlar.
Dipnotlar: 1- Terbiyetü’l-Evlâd, 1:127. 2- Lem’alar, s. 260.
18.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Sanıklar sizin! |
|
Ecevit’in ölümü vesilesiyle yazdığımız bir yazı üzerine, ismi bizde mahfuz (isterse ismini veririm) bir edebiyat öğretmeni şöyle bir mesaj gönderdi:
“Ben 46 yaşında, 12 Eylül’ün şahitlerinden bir öğretmenim. O yılları hatırlamak, bana çok acı veriyor. Selçuk Eğitim Fak. öğrencilik yıllarımda (1979-1985) ihtilâl öncesi ve sonrasını bilen ve yaşayanlardanım. Yemeklik yağ bulma çabalarımızı ve okulun kimler elinde nelerle içiçe olduğunu hâlâ acı çekerek hatırlıyorum. 12 Eylül sonrası 3-4 ay içinde okulu bitirenleri de yakından tanıyorum. Ecevit’in,”Cumhurbaşkanı bana anayasa kitabını fırlattı” deyip, devlet adamlığıyla uzaktan yakından ilgisi olmayan basın önündeki tavrıyla, dövizin ve piyasaların nasıl fırlayıp, halkı ve devleti milyarlarca dolar zarara soktuğunu ve bunun ceremesini, ferd ve millet olarak nasıl çektiğimizi acıyla hatırlıyorum. Son iktidarında, Ecevit’ten aldıkları kuvvetle, sendikaların muhafazakâr öğretmenleri nasıl dağıttığını ve bunu bizzat 3 yıl sürgünle yaşayarak bilenlerdenim.
“Unuttuğunuz noktaları tamamlamak ve yazınızın altına imza atmak için size yazdım. Selâmlarımla.”
Öğretmenimiz gayet haklı da, benim daha çok tuhafıma giden, sayın Ecevit’e bir kısım solcuların methiye düzmesi değil, kendisini sağcı veya dindar olarak yansıtanların övgü yağdırmasıdır.
İmam-Hatiplere, Kur’ân kurslarına, ilkokul öğrencilerinin Kur’ân öğrenmelerine karşı gelen, “Başörtülülere haddini bildirin!” diyen, devleti ve milleti krizden krize sürükleyen nasıl devlet adamı olabilir, nasıl övgüye lâyık olur?
Şimdi Nisa Sûresi’nin 168. âyetinin meâline göz atalım: “İnkâr edip zulmedenleri Allah asla bağışlayacak değildir. Onları başka bir yola iletecek de değildir.” Bediüzzaman, bu âyeti, şöyle yorumlar: “Evet hukuk-u umûmiye-i kâinata cinâyet eden affolunmaz, rah-ı adem (yokluk) verilmez.”1 “Küfür, cinâyet-i mutlakadır, affa kabil değil”2
Şimdi şu çarpıcı tesbite bakın ve herkesi mihenge vurun:
“Bu asrın acîb bir hassasıdır. Bu asırdaki ehli İslâmın fevkalâde safderûnluğu ve dehşetli cânileri de âl-i cenâbâne affetmesi ve bir tek haseneyi binler seyyiâtı işleyen ve binler mânevî ve maddî hukuk-u ibâdı mahveden adamdan görse, ona bir nevî taraftar çıkmasıdır. Bu sûretle, ekall-i kalîl (azınlığın azı) olan ehl-i dalâlet ve tuğyan, saf bir taraftar ile ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatâsına terettüp eden musîbet-i âmmenin devamına ve idâmesine, belki teşdidine (şiddetlenmesine) kader-i İlâhiyeye fetvâ verirler; ‘Biz buna müstehakız’ derler.”
Evet, bu her meseleye bakar. Bütün İslâmî hizmetlere ve buna engel olmak isteyenlere karşı olan muâmelelere ve hoşgörüye de... Devam ediyoruz:
“Evet, elması (âhiret ve imân gibi) bildiği halde yalnız zarûret-i katiyye sûretinde, şişeyi (dünya ve mal gibi) ona tercih etmek, ruhsatı şer’iye var; yoksa küçük bir ihtiyaçla veya hevesle veya tamâ ve hafif bir korku ile tercih edilirse, eblehâne bir cehâlet ve hasârettir, tokada müstehak eder.
“Hem âlicenâbâne affetmek ise, yalnız kendine karşı cinâyetini affedebilir. Kendi hakkından vazgeçse hakkı var. Yoksa başkalarının hukukunu çiğneyen cânilere afüvkârâre bakmaya hakkı yoktur, zulme şerîk olur.”3
Ferdin “af ve müsamahası”nın ölçüsü nedir?
“Ferdin başkası adına müsamaha etmesi ve fedâkârlıkta bulunması hıyanettir.”4
Sanıklar sizin. Sayın Ecevit de, ona övgü düzenler de…
Dipnotlar: 1- Muhâkemât, s. 35.; 2- Sözler, Yeni Asya Neşriyat, s. 80.; 3- Kastamonu Lâhikası, s. 24.; 4- Sünuhât, s. 20.
18.11.2006
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Tashih ve tasrih notları |
|
Aziz okuyucularımız. Bilhassa son günlerde aktardığımız yakın tarih bilgilerinde, bir kaç noktada tashih ve tasrih (açıklama) yapmaya ihtiyaç hasıl oldu.
Bu konuda bizi uyaran ve doğru bilgilere ulaşmada yardımcı olan muhterem arkadaşlarımıza tebrik ve teşekkürlerimizi arz ederiz.
Düzeltme ve açıklamaya muhtaç bulduğumuz noktaları, dikkat nazarlarına sunmak üzere aşağıdaki maddeler halinde sıralıyoruz.
Takvim
Çoğunuzun bildiği gibi, Miladî takvim ile Rumî takvim arasında 13 günlük bir fark var. Biz, tarih çevirilerinde bu 13 günlük farkı da ekleyerek hesaplamayı öyle yapıyorduk.
Meğerse, 1 Mart 1917 ile 26 Aralık 1925 tarihleri arasındaki zaman diliminde bu fark sıfırlanarak, her iki takvimin de gün sayıları eşitlenmiş.
İzmir'den muhterem Bilal Tunç'un hatırlatması üzerine yaptığımız araştırma sonucu, aynı yöndeki doğru bilgilere ulaştık. Şöyle ki:
1917'de 1 Mart günü "malî yılbaşı" olarak kabul edilmekle beraber, asıl yılbaşı 1 Ocak günü olarak esas alınmış ve bu durum 1925 yılı sonlarına kadar da devam edegelmiş.
Buna göre, aşağıdaki sıhhatli bilgileri yeniden güncelleyebiliriz:
1) Rusya'daki esaretten kurtulan Bediüzzaman Hazretlerinin İstanbul'a gelişini 25 Haziran 1334 tarihli sayısında haber veren Tanîn gazetesinin o günkü nüshasının Milâdî tarihi yine 25 Haziran olup, yıl olarak da 1918'dir.
2) Üstad Bediüzzaman'ın kurucu âzâ olarak kaydedildiği "Darü'l–Hikmeti'l–İslâmiye"nin açılış tarihi 13 Ağustos 1334/1918'dir.
3) Bediüzzaman Hazretlerinin Millet Meclisinde resmî "Hoşâmedi" ile karşılandığını belgeleyen "Zabıt Ceridesi"nin neşir tarihi 9 Kasım 1338/1922'dir.
4) Aynı şekilde, Üstad'ın mebuslara hitaben kaleme almış olduğu 10 maddelik "Beyannâme"nin neşir tarihi 19 Ocak 1338/1923'tür.
5) Ankara'dan Van'a gitmek üzere almış olduğu biletin son kullanma tarihi 21 Nisan 1923'tür. Buna göre, Mart ayından sonraki bu tarihin Rumî yıl olarak karşılığı 1339'dur.
Zabıt Ceridesi
Daha önceki bir yazımızda sehven Resmî Ceride (yani Resmî Gazete) şeklinde belirttiğimiz Zabıt Ceridesi, aslında o zamanki Meclis Tutanağıdır. Bugünkü karşılığı ise Meclis Tutanak Dergisidir. Her iki isimde de "ceride" tâbiri geçmekle beraber, bunlar birbirinden farklı şeylerdi.
Başoğlu'nun notu
Dün (17 Kasım), Sağlık–İş Genel Başkanı Sayın Mustafa Başoğlu'dan yukarıda bahsi geçen Üstad Bediüzzaman'ın Meclis'te "Hoşâmedi" ile karşılandığına dair şu bilgi notunu aldık:
"Sayın Salihoğlu, 15.11.2006 günlü 'Başkent'e Kasım yolculuğu' başlıklı yazınızda yer alan Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri için 1922 Kasımında TBMM'de bir Hoşâmedi merasimi yapıldığını belirtiyorsunuz,
"Ben, daha önce bilgi sahibi olduğum bu konuyu TBMM tutanaklarından teyit etmek istedim. Yaptığım incelemede, Meclis kayıtlarında bu konunun metnini ne yazık ki bulamadım. Ya tutanaklara geçirilmedi veya tutanaklardan daha sonra çıkartılarak yok edildi.
"Ama gerçek olan şudur; Mustafa Kemal'in isteğiyle Ankara'ya gelen Üstad Bediüzzaman için, TBMM'de özel bir karşılama merasimi (Hoşamedi) düzenlenmiş, böylece şanına lâyık bir törenle karşılanmıştır.
Bu konuları araştıran bir gazeteci olarak, başka yerlerde, başka belgeler bulmanız mümkün olabilir."
NOT: Söz konusu Hoşâmedi merasiminden bahseden TBMM Zabıt Ceridesi'nin 9 Kasım 1338/1922 Perşembe tarihli nüshasının eski (Osmanlıca) ve yeni (Latince) nüshalarının birer orijinal kopyası muhterem Necmeddin Şahiner'in özel arşivinde mevcut.
Meclis arşivine bilâhare herhangi bir müdahalede bulunularak mevcut bilgiler kaybedildiyse, onu bilemiyoruz.
Bu vesileyle, Sayın Başoğlu'na teşekkür ediyor ve konuyu araştırmaya devam edeceğimizi belirtmek istiyoruz.
Günün Tarihi
Gitti Sultan Vahdeddin, geldi Halife Abdülmecid
18 Kasım 1922: Sultan Vahdeddin'in bir gün önce mecburiyet tahtında yurt dışına gitmesi üzerine, Millet Meclisi tarafından yeni halifenin Abdülmecid Efendi olduğu ilân edildi.
1 Kasım'da saltanatın resmen kaldırılmasıyla birlikte, Sultan Vahdeddin'in de "Sultanlık" vasfı sona ermiş, sadece "Halifelik" ünvanı kalmıştı.
Ortaya çıkan yeni durumu kendisi ve aile efradı için güvenli bulmadığı için de, İngilizler'den yardım isteyerek bir gemiyle yurdu terk etmek zorunda kaldı.
Bu, aslında beklenen bir gelişmeydi. Zira, İngiliz işgal güçleriyle, şöyle veya böyle anlaşan, uzlaşan her kim varsa, bir şekilde terk–i diyâr etmek mecburiyetindeydi.
Ankara'da teşkil olunan yeni yönetim, bu dönemde Anadolu'daki istilâcı Yunan kuvvetleriyle birlikte, İstanbul'daki işgal kuvvetleriyle de tam bir zıtlaşma içindeydi. Herhangi bir sebeple düşmana yakın görünenler, mutlak sûrette kendini Ankara'dan uzak tutması gerekiyordu.
Bu vaziyet, hayli acıklı olmakla beraber, o günler için çok da yadırganacak bir tutum değildi. Kaldı ki, Sultan Vahdeddin, yurt dışına çıkmayı kendi isteğiyle tercih etmişti.
Asıl büyük ıztırab bu tarihten yaklaşık bir buçuk yıl sonra yaşandı. 3 Mart 1924'te Halifelik kurumu kaldırıldı. İş bununla da sınırlı kalmadı; Meclis tarafından, Osmanlı hanedanına mensup bütün fertlerin Türkiye sınırları dışına çıkarılmasına karar verildi.
Altı yüz küsûr sene önce gelerek bu toprakları vatan edinmiş, her karışını şehit kanlarıyla sulayarak fetihler yapmış olan Osmanlı, bu tarihlerde yabancılar tarafından değil, bizzat kendi soydaşları, hatta kendi dindaşları tarafından hudut haricine çıkartılıyorlardı.
Bir tek fert dahi bırakılmaksızın yurt dışına çıkartılan Osmanlı hanedanı mensupları, adeta sefalete sürüklenmiş oldular. Zira, değişik ülkelere gittikten sonra, oralarda yokluk ve perişaniyet içinde varlıklarını idame ettirerek çok hazin bir hayatı yaşamaya mahkûm edildiler.
18.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Meryem TORTUK |
Sen kimsin ki? |
|
Ne çabuk kurarız bu cümleyi öfkelendiğimiz zaman karşımızdakine. Onu küçümseyip, alaşağı etmek için ilk cümlemiz bu olur. Kendimiz daha üstünüzdür ve de haklı. Çünkü nefis her zaman kendini diğerlerinden daha üstün görür. Üstünlüğün nereden kaynaklandığının adını koyamadan böyle düşünürüz üstelik. Herkes kendini önemser. Bu önemseme ve değer verme de insanın birey olarak şahsî sorumlulukları açısından önemlidir aslında. Ama gel gör ki, bu farklı olmayı üstünlük olarak yansıtmak neye göre ve kime göre üstün olduğunu dahi bilmeden sorumsuzca kullanmak da neyin nesi?
Öfkelendiğimizde ve kızdığımızda karşımızdakini, hiç yerine koyarak, “Değersiz ve önemsiz bir müsveddeden farkın yok” diyerek perişan etmek ilk hamlemizdir. Sonrasında zaten onun kendisini toparlayıp ifade edebilmesi imkânsızdır bize göre. Çünkü hiç yerine konan yüreği, yok sayılan kimliğiyle doğrulup, bize söz söylemesi bile artık bir anlam ifade etmez.
Aslında, “Sen kimsin?” diye çıkıştığımız kişiden önce, kendi kimliğimizi yok saydığımızın farkında mıyız acaba bu öfkeli tutumumuz anında? Çünkü, biz kim olduğumuzu bilsek bu cümleyle karşımızdakini itap etmeyecek kadar asil ve vakur bir duruş sergileyebiliriz. Biliriz ki, hepimiz insan olarak en muhteşem şekilde yaratılmış ve Allah’a muhatap birer kuluz.
Rabbimiz bile, bizleri, “Sizler kimsiniz ki?” diye itap etmezken, hepimize rahmetiyle eşit muâmele ederken, bizlere ne oluyor ki, karşımızdakine, “Sen kimsin ki?!!’’ diyebiliyoruz.
Hayata yüklediğimiz anlam ve duruş, çok ince nüanslarda gizli. Her tutum ve davranışımız yüreğimizin olgunluğunu ele verir. İnsan olarak varlığımıza ne kadar yakınlaştığımızın bir nişanıdır.
Hepimiz farklı, ama hepimiz eşitiz. Bizler ki, “Üstünlük ancak takvadadır” diyen bir peygamberin ümmetiyiz. Takvanın ise kimde olduğunu kim bilebilir ki Ondan başka? O halde karşımızdakini böyle hiçlikle itap etmeden önce kendi yüreğimize öncelikle bakmamız gerekmez mi?
Hem aynı şey bizim için de geçerli. Birinin bize aynı cümleyi söylediğini düşünürsek bunun ne kadar da yıkıcı bir itham olduğunu hissetmiş ve görmüş oluruz.
Eğer bize biri bunu söylerse de, “Boş sözlerle, çirkin davranışlarla karşılaştıkları zaman izzet ve şereflerini muhafaza ederek oradan çekip giderler” (Furkan Sûresi:72) âyetini hatırlayarak o kişinin yanından uzaklaşmak bize en yakışan davranıştır. Zira Şeytanın en sevdiği şeylerden biri de kibir ve öfkedir. Bu cümledeyse kibir ve öfke vardır. Kibir ve öfkedense Allah’a sığınmak ne güzel bir duruş ve tercihtir.
18.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Ölümü nimet görmeli |
|
İzmir’den okuyucumuz: “Birinci Mektub’da geçen ölümün nimet olması ile ilgili bahsi açıklar mısınız? İnsana acı veren ölüm nasıl nimet oluyor?”
Allah’ın önü acı, arkası tatlı nimetleri vardır. Yani önce sabır gerektiren, teslim gerektiren, tevekkül gerektiren, rıza gerektiren; sabrı, teslimi, tevekkülü ve rızayı gösterenler için hemen ardından Allah’ın sonsuz rahmetini, rızasını ve merhametini netice veren yüksek nimetler… Hastalıklar gibi, musibetler gibi, ölüm gibi.
Ölümün nimetten ibaret olduğunu, “O ki, hanginiz daha güzel işler yapacaksınız diye sizi imtihan etmek için ölümü de, hayatı da yaratmıştır”1 âyetini tefsir ederken açıklayan Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretlerine göre, hayat dünyaya nasıl bir yaratma ve takdir ile geliyor ise, dünyadan da bir yaratma ve takdir ile ve bir hikmet ve tedbir ile gidiyor.
Bedîüzzaman bu hakikati en basit bitki hayatından örneklerle ispat eder. Şöyle ki: En basit hayat tabakasına sahip bitkinin ölümü, hayatından daha muntazam bir san'at eseridir. Meyvelerin, çekirdeklerin ve tohumların ölümü görünüşte bozulmak, çürümek ve dağılmaktan ibarettir. Fakat bu görüntü altında gayet muntazam bir kimyevî muamele çerçevesinde, elementlerin, minerallerin ve gerekli zerrelerin faydalı şekilde bir araya gelmesiyle öyle bir hamur oluşur ve yoğrulur ki, tohumun ölümü, sümbülün hayatını netice verir. Demek çekirdeğin ölümü, sümbülün hayatının başlangıcıdır veya hayatının ta kendisidir. Öyleyse çekirdeğin bu ölümü hayat kadar muntazamdır, hayat kadar yaratılmıştır!
Hem sonra hayat sahibi meyvelerin veya hayvanların insan midesinde ölümleri, insanî hayata çıkmalarına bir basamaktır. Öyleyse bu ölümün meyveler ve hayvanlar için yeni ve daha muntazam bir yaratılma meselesi olduğunu söylemek zor olmaz.
İşte en aşağı hayat tabakasına sahip olan bitki hayatının ölümü böyle muntazam bir yaratılışa başlangıç oluyor ve kaynaklık ediyorsa, hayat tabakasının en üstününde yaşayan insan hayatının başına gelen ölüm, elbette daha muntazam ve bakî bir hayatın basamağı ve başlangıcı olacaktır. Yeraltına girmiş bir çekirdeğin hava âleminde bir ağaç olması gibi, yeraltına giren bir insan da, berzah âleminde bâkî hayat sümbülü verecektir.2
Bedîüzzaman, ölümün dört açıdan nimet olduğunu zikrediyor. Bunları sırayla ele alalım:
1-Ölüm, kimi insanı ağırlaşmış olan hayat vazifesinden ve hayat yükünden kurtarıp yüzde doksan dokuz dostlarına kavuşmasını sağlayan berzah âleminin kapısı hükmünde olduğundan, yaşlılar ile ağır ve çaresi tükenmiş hastalar için en büyük bir nimettir. Ayrıca ölüm ebedî saadetin kapısıdır ve başlangıcıdır. Bizi ölüm ötesi nimetlere ulaştıran bir kapı hükmünde olan ölümün kendisi de, bu açıdan, nimetten başka bir şey değildir.3
2-Ölüm mü’mini, dar, sıkıntılı, dağdağalı, karmaşık ve fırtınalı dünya karanlığından çıkarır; geniş, sevinçli, ıstırapsız ve baki bir hayata mazhar eder. Kişiyi, hakikî sevgili olan Cenâb-ı Allah’ın rahmet dairesine alır. Bilhassa iman ehli için ölüm karanlıklı bir kuyu ağzı değil, nurlu âlemlerin kapısıdır. Dünya ise bütün görkemiyle ve alıcılığıyla, âhirete nispeten bir zindan hükmündedir. Elbette dünya karanlığından Cennetler bahçesine çıkmak, sıkıntılı ve tutsak cismanî hayattan rahat âlemine ve ruhların uçuştuğu âleme geçmek ve Rahman’ın huzuruna gitmek bin can ile arzu edilir bir seyahattir. Hatta bir saadettir.4 Ölüm bu yönüyle de tartışılmaz bir nimettir.
3- İhtiyarlık gibi hayat şartlarını ağırlaştıran birçok olay vardır ki, ölümü hayatın çok üstünde bir nimet olarak gösterir. Meselâ sana ıztırap veren pek ihtiyar annen ve baban ile birlikte, onların anne ve babaları, dede ve nineleri... vs dayanılmaz, ıztıraplı ve hastalıklı halleriyle senin önünde şimdi bulunsaydı, hayat ne kadar çekilmez bir dert, ölüm ne kadar nimet olurdu; hissederdin.
Hem meselâ, güzel çiçeklerin âşıkları olan güzel sineklerin, kışın şiddetli soğuğunda hayatları ne kadar zahmetli, kış öncesi ölümleri ne kadar rahmet ve nimet doludur.
4- Uyku nasıl ki musibete uğrayanlar, yaralılar ve hastalar için bir rahat, bir rahmet ve bir istirahattır. Öyle de uykunun büyük kardeşi olan ölüm de, musibetzedelere, çok ağır dert sahiplerine ve intihara kadar götüren belâlarla müptelâ olanlara tam bir rahmet ve nimettir.
Fakat şüphesiz ölümün bu rahmet ve nimet ciheti iman ve salih amel sahipleri içindir. Dalâlet ehli için ise ölüm elbette azap içinde azap, acı içinde acıdır.5
Dipnotlar: 1- Mülk Sûresi: 2 2- Mektûbât, s. 13 3- İşârâtü’l-İ’câz, s. 229 4- Sözler, s. 187 5- Mektûbât, s. 14
18.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Hak yumuşatılır mı? |
|
Meslek liseleri yıllardır katsayı adaletsizliği ile karşı karşıya… On binlerce öğrenci bu adaletsizlikten olumsuz yönde etkilenirken, meslek liselerine yapılan bu haksızlık bazı çevrelerde işgücü kaybına sebep olduğu, sanayiye ara eleman yetişmediği şeklinde yakınmalara yol açıyor. Ancak sırf “imam hatipler de yararlanır” telâşı ile “geri adım atmamak”ta da direniyorlar.
Türkiye işsizlikten bunalırken, sanayiciler kalifiye eleman bulamıyor. YÖK’ün, uyguladığı katsayı adaletsizliği, ara eleman yetiştiren meslek liselerine talebi yok denecek kadar azaltırken, tekstilden inşaata kadar birçok sanayi kuruluşu, çalıştıracak eleman bulamaz hale geldi.
Şu anda ilköğretimden mezun olanların yüzde 30’u meslek liselerine, yüzde 70’i genel liselere gidiyor. Avrupa Birliği ise ortaöğretimdeki dağılımın “yüzde 65 meslek lisesi, yüzde 35 genel lise” şeklinde yapılanmasını istiyor. Ancak Türkiye’deki katsayı engeli sebebiyle endüstri meslek liseleri tercih edilmiyor.
ÖSYM’nin ÖSS yerleştirme sonuçları ile ilgili istatistiklerine bakıldığında, bu adaletsizlik gözler önüne seriliyor. Son yapılan sınavda toplam bin 76 meslek lisesi birincisi hiçbir fakülteye yerleşemediği için, sınavsız geçişle 2 yıllık meslek yüksekokullarına kayıt yaptırmak zorunda kaldı.
Bilindiği gibi, 1999’den bu yanan uygulanan, katsayı adaletsizliği meslek lisesi öğrencilerinin büyük puan kesintisine sebep oluyor. Normal lise mezunları orta öğretim başarı puanları 0,8 katsayısı ile çarpılıp ÖSS ham puanlarına eklenirken, meslek liselerinin orta öğretim başarı puanları 0,3 katsayısı ile çarpılıyor ve ÖSS ham puanlarına ekleniyor. Dolayısıyla, meslek liseleri, genel liseleri 40 puan geriden takip ediyor.
Bu adaletsizliği göre göre, meslek liselerine uygulanan katsayı adaletsizliğine ses çıkarmamak “haksızlığa rıza göstermek” değil midir?
***
En son olarak 1999 yılında toplanan 17. Millî Eğitim Şûrâsı 5 gün süren bir çalışma yaptı. 800 eğitimcinin katıldığı Şûrâ 5 günlük süre içerisinde oluşturulan komisyonlarda sınav sistemi, AB sürecinde eğitim ve yönlendirme başta olmak üzere eğitimin sorunlarını tartıştı. Bu başlıklar altında meslek liselerine üniversiteye girişte uygulanan katsayı ve üniversiteye giriş sistemi de değerlendirildi.
Bu konular görmezlikten gelinerek, bazılarının gösterdiği özel gayretler sonucu Şûrâ’da “katsayı” konusu ön plâna çıkarıldı.
Ayrıca, Eğitim-Bir-Sen Genel Başkanı Ahmet Gündoğu’nun meslek lisesi mezunlarının istedikleri okullara girmelerini öngören teklifi, ÖSS Komisyonu’ndan tavsiye kararı olarak geçince, malûm çevreler hemen harekete geçti. Karar, 4’e karşı 66 oyla kabul edildi. Şûrâ’da 28 Şubat’ın imam hatip korkusu ile getirilen meslek liselilerin katsayı mağduriyetinin sonlandırılması yönündeki ilk tavsiye kararına, YÖK Üyesi Prof. Dr. Türkan Saylan, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nden Gülsün Kaya, Marmara Üniversitesi’nden Prof. Dr. Adnan Kulaksızoğlu ve Özel Dershaneler Birliği eski Başkanı İbrahim Arıkan “hayır” oyu verdi.
Komisyondan geçen bu karar bir kısım medyanın konuyu manşetlerine taşımaları, bazı akademisyenlerin karşı çıkmaları sonucu Şûrâ genel kurulunca aralarında Millî Eğitim bürokratlarının katıldığı üç maddelik bir önergeyle “uygulanabilir(!)” hale sokuldu. Katsayı kalkmadı, ama “yumuşatılmış” oldu. Yani “orta yol” yine birilerinin dayatmasıyla bulundu.
Geride komisyonda 4’a karşı 66 oyla kabul edilen “katsayının kalkması” görüşünde yaşanan tartışmalar kaldı.
Hakkın yumuşaması olur mu? Ortada bir adaletsizlik varsa yumuşatılmaz, çözülür…
***
Görülen o ki, haksızlığa rıza gösterenler, Şûrâ’nın açılışına dâvetli olduğu halde gelmeyen, gelmeyi bir kenara bırakın bir mesaj dahi göndermeyen Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in bu tavrından cesaret aldılar.
Yükseköğretim Kurulu (YÖK) üyesi Halis Ayhan da katsayının objektif olmadığını söyledi. Aynı zamanda YÖK’ü temsilen Millî Eğitim Şûrâ üyesi de olan Ayhan, lise ayrımı olmadan ÖSS’de alınan puana göre öğrencilerin üniversiteye gitmesi gerektiğini dile getirdi. Şûrâ üyesi öğrenciler de katsayı sisteminin önlerinde engel oluşturduğunu belirterek, bunun kaldırılmasını istedi. Yani, YÖK’ün bir üyesi, eğitim sendikaları (biri hariç), öğrenciler, kamuoyu katsayı engelinin kalkmasını istiyor.
Şimdi, Şûrâ, meslek lisesi mezunlarına hukuk, siyasal, öğretmenlik yolunu engelleyen “katsayıyı” kaldırmadı. Şûrâda alınan kararların yaptırımı yok, tavsiye niteliği taşıyor. Bugüne kadar yapılan 16 şûrâda alınmış yüzlerce karar hâlâ uygulamayı bekliyor. Burada görev hükümete düşüyor. Şûrâ yumuşak da olsa bir adım attı, sıra hükümette… Bakalım AKP hükümete son yılında bu yarayı kurutabilecek mi, yoksa geri adım mı atacak? Ya da zamana yayıp dönemi mi kapatacak?
Hadi bir cesaret gösterin de, halkın istediği adaletsizlik son bulsun…
18.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Kat kat haksızlık |
|
Ankara’da toplanan 17. Millî Eğitim Şûrâsı önemli kararlar aldı. Tabiî, şûrâda karar alınması bunların hemen uygulanacağı anlamına gelmiyor. Keşke uygulansa...
Şûrâ üyelerinin aldığı ‘katsayı uygulamasına son verilsin’ şeklindeki karar, en çok tartışılan karar oldu. (Son haberler, bu kararın ‘yumuşatıldığı’ yönünde...) Daha doğrusu, yıllardan beri devam eden bir haksızlığın sona ermesine imkân sağlayacak bu karara karşı çıkan bir ‘azınlık,’ kararı dillerine doladı. Siyasî cenahta CHP’nin öncülük ettiği ‘istemeyiz’cilere, işadamları arasından da TÜSİAD öncülük ediyor.
İmam hatip lisesi mezunlarının üniversiteye girmesine engel olmak için başlatılan bu uygulama, bir 28 Şubat süreci hediyesi. Bu uygulama ile en başta imam hatip lisesi mezunları mağdur oldu, ama mağdur olanlar sadece İHL mezunlarıyla da sınırlı kalmadı. Bu yanlış uygulamadan bütün meslek lisesi mezunları payına düşeni aldı.
Bu uygulamanın ‘yanlış mı, doğru mu?’ olduğunu tartışmak, abesle iştigal sayılmalıdır. Aksi halde üniversiteye girişte yapılan imtihanın bir anlamı kalır mı? Bu imtihan, öğrencilerin bilgisini ölçmüyor mu? Hangi liseden mezun olursa olsun, bu imtihanda başarılı olan öğrencilere üniversite kapısını kapatmak kabul edilebilir mi? ÖSYM’nin yaptığı bu imtihan, öğrencilerin başarısını ölçmüyor mu? Bütün soruları doğru cevaplandıran bir ‘meslek lisesi’ mezunu öğrencisini, sırf okuduğu okul sebebiyle cezalandırmak, bilgi ve kabiliyeti olduğu halde istediği üniversitede okumasını engellemek ‘çağın gerçekleri’ne uyar mı?
İşte bu yanlışa son vermek için 17. Millî Eğitim Şûrâsında bir adım atılmış ve ‘bu yanlışlık/ katsayı uygulamasına son verilsin’ denilmiş. Üstelik bu karar, 4 ‘hayır’a, 66 ‘evet’ oyuyla alınmış! Ortada Türkiye ve dünya gerçekleri varken, alınan bu karardan rahatsızlık duymak neyin nesi? Tahmin edebileceğiniz gibi bazı gazeteler, ‘karşı çıkanlara rağmen böyle bir karar alındı’ demiş. Yani ne olsundu? 66 kişinin/üyenin değil de, 4 kişinin dediği/istediği mi kabul edilseydi? Bu mu sizin demokrasi ve eşitlik anlayışınız!
“Bu mu?” diye sormamız aslında anlamsız. Çünkü ‘o kafa’nın demokrasi anlayışı tam da budur. Onlara karşı halk, ‘cahil oy çoğunluğu’dur. Bu görüş ‘ikinci adam’ İsmet İnönü tarafından şöyle seslendirilmiştir: “Kimse duymasın, halk/millet düşmanımızdır.” (Bu tarihî itirafı yakın zamanda hatırlatan kişi de Zülfü Livaneli oldu. Bkz., Vatan, 10 Kasım 2006) ‘O kafa’nın, milletin temsilcilerinin büyük bir çoğunlukla aldığı karardan bu derece rahatsız olması makul müdür?
Üstelik, ‘hak ve hukuk’ çoğunluk/azınlık testine de tabi tutulmamalıdır. 28 Şubat sürecinde alınan ve bu güne kadar inadla uygulaması devam eden bu karar, kesinlikle yanlıştır, baştan aşağıya hak ihlalidir.
Hak ve hukuk savunan bütün sivil toplum kuruluşları bu uygulamaya başından beri karşı çıkıyor ve çıkmaya da devam etmelidirler. Nihayetinde inşallah bu yanlıştan bugün değilse de yarın dönülecek. Yanlıştan dönülmesi de tek başına yetmez. Bu yanlış uygulamanın sebep olduğu bütün mağduriyetler de telafi edilmelidir. ÖNDER gibi kuruluşlar şimdiden bunun altyapısı için çalışsalar iyi ederler.
İnşallah, kat kat haksızlık mânâsı taşıyan ‘katsayı uygulaması’ en kısa zamanda sona erer...
18.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|