Ölüm hayatın ve hayattakilerin en önemli hadisesi olmaya devam ediyor. Evet ölüm, göz alabildiğine uzak, pırıl pırıl bir gökyüzüne, en az o kadar uzak ve geniş dünyevî zevklere, dostlara, ideallere ve arzulara açılmamak üzere bütün benliği ile bir göz kapamaktır. Her bir ölüm o kişi için bir âlemin ölümüdür, sanki küçük bir kıyamettir.
Her ne kadar Cenâb-ı Hak merhametinden ölüm acısını ve hayata olan aşkın şiddetini azaltmak için dünyaya açılan pencerelerimize kısmen zafiyetler vererek ölümü sevdirir. Ancak yine de insanoğlunun kalbindeki ölümsüzlük aşkını en ağır hastalıklar ve en şiddetli musibetler dahi söndüremiyor, âciz insanoğlu ayakta kalmak için son nefesine kadar çırpınıyor, en azından kalplerde, zihinlerde ve hatıralarda kalmak için hep ileriye daha da ileriye geçmek istiyor.
Fakat her şeye rağmen hayat yine de fâni ve geçici. Ölüm hayat kadar gerçek. Kalblerde ve hatıralarda yaşamanın da öyle fazla bir önemi yok. Çünkü kalbler de ölümlü, hatıralar ise nisyan ile, unutkanlıkla malûl ve hasta. Hatta hatırlanmamaktan daha kötü bir hadise var ki o da, yanlış hatırlanmaktır. Vefat eden adam elli sene sonra dönüp gelse aynı isimde başka birisi yaşamış zannedecek. Yani kısaca ölümlüden ölümlüye fayda yok.
Meşhurların ölümü insanları en çok etkileyen ölümlerdir. Beklenen ölümler bile herkesi sarsar. İnsanlar onda kendi döneminin ve kendi çağının ölümünü görür, sıranın kendisine geldiğini hisseder. Meşhurlar hep ölümsüz zannedilen bir yanılgıyla beraberdir. İnsan nefsi çaresiz “O bile öldükten sonra bizim esamemiz bile okunmaz” der. Kim bilir belki de bunca şamata, bir gün bize de uğrayacağı kesin olan feleğin çarklarının döndüğünü fark etmenin ve yüreklere düşen ölüm korkusunu ve ondan gelen feryadı bastırmak içindir.
Evet meşhurlar da, şöhretliler de ölür. Fakat onların ölümü bilinenden daha da erkendir. Çünkü onları ölmeden önce şöhret öldürür, toplum öldürür. “Şöhret kalbi öldüren zehirli bir baldır” sözünde olduğu gibi, şöhret insanı insana kul ve köle yapar. Risâle-i Nur’da meşhurların yaşantıları için, caminin içindekilerin ve dışındakilerin teveccühlerini kazanmak gibi bir temsil verilir. Kim bilir belki de pek çok meşhur insan bu kadar meşhur olmasaydı, çağdaş medeniyetin ve toplumun ya da caminin dışındaki çocuklar misâli Batının ve medyanın teveccühünü kazanmak için bin bir sıkıntılara girmez, biraz da ölümün ve hayatın yaratıcısının teveccühünü kazanmaya çalışarak ölümsüzlüğe ilk adımı atardı.
Bizim gibi kısmen geri kalmış toplumlarda her kafadan bir ses çıkar, ders veren, nasihat eden insan o kadar çoktur ki, kimsenin kimseyi anlamadığı acayip bir orkestra gibidir. Ancak ölüm hayatın senfonisinin kavranıldığı bir duraktır, her şeyin en alt perdeye indiği bir sessizliktir. Dersin ve nasihatın kalblere ve ruhlara nüfuz ettiği bir andır. Onun için olsa gerek “Nasihat istersen ölüm yeter” denilmiştir. Bizlerde hep başkalarına ders vermek ve nasihat etmek yaygındır, ancak önümüzdeki fâniden ve ensemizdeki ölümden, önce kendimiz ders almak ve hayatımıza bir çeki düzen vermek durumundayız.
Ölüye ihtiram aslında öncelikli olarak, bir hadis-i şerifte de ifade edildiği gibi, ölüm meleğine bir hürmet ve bir saygıdır. Hayatımızın en değerli unsuru olan ruhlarımızı yok olmaktan, bozulmaktan, cesedimizin taşıyamaz hale geldiği bir anda muhafaza altına alan meleğin muazzam icraatına, karşı konulmaz uygulamasına boyun eğmektir. Sırada olduğumuzu hatırlamaktır, kabullenmektir ve devir teslim için “Biz de hazırız” demektir. Yoksa şu uçsuz bucaksız âlemde zerre misali kalan âciz ve fâni insanlardan, Âlemlerin Rabbinin müsaadesi dışında kimin kime faydası olabilir ki?
14.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|