|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Şimdi sor onlara: Kendilerini mi yaratmak daha zor, yoksa bu yarattıklarımızı mı? Gerçekten Biz onları yapışkan bir çamurdan yarattık.
Sâffât Sûresi: 11
|
14.11.2006
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Müslüman, dilinden ve elinden Müslümanların selâmette olduğu kimsedir. Mü'min de canları ve malları konusunda insanların kendisinden emin olduğu kimsedir.
Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3791
|
14.11.2006
|
|
Kur’ân’ın hükümleri, asırlar geçtikçe kuvvetini daha ziyade gösteriyor
Kur'ân'ın şebâbetidir; her asırda taze nâzil oluyor gibi tazeliğini, gençliğini muhâfaza ediyor. Evet, Kur'ân, bir hutbe-i ezeliye olarak umum asırlardaki umum tabakàt-ı beşeriyeye birden hitâb ettiği için, öyle dâimî bir şebâbeti bulunmak lâzımdır. Hem de, öyle görülmüş ve görünüyor. Hattâ, efkârca muhtelif ve istidadca mütebâyin asırlardan her asra göre, güyâ o asra mahsus gibi bakar, baktırır ve ders verir.
Beşerin âsâr ve kanunları, beşer gibi ihtiyar oluyor, değişiyor, tebdil ediliyor. Fakat, Kur'ân'ın hükümleri ve kanunları, o kadar sabit ve râsihtir ki, asırlar geçtikçe daha ziyâde kuvvetini gösteriyor. Evet, en ziyâde kendine güvenen ve Kur'ân'ın sözlerine karşı kulağını kapayan şu asr-ı hazır ve şu asrın ehl-i kitap insanları, Kur'ân'ın "Yâ ehle’l-kitab! Yâ ehle’l-kitab!" hitâb-ı mürşidânesine o kadar muhtaçtır ki, güyâ o hitâb, doğrudan doğruya şu asra müteveccihtir ve "Yâ ehle’l-kitab!" (Ey ehl-i kitap!) lâfzı, "Yâ ehle’l-mekteb!" (Ey mektepliler!) mânâsını dahi tazammun eder. Bütün şiddetiyle, bütün tazeliğiyle, bütün şebâbetiyle, "De ki: Ey kitap ehli olan Hıristiyanlar ve Yahudîler! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze gelin. (Âl-i İmrân Sûresi: 64.)" sayhasını âlemin aktârına savuruyor.
Meselâ şahıslar, cemaatler, muârazasından âciz kaldıkları Kur'ân'a karşı, bütün nev-i beşerin ve belki cinnîlerin de netice-i efkârları olan medeniyet-i hâzıra, Kur'ân'a karşı muâraza vaziyetini almıştır. İ'câz-ı Kur'ân'a karşı sihirleriyle muâraza ediyor. Şimdi, şu müthiş yeni muârazacıya karşı, i'câz-ı Kur'ân'ı, "De ki: And olsun, insanlar ve cinler bir araya toplansalar. (İsrâ Sûresi: 88.)" âyetinin dâvâsını ispat etmek için, medeniyetin muâraza sûretiyle vaz' ettiği esâsâtı ve desâtirini esâsât-ı Kur'âniye ile karşılaştıracağız.
Birinci derecede: Birinci Sözden tâ Yirmi Beşinci Söze kadar olan muvâzeneler ve mîzanlar ve o Sözlerin hakikatleri ve başları olan âyetler, iki kere iki dört eder derecesinde medeniyete karşı Kur'ân'ın i'câzını ve galebesini ispat eder.
Sözler, s. 371-372
—Devamı yarın—
Lügatçe:
âsâr: Eserler.
asr-ı hazır: Şimdiki asır.
desâtir: Düsturlar.
efkâr: Fikirler.
hutbe-i ezeliye: Ezelî, başlangıcı olmayan hutbe.
İ'câz-ı Kur'ân: Kur’ân’ın mu’cizeliği.
istidad: Kabiliyet.
medeniyet-i hâzıra: Şimdiki Batı medeniyeti.
mütebâyin: Zıt.
netice-i efkâr: Fikirlerin neticesi.
râsih: Sağlam.
şebâbet: Gençlik.
tabakàt-ı beşeriye: İnsanlık tabakaları.
|
14.11.2006
|
|
Ölümden kaçılmaz!
İnsanoğlu bu dünyada yüzyıllardır yaşadı, yaşamaya da devam ediyor ve kıyamete kadar da devam edecek. Her gün birileri ölüyor ve birileri de dünyaya gözlerini açıyor. Ömrümüz bize ne kadar çok uzun gözükse de, çok kısa bir hayatımız var. Bunu büyüklerimizin, “Daha hayatımızı yaşayamadık, dünyadan hiçbir şey anlayamadık” sözlerinden de gayet iyi anlayabiliriz. Dünyaya geliyoruz, “yaşayamadan” hayatımız geçip gidiyor… Bir de bakmışız ki, Azrail (as) kapımızı çalmıştır.
Hz. Ali (ra) konuyla ilgili şöyle diyor: “Bil ki, sen ahiret için yaratıldın, dünya için değil. Göçmek için var edildin, kalmak için değil. Ölüm için varsın, yaşamak için değil. Ansızın sökülüp atılacağın ahiret için azık toplaman gereken bir konakta ve ahirete varacak bir yoldasın.” Burada Hz. Ali (ra), bize dünya-hayat-ölüm çizgisini çok güzel bir biçimde izah ediyor. Cenâb-ı Hak hiç şüphesiz bizi bu dünya için yaratmadı. Ama yine de biz insanoğlu dünyaya doyamıyoruz. Hiç gitmeyecekmişiz gibi yerleşiyoruz. Aslında hepimiz birer askeriz bu dünyada… Zamanı dolan asker, tezkeresini alıp görevini tamamlıyor.
Çevremize baktığımızda her gün birileri ölüyor. Akrabalarımızdan, yakın çevremizden, komşularımızdan… Hatta selâ verildiği zaman da kimmiş diye merakla dinleriz. Merakımızı giderdikten sonra işimize devam ederiz. İşimize devam ederiz fakat sanki ölüm bize hiç gelmeyecekmiş gibi oralı olmayız. Hatta böyle şeyler için beynimizi bile yormayız. Sanki ölüm günlük yeme, içme, uyuma, gezme gibi sıradan bir şeymiş gibi yoğun tempoyla günlük yaşantımıza devam ederiz. Bugünümüzü, yarınımızı hiç düşünmeyiz. Kim garanti edebilir, bir dakika sonra kendisine ne olacağını… Kimse! Hâlbuki “Ölümü hatırlamak kalbi temizler, insanı dünyaya ve dünyadakilere bağlanmak felâketinden kurtarır” (Abdülkadir-i Geylânî). Günlük meşguliyetlerimiz, dünya işleri o kadar çok zamanımızı almış ki, bırakın ölümü düşünmeyi, kendimizi bile unutuyoruz adeta…
Bir arkadaşımla, ölümle ilgili birkaç cümle konuşuyorduk. Daha sonra arkadaşım, “Ölümle ilgili hiçbir şey konuşmayalım. Ben çok korkuyorum. Geceleri rüyalarıma kadar giriyor. Konuşmak istemiyorum” dedi. Ben de, “Bir gün bizim başımıza da gelecek, ölümden kaçamayız. Tam tersine üstüne gidersek, ancak bu şekilde korkumuzu yenebiliriz” dedim. Bir hadis-i şerifte geçtiği gibi, “Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz!” Düşünüyorum da, insan dünya için çalışıp çabalıyor. Daha sonra, “Bu kadar emeğimi, çalıştıklarımı acaba yanımda götürebilecek miyim?” diye kendine soruyor. “Bilmiyorum” cevabını alınca da, endişeye ve korkulara kapılıyor. Acaba ben nereye gideceğim? Bana neler olacak? Bu gibi düşünceler zihnini dolduruyor. (Tabiî bunu düşünmeyi bile gereksiz görenler hariç!) Evet, gerçekten de biz insanlar ölümden korkuyoruz ve o korkudan dolayı da kaçmaya çalışıyoruz. Tabiî bu bildiğimiz anlamda “kaçmak” değil! Ölümle ilgili olan hakikatlere gözlerimizi kapayıp, kulaklarımızı tıkamaktır. O da nereye kadar…
“Ölmek felâket değildir, öldükten sonra başa gelecekleri bilmemek felâkettir” diyor İmam-ı Rabbânî. Evet, ölmek felâket değil ama biz felâket haline getiriyoruz. Tamamıyla bir trajedi çıkarıyoruz ortaya… Aslında insan bilmediği şeyin düşmanıdır ve insan düşmanı olduğu şeye yaklaşmak istemez, kaçar. Sonuçta, insan uzaktan baktığı ve bilmediği şeyi nasıl tanıyabilir ki? Üzerine gidersek, işte o zaman her şeyi kavrayabiliriz…
İhtiyar nine ve dedelerimiz vardır. Onlarla muhabbet ettiğimizde sıkça duyduğumuz cümlelerden biri de “Ah sizdeki gençlik şimdi bizde olsa keşke”dir. Sonra da “Daha hayata doyamadık” derler. Buradan şu netice çıkıyor. Birincisi: İnsanoğlu hep genç kalmak istiyor. Gençliğinin bozulmasını istemiyor. İkincisi: İnsanoğlu yok olup gitmek istemiyor. Fıtraten ebedî hayatı istiyor. Eğer ebediyen huzurlu ve mutlu yaşamak istiyorsak ve genç kalmak istiyorsak, biz de fani hayatımızı bakiye tebdil etmeliyiz ki, ebedî hayatımız bize daha güzel bir sûrette verilsin. Öyle değil mi?
Önceleri ölümden şiddetle korkardım ve her aklıma geldiğinde garip bir ürperti sarardı bedenimi. Hatta geceleri korkudan uyuyamadığım zamanlar çok olmuştur. Tâ ki Risâle-i Nurlarla tanışıncaya kadar… Önceden büyüklerim bana ölümün hep kötü yanlarını anlatmışlardı. Fakat Risâle-i Nur’daki hakikatler, ölümün daha çok, güzel yanlarını göstermeye başlamıştı bana. Hatta ölümden korkmaktan ziyade, onun güzel yanlarını görmeye çalışarak sevmeye başlamıştım. Çünkü biliyordum ki, ehl-i iman için ölüm yok olup gitmek değil, tebdil-i mekândı (yer değişikliği). Seni yaratan Rabbine kavuşmaydı.
“Ölümü düşünen hubb-u dünyadan kurtulur ve ahiretine ciddi çalışır” diyor Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri. Eminim ki çok azımız ahiretimiz için çalışıyoruz. Acaba günlük ne kadar zaman ayırıyoruz hakikatleri öğrenmeye, okumaya ve tefekkür etmeye… Yoksa günümüzün çoğunu günlük işlerimize, dünyanın meşguliyetlerine mi ayırıyoruz? Dünyanın fani olduğunu unutup, dünya için mi çalışmaya başladık? Yoksa ilk sırada ahiret hayatımız mı geliyor bizim için?
“Bir saat tefekkür bir sene nafile ibadetten hayırlıdır” diyor Efendimiz Resûl-i Ekrem (asm). Şimdi kalemlerinizi, işinizi gücünüzü bir kenara bırakıp, biraz tefekkür etmeye ne dersiniz? Günlük bir saat tefekkür edemesek de, bir-iki dakikamızı ayırsak ne kaybederiz ki? Hiçbir şey kaybetmeyiz ama çok şey kazanabiliriz. Aklımızın, kalbimizin, ruhumuzun da ihtiyacı var buna. O halde daha neyi bekliyoruz? Bırakalım şimdi işimizi bir kenara…
|
Merve TABAN
14.11.2006
|
|
Sorularla Risale-i Nur
Kur’ân, rızkın Allah’ın taahhüdü altında olduğunu bildiriyor. Öyleyse açlıktan ölmek
nedendir?
“Yeryüzünde yürüyen ve kendi rızkını yüklenemeyen nice canlının ve sizin rızkınızı Allah verir.” (Ankebut Sûresi, 29:60.) “Şüphesiz ki rızık veren, mutlak kudret ve kuvvet sahibi olan ancak Allah’tır.” (Zâriyat Sûresi, 51:58.) âyetlerinin sırrınca, rızık doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâlin elindedir ve hazine-i rahmetinden çıkar. Herbir zîhayatın rızkı taahhüd-ü Rabbânîsi altında olduğundan, açlıktan ölmek olmamak lâzım gelir. Halbuki, zâhiren açlıktan ve rızıksızlıktan ölenler çok görünüyor. Şu hakikatin ve şu sırrın halli şudur ki:
Taahhüd-ü Rabbânî hakikattir; rızıksızlık yüzünden ölenler yoktur. Çünkü o Hakîm-i Zülcelâl, zîhayatın bedenine gönderdiği rızkın bir kısmını ihtiyat için şahm ve içyağı suretinde iddihar eder. Hattâ bedenin her hücresine gönderdiği rızkın bir kısmını, yine o hücrenin bir köşesinde iddihar eder; istikbalde, hariçten rızık gelmediği zaman sarf edilmek üzere bir ihtiyat zahîresi hükmünde bulundurur. İşte, bu iddihar edilmiş ihtiyat rızık bitmeden evvel ölüyorlar. Demek o ölmek rızıksızlıktan değildir. Belki sû-i ihtiyardan tevellüt eden bir âdet ve o sû-i ihtiyardan ve âdetin terkinden neş’et eden bir marazla ölüyorlar.
Evet, zîhayatın bedeninde şahm suretinde iddihar edilen rızk-ı fıtrî, hadd-i vasat olarak kırk gün mükemmelen devam eder. Hattâ bir marazın veya bir istiğrak-ı ruhanî neticesinde iki kırkı geçer. Hattâ bir adam, şedit bir inat yüzünden, Londra mahpushanesinde yetmiş gün, sıhhat ve selâmetle, hiçbir şey yemeden hayatı devam ettiğini on üç (şimdi otuz dokuz) sene evvel gazeteler yazmışlar.
Madem kırk günden yetmiş seksen güne kadar rızk-ı fıtrî devam ediyor. Ve madem Rezzak ismi, gayet geniş bir surette rû-yi zeminde cilvesi görünüyor. Ve madem hiç ümit edilmediği bir tarzda, memeden ve odundan rızıklar akıyor, başgösteriyor. Eğer pür-şer beşer sû-i ihtiyarıyla müdahale edip karışmazsa, herhalde rızk-ı fıtrî bitmeden evvel o zîhayatın imdadına o isim yetişiyor, açlıkla ölüme yol vermiyor. Öyleyse, açlıktan ölenler, eğer kırk günden evvel ölseler, kat’iyen rızıksızlıktan değildir. Belki “Terkü’l-âdât mine’l-mühlikât”* sırrıyla, sû-i ihtiyardan gelen bir âdet ve terk-i âdetten neş’et eden bir illetten, bir marazdan ileri gelmiştir. Öyleyse, açlıktan ölmek olmaz, denilebilir.
Evet, bilmüşahede görünüyor ki, rızık, iktidar ve ihtiyar ile mâkûsen mütenasiptir. Meselâ, daha dünyaya gelmeden evvel bir yavru, rahm-ı mâderde ihtiyar ve iktidardan bütün bütün mahrum olduğu bir zamanda, ağzını kımıldatacak kadar muhtaç olmayacak bir surette rızkı veriliyor.
Sonra, dünyaya geldiği vakit, iktidar ve ihtiyar yok, fakat bir derece istidadı ve bilkuvve bir hissi olduğundan, yalnız ağzını yapıştırmak kadar bir harekete ihtiyaç ile en mükemmel ve en mugaddî ve hazmı en kolay ve en lâtif bir surette ve en acip bir fıtratta, memeler musluğundan ağzına veriliyor.
Sonra, iktidar ve ihtiyara bir derece alâka peydâ ettikçe, o kolay ve güzel rızık, bir derece çocuğa karşı nazlanmaya başlar. O memeler çeşmeleri kesilir, başka yerlerden rızkı gönderilir. Fakat iktidar ve ihtiyarı rızkı takip etmeye müsait olmadığı için, Rezzâk-ı Kerîm, peder ve validesinin şefkat ve merhametlerini, iktidar ve ihtiyarına yardımcı gönderiyor.
Her ne vakit iktidar ve ihtiyar tekemmül eder; o vakit rızkı ona koşmaz ve koşturulmaz. Rızık yerinde durur, der: “Gel, beni ara ve bul ve al.”
Demek rızık, iktidar ve ihtiyar ile mâkûsen mütenasiptir. Hattâ çok risâlelerde beyan etmişiz ki, en ihtiyarsız ve iktidarsız hayvanlar daha iyi yaşıyorlar, daha iyi besleniyorlar.
* Âdetlerin terki helâkete götüren sebeplerdendir.
Lem’alar, 12. Lem’a, s. 66-67
|
14.11.2006
|
|
Münâcâtü'l-Kur'ân
TÂRIK:
1. Ey insanı omurga kemikleri ile göğüs arasından çıkan ve dışarı atılan koyu bir sudan yaratan! (6-7)
A'LÂ:
1. Ey yaratıp düzene koyan, her şeye uygun bir şekil ve ölçü tâyin eden ve yaratılış gayesine yönelten, topraktan yeşil otu çıkaran! (2-4)
2. Ey açığı ve gizleneni bilen! (7)
|
14.11.2006
|
|
Zübeyir Gündüzalp'in kaleminden
“Risâle-i Nur uğrunda idam edileceksem...”
Milyonlarla insana din, iman, İslâmiyet, fazilet dersi veren ve onları dinsizlikten muhafaza eden Kur'ân tefsiri Risâle-i Nur uğrunda idam edileceksem, sehpaya "Allah Allah, yâ Resûlallah" sadalarıyla koşarak gideceğim. Komünizme kapılıp dininden çıkan, ebedî felâketlere yuvarlanan ve vatan haini olarak kurşuna dizdirecek cürümlerden gençlerimizi koruyan Risâle-i Nur uğrunda kurşunla öldürüleceksem, o kurşunlara çekinmeden göğsümü gereceğim. Üstadım Bediüzzaman için hançerlerle parçalanırsam etrafa sıçrayacak kanlarımın "Risâle-i Nur, Risâle-i Nur" yazmasını Rabbimden niyaz ediyorum.
|
14.11.2006
|
|
Nurdan Bir Kelime
Rızık
Rızık ikidir. Biri; yaşamak için hakikî ve fıtrî rızıktır ki, taahhüd-ü Rabbânî altındadır. Hattâ o kadar muntazamdır ki, bedende, yağ ve sâire sûretinde iddihar olunan fıtrî rızık, hiç olmazsa yirmi günden ziyade birşey yemeden yaşatır, hayatını idame eder. Demek yirmi otuz günden evvel ve bedende müddehar olan fıtrî rızkı bitmeden zâhiren açlıktan vefat edenler rızıksızlıktan değil, belki sû-i itiyattan ve terk-i âdetten neş'et eden bir hastalıktan vefat ederler.
İkinci kısım rızık: İtiyat, israf ve sû-i istimâlat ile tiryaki olup zaruret hükmüne geçen mecazî ve sun'î rızıktır. Bu kısım ise taahhüd-ü Rabbânî altında değil, belki ihsana tâbidir. Kâh verir, kâh vermez.
Bu ikinci rızıkta, bahtiyar odur ki, medar-ı saadet ve lezzet olan iktisat ve kanaatle sa'y-i helâli, bir nevî ibadet ve rızık için bir fiilî duâ bilerek müteşekkirâne ve minnettârâne o ihsanı kabul edip hayatını saadetkârâne geçirir. Ve bedbaht odur ki, medar-ı şekavet ve hasâret ve elem olan israf ve hırs ile sa'y-i helâli bırakarak, her kapıya başvurup, tembelkârâne ve zâlimâne ve müştekiyâne hayatını geçirir, belki öldürür. Şuâlar, s. 158
|
14.11.2006
|
|
|
|