|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Cenazeyle örtülenler |
|
Ecevit’in vefatıyla başlayıp ancak altı gün sonra toprağa verilmesiyle nihayete eren bir haftayı geride bıraktık. Ve bu olay, diğer birçok hadisenin yanı sıra, özellikle üç önemli gelişmenin de üstünü örttü.
Bunlardan biri, Amerika’daki Kongre seçimlerinde Bush’un hezimete uğramasıydı.
Sonuçları Türkiye’deki dengeleri de ciddî şekilde etkileyebilecek olan bu kritik gelişmenin ülkemizde yeterince değerlendirildiğini söylemek herhalde pek mümkün değil.
Oysa seçim sonuçları ABD siyasetinde çok şiddetli bir depreme yol açtı. Bu sarsıntının ilk dalgası, Irak’taki fiyaskonun önde gelen sorumlularından Rumsfeld’i götürdü.
Ve görünen o ki, ABD’nin Irak siyaseti yakın zamanda esaslı biçimde değişecek.
Bu değişim Irak’a ve bölgeye “demokrasi götürme” hedefinden vazgeçilmesi, yani BOP’un askıya alınması, Irak’ın fiilen üçe bölünmesi ve işgalin kademeli olarak, ama hızlandırılan bir süreçte sona erdirilmesi şeklinde gerçekleşirse, sonuçlarının Türkiye’yi iç ve dış dengeleri açısından nasıl etkileyeceği, yeni dönemin öne çıkan konuları olacak gibi görünüyor.
Bu arada seçimin hemen ardından Washington’a giden Olmert’in, Filistin’deki son katliamlarına yönelik tepkileri hiç umursamazken, öteden beri İran’a savurduğu tehditleri daha da sertleştirmesi dikkat çekici.
Bush’un seçim hezimetini kamufle etme amaçlı yeni senaryolar mı tezgâhlanıyor?
Haftanın ikinci önemli gelişmesi, AB Komisyonunun açıkladığı ilerleme raporu ve strateji belgesi. Raporun ve belgenin perde arkası ortaya çıktıkça, AB içindeki Türkiye karşıtlarının “olsun” diye çabaladıkları tren kazasının, Komisyon yetkililerince sergilenen sağduyu ile önlendiği daha iyi anlaşılıyor.
Görünen o ki, AB’nin karar organları, birliğin en güçlü ülkelerinden gelen muhalefete rağmen, Türkiye ile ipleri koparmanın tarihî bir yanlış olacağını idrak etmiş durumdalar.
Şu vaziyette, limanların Rumlara açılması ve 301 meseleleri, Aralık ortasındaki AB zirvesinde ertelenmiş durumda. Limanlar konusunda Türkiye’nin, KKTC’ye uygulanan izolasyon kalkmadıkça yeni bir adım atması beklenmiyor. Ama 301’de yeni bir hazırlık gündemde. Tatminkâr bir eğişikliğin AB zirvesine kadar Meclisten geçmesi halinde Türkiye’nin elinin güçleneceği ve Kıbrıs meselesinde de zaman kazanacağı yaygın kanaat.
Aralık zirvesi kazasız belâsız veya asgarî hasarla atlatılırsa, Kıbrıs’ta yeni hamleler için Türkiye’deki seçimlerin bekleneceği de.
Üçüncü olay ise, Ecevit için yapılan cenaze töreninin gölgesinde kalan AKP kongresi.
Kongreye dair yorumlar, Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkma iradesini iyice netleştirdiği ve partiyle başbakanlığı Gül’e bırakma kararının açık işaretlerini verdiği yönünde birleşiyor.
Bu sinyallerin, Ecevit’i uğurlamak için toplananların “Çankaya laiktir, laik kalacak” sloganları attığı gün, onları cevaplarcasına verilmesi, önümüzdeki kışın ne kadar sıcak geçeceğinin de habercisi. Erdoğan’ın bu süreçte yine “provokasyonlar”dan söz etmesi de...
14.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Guantanamo mağduru |
|
Basına mümkün olduğu kadar röportaj vermeyen Guantanamo mağduru Murat Kurnaz’ı tuhaf saç ve sakalıyla gördük. İlk kez bir televizyoncuya, yani Uğur Dündar’a söyleşi imkânı verdi.
“Jema’at Al Tablighi” adlı barış yanlısı bir cemaatin gezisiyle Almanya’dan Pakistan’a gittiğini söylüyor Kurnaz...
İşte başına gelenler:
-Beni Kandahar’da önce gazeteci olmak şüphesiyle tutukladılar. Aslı olmadığını öğrendiklerinde 3000 dolar karşılığında Amerikalılara sattılar. Sonradan Guantanamo’daki sorgularım sırasında, sorgucunun biri bana itiraf etti. Ben onlara “Suçsuzum, siz beni 5000 dolara satın aldınız” demiştim. O da bana “Yok sen o kadar etmemiştin, biz sana 3000 dolar ödedik” demiş...
-Burada 3 ay boyunca ağır işkencelere maruz kaldım. Çırılçıplak soyup ellerimi arkadan zincirle bağlayarak tavana astılar. Sonra el ve ayaklarım zincirlerle bağlı, gözlerim, kulaklarım kapalı, yüzümde maskeyle 20 saatlik bir yolculuk. Guantanamo’daki “Camp X Ray” denilen ve kafeslerden oluşan yere geldiğimizde çok şaşırdım. Kafeslerde tuvalet yok. Musluk yok.
-3 aydan fazla izole edilmiş, sıcak-soğuk şok odasında kaldım. Odaya girdiğinizde sürekli size sıcak hava basılıyor. Sonra dondurucu soğuk hava basılıyor. Korkunç bir işkence yöntemi. Cereyan vermek, su içerisine yatırıp boğmak, açlık, susuzluk, zincirlere bağlanıp asılmak gibi ve akla gelmeyen çeşit çeşit işkenceler var. Diyorlar ki “El-Kaidesin.” Yok dediğinde basıyorlar cereyanı, 2-3 saat böyle devam ediyor.
-Bir leğen içinde su getiriyorlar. Saçlarımızdan tutup içine batırıyorlar. Orada birçok insanın öldüğünü kendi gözlerimle gördüm. Çırılçıplak soyuyorlardı, zincirlerle çekip asıyorlardı. Böylece 4-5 gün kaldım... Günde 3 öğün sadece tost, bir havuç ya da bir elma veriyorlardı.
-Tüm bu işkence yöntemlerinin sonuç vermediği hallerde, psikolojik işkencelere başvuruluyor. Kur’ân’ı yere atıp tekmeliyorlardı. Tuvalete atıyorlardı. Ezan ile müziği aynı anda açıp oynuyorlardı. Dinî hakaretler yapıyorlardı.
-Guantanamo görüntülerinin hepsi sahte. Çıktıktan sonra Guantanamo ile ilgili birçok resimler, görüntüler gördüm. Bunların hepsi yalan. Bunlar gerçek değil. Çekimler için Amerikalılar 2-3 mahkûm seçiyordu. Bunlara döşek, battaniye her şeyi veriyorlardı. Ellerine tespih veriyorlar, takke veriyorlar ve başlıyorlar onları çekmeye. ’Guantanamo Yolu’ belgeseli çok iyi yapılmış. Ama olanların sadece yüzde 20’sini anlatıyor. Bir filmde yıllar içerisinde olmuş olan olayları gerçekleştirebilmek mümkün değil.” (Kanal D)
Uğur Dündar işte böyle haberciliğe imza atmalı. Şapka çıkarırız. Kurnaz’la yapılan söyleşi tekrar ekrana gelmeli... Gelmeli ki, Amerikan’ın dünyaya uydurduğu yalanlar bir bir ortaya çıkmalı.
PAPARAZZİLERDEN KAÇMAK
“Artist” olmak isteyen miniklere haber muhabiri soruyor:
“Büyüyünce ne olmak istersin?
Minik kız cevap veriyor:
“Büyüyünce paparazzilerden kaçmak istiyorum.” (atv)
Kızcağız, bunu bir “iş” gibi görüyor.
Çünkü, her ünlü magazin programlarında objektiften “kaçar gibi” yapıyor ya, onu izleyen minik yavrularımız bunun bir “rol” olduğunu düşünüyor olmalı.
“Paparazzilerden kaçmak!”
Şuuraltı... Yani, yeni deyimle “bilinçaltı” minicik beyne mesajlar gönderilmiş. Yani, şöhret olduğunda, koluna taktığı sevgilisiyle, eğlenceye gidecek ve kameralara yakalanacak!
Minik kızımız, şöhretin zehirli bal olduğunu bilmediği için o sözü söylemiş olabilir... Şöhret bataklığına el birliği ile sokmak isteyen ebeveynler, minicik beyinlere böyle programlar izlettiriyor. Sonra da kamera önüne iterek, hayatını objektiflere hapsediyor.
Niye?
“Paparazzilerden kaçmak için.”
Anetta Bening, Hollwood kaldırımına kendi ismini yazan yıldızı yerleştirdikten sonra, şöyle söylüyor:
“Tek sahip olduğum en zengin varlık, ailem.”
Onlar şöhretten bunaldıkları için “aileye” sımsıkı sarılıyor. Biz ise, “paparazzilerden kaçırmak için” şöhret yetiştirmeye bakıyoruz.
14.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Ateşe set germek |
|
Tarlasına, bahçesine, bineğine baktığı kadar evlâdıyla ilgilenmeyen bir ebeveynin, evlâdı problem olduğunda şikâyete hakkı var mıdır?
Anne-baba gerekli eğitimi verdi de çocuk saygısız, sevgisiz, acımasız, kendini bilmez bir tip mi oldu?
Çocukların geleceklerini mahvetmemesi, kendisine, ailesine, çevresine ve topluma faydalı bir fert olması için eğitime tâ küçük yaşlarda başlamak gerekir. Allah Resûlü (asm) buyururlar ki: “Çoluk ve çocuklarınıza din ve dünyaları için gerekli olan faydalı bilgileri öğretiniz. Onları en güzel şekilde terbiye ediniz. Çünkü onlar yanınızda bir emanettir.”1
“Bir babanın evlâdına verebileceği en güzel hediye güzel bir terbiyedir.”2
Ona hak, hukuk anlayışını, insânî değerleri, erdemliliği aşılamak gerekir. Hz. Ebû Bekir’in sadakatini, Hz. Ömer’in adaletini, Hz. Osman’ın cömertliğini, Hz. Ali’nin cesaretini vermeli.
Yapılacak iş hiç de hafife alınacak cinsten bir iş değildir. O kadar önemlidir ki, Peygamberimizin (asm) verdiği müjdeye göre salih bir evlât yetiştiren bir ebeveyne, çocuklarının sevabı ölseler bile defterlerine yazılmaya devam eder. Amel defterleri kapanmaz.3
Öğretilecekler küçük yaştalarken, daha konuşmaya başlar başlamaz verilmeli. “Bunlar taşa yazı kazımak gibidir”4 buyuruyor Peygamberimiz (asm).
Anne baba, temel bilgileri belli yaşlarda, daha küçükken, “Ağaç yaş iken eğilir” misâli vermeli. Bugün bir kısım derbeder, serseri gençlerin ortalıkta dolaşmaları, anarşiye, çeşit çeşit suçlara bulaşmalarının temelinde tabiî ki bu bilgileri vermemek yatar.
“Hayat sorumluluklar, yükümlülükler toplamıdır” diyebiliriz. Madem bize böylesine seçkin bir emanet verilmiş. Elbette sorumluluklarını da yerine getirmekle mükellefiz. Allah Resûlü (asm) “Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden sorumlusunuz. Aile reisi bir çobandır. İdaresi altındakilerden sorumludur. Kadın bir çobandır. O da kocasının evinden (yani çoluk çocuğu ve malından) sorumludur”5 buyurmuyorlar mı?
Çocuklarımızdan beklediklerimiz verdiklerimize bağlı.
Dipnotlar:
1- Müsned, 4:24.
2- Tirmizî, Birr: 33.
3- Müslim, Vasiyye: 14.
4- Mecmâü’z-Zevâid: 1:125.
5- Buhârî, Ahkâm: 1.
14.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
İmanınızı nasıl güçlendireceksiniz? |
|
İnsan beden, vücut, madde yönünden zayıf yaratılmış, ama ruh/duygu açısından neredeyse sonsuz bir potansiyel güce sahip kılınmıştır! Bu gücü fark edip yükseltme ve yönlendirebilme oranında imanını yükseltebilir ve normal gücünün üstünde işlere damga vurur.
Ruh ve dimağımız manyetik etki, telkin, manevî mesajlara hayvanlardan çok daha duyarlı. Bütün enerji boyutlarını, bütün san'at türlerini potansiyel yetenek ve kabiliyeti çekirdek olarak taşır. Hayvanlar bu duyarlılıklarını “İlâhî sevk,” insan ise “hür irade”yle îfâ edebilir. Çünkü “imtihan”a tabidir. Dolayısıyla bu yöndeki gücünü ancak arzu, istek, irade ve düşünceleriyle ortaya çıkarabilir.
Zaten ruhî gücümüzü azamî/maksimum derecede kullanmayız. Yalnızca yüzde 20’siyle yetiniriz.1 Beynimizin, akıl, kalp, hafıza, idrak, şuur melekeleri dâhil sair kabiliyetlerimizin kapasitelerini yükseltmek, artırmak ve yönlendirmek elimizde. Nefsimizi terbiye edip ruhumuzu kemâle erdirebildiğimize göre, ruhumuzun parçaları olan akıl, hafıza, zekâ ve sair duygularımızı da mükemmelleştirebiliriz.
İşte, potansiyel yeteneklerini geliştirip ruhî duyarlılıklarını arttırmayı başaranlar, iman güçlerini fevkalâde yükseltebilirler. Aynı zamanda bunlara velâyet ve kerâmet yolu açılır.
İman, bir ışın/ışık gibi, vicdanın iç yüzünü tamamıyla ışıklandırır. Böylece insan kalbinde öyle bir ruhî, manyetik enerji, güç meydana gelir ki, o kuvvetle her felâkete, her hadiseye karşı direnç gösterilebilir. Ve öyle bir genişlik kazanılır ki, geçmiş ve gelecek zamanları yutabilir.2
Ruh/duygularımızın antenlerini İlâhî hakikatlere çevirmemiz, fıtrî kanunlar kanalıyla bağlantıya geçmemiz gerekmektedir. Formülümüz gayet basittir:
• Eğer ruhumuzu keşfeder, duygularımızı tanırsak;
• Bilgi hazinemizin kapasitesini arttırır, kendimizi iman hakikatlerine motive edebilirsek;
• Düşüncelerimizi bir noktaya odaklaştırır, konsantre olabilirsek;
• Ruh gücümüz, biyomanyetik alan ve beden enerjileri arasında ilgiyi kurabilirsek;
• Potansiyel halinde ruhumuza yerleştirilen duygu, yetenek, biyo-psiko-fizyo-elektro-manyetik güçlerimizi zikir, fikir, şükür, eğitim ve terbiye ile tekâmül ettirebilir, ortaya çıkarabilir ve geliştirebilirsek;
İmanımızı fevkalâde yükseltebilir, güçlendirebiliriz.
Dipnotlar:
1- Prof. Songar, Beynimiz ve Sinirlerimiz, s. 26.; 2- İşârâtü’l-İ’câz, s. 45.
14.11.2006
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Tövbe ve rızık |
|
Emir Emirhan: “Dinden birkaç defa irtidat edenin tövbesinin mümkün olmadığını okudum. Ben Müslümanken ateist oldum. Daha sonra tekrar Müslüman oldum; ancak bir misyonerin etkisi ile tekrar Hıristiyan oldum. Şimdi tekrar Müslüman olmak istiyorum. Ancak bazı kaynaklarda Nisa 137 delil gösterilerek tövbem kabul edilmez deniliyor. Bu doğru mu? Allah dinden irtidatı tekrarlayanların son tövbelerini kabul etmiyor mu? Lütfen yardımcı olun.”
Bahsettiğiniz âyette Cenâb-ı Allah şöyle buyuruyor: “İman edip sonra inkâr edenleri, sonra yine iman edip tekrar inkâr edenleri, sonra da inkârlarını arttıranları Allah ne bağışlayacak, ne de onları doğru yola iletecektir.”1 Aynı sûrenin ilerleyen âyetlerinde ise yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Ancak tövbe edip hallerini düzeltenler, Allah’a sımsıkı sarılıp dinlerini (ibadetlerini) yalnız onun için yapanlar başkadır. İşte bunlar (gerçekte) mü’minlerle beraberdirler ve Allah mü'minlere yakında büyük mükâfat verecektir. Eğer siz iman eder ve şükrederseniz, Allah size neden azap etsin? Allah şükre karşılık veren ve her şeyi bilendir.”2
Yukarıdaki ilk âyetin baş tarafında kalmamak, devam eden âyetlere de dikkat etmek lâzımdır. Siz son durumunuz itibariyle Müslüman olmak istiyorsunuz. Samîmî olmanız şartıyla, Müslümanlığın kapısı size elbette açıktır. Allah mübarek kılsın. Âyete göre, Allah iman edip tövbe eden ve halini düzeltip şükredenlere azap etmez.
Din-i Mübin-i İslâm şekle bakmaz, kalbe bakar. Allah sizin kalbinize bakar. Eğer gerçekten yeniden Allah’ın dinine gelmek istiyorsanız, Allah’ın dini size küsmez, size kapısını kapamaz. Yolunuz açık olsun. Allah cümlemizi kendine şükreden ve şükürde sebat eden mü’minlerden eylesin. Âmin.
***
Samsun/Vezirköprü’den Ayşe Gökçe: “Herkesin rızkını Cenâb-ı Allah veriyor; buna inanıyorum. Peki, hırsızların rızkını da mı Allah veriyor? Bu durumda hırsızlıkla elde edilen şey rızık mı oluyor? Hırsız, hırsızlıkla eğer kendine yazılmış rızkını yiyor ve burada bir suçlu aranıyorsa eğer; suçlu kader ya da malını korumayan mal sahibi olamaz mı? Hırsız neden suçlanıyor?”
Kaderi veya mal sahibini neden suçlayalım ki? Nasrettin Hocanın dediği gibi, hırsızın hiç mi suçu yok?
Hırsızın rızkını da, kâfirin rızkını da veren şüphesiz Cenâb-ı Allah’tır. Cenâb-ı Allah, “Yeryüzünde yürüyen ve kendi rızkını yüklenemeyen nice canlının ve sizin rızkınızı Allah verir”3 buyuruyor. Fakat Allah’ın rızk vermesi, kişiye hırsızlık yapma izni vermez. O kişi hırsızlık yapmasaydı rızkı yine verilecekti. Fakat helâl yoldan verilecekti ve o kişi karnını helâl yoldan doyuracaktı.
Ne var ki o kişi yaptığı haram eylemle helâl yoldan gelecek rızkını haram yoldan teslim aldı. Burada kişi yaptığı haram eyleminden dolayı sorumludur. Diğer yandan, Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle rızk ikidir:
1- Hakikî rızk. 2- Mecâzî rızk.
Hakikî rızk, kişinin, yaşaması için ona bağlı olduğu rızktır. Olmazsa hayat olmayacak. Olmazsa yaşayamayacak. Hava gibi, güneş gibi, su gibi, yiyecek gibi. Bu rızk, Allah’ın taahhüdü altındadır. Bu rızk kesilmez. Mecâzî rızk ise görenek belâsıyla insanın tiryakisi olup terk edemediği, olmadan hayatın olmayacağını zannettiği, aslında lüks ve fanteziden ibaret olduğu için, olmadan da pekâlâ yaşadığı rızktır. Ki, Allah’ın taahhüdü altında değildir.4
Hırsızlık eğer hakiki rızkı temin için yapılmışsa, burada hırsızdan başka sorumlular da vardır. Meselâ komşular, akrabalar, insanlar derece derece bu hırsızlıktan sorumludurlar. “Dini yalanlayanı gördün mü? İşte o, yetimi itip kakar; yoksulu doyurmaya teşvik etmez”5 buyuran Cenâb-ı Allah ve “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir” buyuran Peygamber Efendimiz (asm), aç insanın ve aç komşunun doyurulma yükümlülüğünü tok insanlara ve tok komşuya veriyor. Hakikî rızka aracı olduğu için de komşular ve derece derece insanlar Allah’ın rızasını kazanacaklar, yüksek sevap ve feyiz elde edeceklerdir.
Keza, bu hırsızın hakkını yiyen zalimlerden tutun, hırsıza doğru eğitim vermeyen toplum fertlerine kadar hırsızın hırsızlığında suç ortakları vardır. Bununla beraber, hırsız eğer ölümcül açlığını bastırma ölçüsünce çalmışsa, sadece bu durumda Allah katında muaf sayılabilir.
Fakat eğer hırsızlık mecazi rızk için yapılmış ve hırsız bunu meslek haline getirmişse burada başka suçlu aramaya gerek yoktur. Burada hırsız elbette suçludur.
Dipnotlar:
1- Nisa Sûresi: 137.
2- Nisa Sûresi: 146, 147.
3- Ankebut Sûresi: 60.
4- 12. Lem’a; 19. lem’a.
5- Maun Sûresi: 1-3.
14.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Ağar ve sivil siyaset |
|
DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar, pazar akşamı Haber Türk televizyonunda Basın Kulübü’ndeydi. “Düz ovada siyaset” söylemi, gazeteciler tarafından yine soru yağmuruna tutuldu. Sarf ettiği sözlerden dolayı bir kez daha test edildi.
Genelkurmay başkanının rahatsızlığı ve kendisinin verdiği cevaplar hatırlatıldı. Ağar, “Polemik adamı değilim” diyerek konuya girdi. “Meseleyi askerin sırtına ihale ederek çözemeyiz” dedi. “Türkiye’de bölünmez bütünlük konusunda kimse farklı düşünmüyor” tezini savundu.
Cumartesi anneleri konusunda Büyükanıt’ın tepkisine karşılık görüşü sorulduğunda, “Herkesi, Cumhuriyet’in eşit vatandaşı olarak görürüm” şeklinde cevaplandırdı. Türkiye’nin gücünün, siyasî ve dinamik gücü ile mümkün olacağını vurguladı.
Gazeteciler, “Barışı, en iyi şahinler yapar” sözünden hareketle, kavgayı veren ve düğümde taraf olan biri olarak kendisinden çözüm beklendiğini hatırlattılar. Kendisi de, “Demokrat Parti geleneğinde sivil siyaset var” diyerek siyasî misyonunu, geçmişten günümüze bağladı.
Terörü etkisizleştirme konusunda, “Müşterek vatan ve bölünmez birliktelik” çerçevesini tekrarlayan Mehmet Ağar, “Türkiye kendi iradesiyle birliğini güçlendirmeli” tezini sahiplendi.
Diyarbakır’ın, Batman’ın çözüm merciinin Ankara olduğuna değinen Ağar, aksi halde, dış etkilerin belirleyici olma riski taşıyacağına işaret etti. Kendi problemlerimizi çözmezsek, uluslar arası arenaya gündem olunacağına ve inisiyatifin kayacağına dair endişesini dile getirdi.
Değişip değişmediği sorusuna, memuriyet ile siyaset farkını açıklayarak giren Ağar, daha sonra, “Ben demokrasiyi içselleştirerek geliyorum” sözüyle takviye yaptı. Akabinde Demokrat Parti geleneğinin sivil siyaset inisiyatif karakterine değindi. Halk için temel hak ve hürriyetlerin esas olduğuna işaret etti.
Güneydoğu meselesini, “Kelime fetişizmi”ne girmeden, problemi etnik kapsamda görmeden anlatmaya çalışan Ağar, siyasette insanî ve vicdanî duyguların yok edilemeyeceğini, cesaret olmadan siyasetin yapılamayacağını ve terör için milletin “Artık yeter” dediğini ve bunu anlamak gerektiğini ısrarla vurguladı. Vatandaşımızın feryadına ve bölgedeki sivil toplum kuruluşlarının beklentilerine tercümanlık yaptı.
“Cumhuriyet, korku cumhuriyeti rejimi değildir” diyerek bu konuda millete güvenmek gerektiğini ifade eden Ağar, böylece paranoyak rejim bekçilerine ve korku zehabına kapılmış belli çevrelere de gönderme yaptı.
Cenazesi olan ailelerin yanan yüreğini, figanını ve düne ait üzüntüleri tazelemeden problemi çözmenin zamanı olduğu üzerinde duran Ağar, “Yeni acılar yaşamadan” problemi çözmenin aciliyetine değindi. “Birlikte yaşamanın zafiyete dönüşmemesi” için, ekstrem noktalardan uzak bir makul zemine atıf yaptı.
Gazetecilerin sıkıştırma sorularına, sakin ve hafif güleç bir üslûpta cevap vermeyi başaran Ağar, polemik yapmadı. Önceki beyanlarına sahip çıktığı gibi açılımını da sürdürdü. Israrla “Değiştiniz” söylemine, “şartların değiştiğini ve bunları doğru okuduğunu” belirtti.
Ağar, bu açık söylemiyle resmî ideolojinin hoşlanmayacağı bir üslûp geliştirmiş. Oldukça insânî. Siyasetin alanını genişletmeye çalışıyor. Demokratik söyleminde çoğunluğun düşüncelerini seslendiriyor. Geri adım atmaması ise siyasete güven kazandırıyor.
Emin ve temkinli konuşmasında, problemlerin düğümünü açmaya çalışıyor. Devletle millet arasındaki uçurumun farkında. Sorumluluk alarak, arayı kapatacak formüllere yoğunlaşmış. Yaklaşımı ve ortaya koyuş üslûbu tuttu. Kamuoyu, söylemlerini dikkate aldı, bu yüzden tartışma devam ediyor. Buna, konuyu “olgunlaştırma süreci” diyebiliriz.
Bundan sonrası için;
1- Ağar, demokratikleşme yolunda sivil siyaset söylemini sürdürmelidir. Sivil bir anayasa, AB, temel hak ve hürriyetler alanında demokrasi çıtasını yükseltecek çıkışlarına devam etmelidir.
2- Uzlaşarak büyüme ve birbirini anlayarak yakınlaşma stratejisini daha da geliştirmelidir.
3- Toplumla siyaset ve vatandaşla muhabbet üzerine devleti inşa edecek millet merkezli bir katılımcı demokrasinin somut tekliflerini, yeni konu başlıkları ile seslendirmelidir.
14.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hasan GÜNEŞ |
Ölüm ve nasihat |
|
Ölüm hayatın ve hayattakilerin en önemli hadisesi olmaya devam ediyor. Evet ölüm, göz alabildiğine uzak, pırıl pırıl bir gökyüzüne, en az o kadar uzak ve geniş dünyevî zevklere, dostlara, ideallere ve arzulara açılmamak üzere bütün benliği ile bir göz kapamaktır. Her bir ölüm o kişi için bir âlemin ölümüdür, sanki küçük bir kıyamettir.
Her ne kadar Cenâb-ı Hak merhametinden ölüm acısını ve hayata olan aşkın şiddetini azaltmak için dünyaya açılan pencerelerimize kısmen zafiyetler vererek ölümü sevdirir. Ancak yine de insanoğlunun kalbindeki ölümsüzlük aşkını en ağır hastalıklar ve en şiddetli musibetler dahi söndüremiyor, âciz insanoğlu ayakta kalmak için son nefesine kadar çırpınıyor, en azından kalplerde, zihinlerde ve hatıralarda kalmak için hep ileriye daha da ileriye geçmek istiyor.
Fakat her şeye rağmen hayat yine de fâni ve geçici. Ölüm hayat kadar gerçek. Kalblerde ve hatıralarda yaşamanın da öyle fazla bir önemi yok. Çünkü kalbler de ölümlü, hatıralar ise nisyan ile, unutkanlıkla malûl ve hasta. Hatta hatırlanmamaktan daha kötü bir hadise var ki o da, yanlış hatırlanmaktır. Vefat eden adam elli sene sonra dönüp gelse aynı isimde başka birisi yaşamış zannedecek. Yani kısaca ölümlüden ölümlüye fayda yok.
Meşhurların ölümü insanları en çok etkileyen ölümlerdir. Beklenen ölümler bile herkesi sarsar. İnsanlar onda kendi döneminin ve kendi çağının ölümünü görür, sıranın kendisine geldiğini hisseder. Meşhurlar hep ölümsüz zannedilen bir yanılgıyla beraberdir. İnsan nefsi çaresiz “O bile öldükten sonra bizim esamemiz bile okunmaz” der. Kim bilir belki de bunca şamata, bir gün bize de uğrayacağı kesin olan feleğin çarklarının döndüğünü fark etmenin ve yüreklere düşen ölüm korkusunu ve ondan gelen feryadı bastırmak içindir.
Evet meşhurlar da, şöhretliler de ölür. Fakat onların ölümü bilinenden daha da erkendir. Çünkü onları ölmeden önce şöhret öldürür, toplum öldürür. “Şöhret kalbi öldüren zehirli bir baldır” sözünde olduğu gibi, şöhret insanı insana kul ve köle yapar. Risâle-i Nur’da meşhurların yaşantıları için, caminin içindekilerin ve dışındakilerin teveccühlerini kazanmak gibi bir temsil verilir. Kim bilir belki de pek çok meşhur insan bu kadar meşhur olmasaydı, çağdaş medeniyetin ve toplumun ya da caminin dışındaki çocuklar misâli Batının ve medyanın teveccühünü kazanmak için bin bir sıkıntılara girmez, biraz da ölümün ve hayatın yaratıcısının teveccühünü kazanmaya çalışarak ölümsüzlüğe ilk adımı atardı.
Bizim gibi kısmen geri kalmış toplumlarda her kafadan bir ses çıkar, ders veren, nasihat eden insan o kadar çoktur ki, kimsenin kimseyi anlamadığı acayip bir orkestra gibidir. Ancak ölüm hayatın senfonisinin kavranıldığı bir duraktır, her şeyin en alt perdeye indiği bir sessizliktir. Dersin ve nasihatın kalblere ve ruhlara nüfuz ettiği bir andır. Onun için olsa gerek “Nasihat istersen ölüm yeter” denilmiştir. Bizlerde hep başkalarına ders vermek ve nasihat etmek yaygındır, ancak önümüzdeki fâniden ve ensemizdeki ölümden, önce kendimiz ders almak ve hayatımıza bir çeki düzen vermek durumundayız.
Ölüye ihtiram aslında öncelikli olarak, bir hadis-i şerifte de ifade edildiği gibi, ölüm meleğine bir hürmet ve bir saygıdır. Hayatımızın en değerli unsuru olan ruhlarımızı yok olmaktan, bozulmaktan, cesedimizin taşıyamaz hale geldiği bir anda muhafaza altına alan meleğin muazzam icraatına, karşı konulmaz uygulamasına boyun eğmektir. Sırada olduğumuzu hatırlamaktır, kabullenmektir ve devir teslim için “Biz de hazırız” demektir. Yoksa şu uçsuz bucaksız âlemde zerre misali kalan âciz ve fâni insanlardan, Âlemlerin Rabbinin müsaadesi dışında kimin kime faydası olabilir ki?
14.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Baba Bush takımı ve Blair |
|
Amerikan dış politikasını tayin eden yeni eksenin Baba Bush takımı ile Blair olduğu giderek vuzuha kavuşuyor. Irak ve Filistin’le alakalı olarak iki tarafın tezleri de birbirine yakın. Baba Bush’un takımı ile Blair ara seçim yenilgisinden sonra dış politikada vaziyete el koymuş durumdalar. Bununla birlikte Baba Bush’un takımının oğul Bush’un iktidarını kurtarıp kurtarmaya yetip yetmeyeceği tartışmalı bir konu.
Son günlerde Baker-Hamilton Komisyonu’nun öneri veya reçeteleriyle Blair’in öneri ve reçetelerinin aşağı yukarı birbirini tamamladığı görülüyor. İki taraf da silaha değil müzakerelere ve diplomasiye şans tanınması gerektiğini vazediyor. Blair, Baker-Hamilton komisyonu üyelerinin oğul Bush ile görüşmesi sırasında dış politikaya dair önemli ve tarihi bir konuşma yapıyordu. Oğul Bush yönetimi için yeni bir strateji ve yol haritası belirlemeye çalışan Baker-Hamilton Komisyonu oğul Bush’la görüşmesinden maada Blair’in ifade ve görüşlerine de başvurdular. Blair’in konuşmasında altı çizilecek önemli hususlar var. Bunlardan birisi de, Blair’in herşeye rağmen İngiliz politikalarının Amerikan angajmanını savunması. Ama öbür taraftan Neoconlardan farklı olarak bölge meselelerinin çözülmesi için İran ve Suriye’ye zeytin dalı uzatılması gerektiğini ifade ediyor ve durumu kurtarmak için bunun da yetmeyeceğini ve Filistin-İsrail barışının da behemehal kotarılması gerektiğini belirtiyor. Aslında bugüne kadar Blair Bush’un arkasında savrulmakla istemediği ve inanmadığı politikaların arkasına düşmüştü. Bugün Amerikalı Demokratların da çizgisi olan Üçüncü Yol teorisine inanıyordu. Ama realizm rüzgarları onu Bush’un yedeğine atmıştı. Hem ağlarım hem giderim diyerekten zıt eğilimler arasında cambazlık yapmıştı.
Bununla birlikte Irak Savaşı öncesinde Arap-İslâm ve muhalif kamuoylarını yumuşatmak için Filistin meselesinin çözülmesini istemişti ama buna Şaron engel olmuştu. Henüz Arafat yaşarken Şaron neredeyse Londra’ya Filistinli delegelerin gönderilmesine bile izin vermemişti. 2006’da, HAMAS hükümetinin tanınmasına yönelik manevralarıyla da aynı arayışına bir kez daha tanık olduk. Blair aslında ortayı yumuşatmak için hep zemin yoklamış ama Washington’da karşısında Neocon şahinleri İsrail’de de Şaron ve avenelerini bulmuştu.
***
Filistin halkına uygulanan ambargo ile siyasi ilkeleri arasında kalan HAMAS bir yıl içinde edindiği artı siyasi tecrübesiyle birlikte daha olgun bir aşamaya gelmiştir. Kırılma noktasındaki Amerikan siyasetine paralel olarak yeni bir milli birlik hükümetinin kurulması noktasında yapıcı bir rol oynamıştır. İsmail Haniye Filistin halkının daha fazla ceza ve yıkım görmemesi için makamından feragatta bulunmuştur. Doğrusu da budur. Bu ortamda ve kırılgan zeminde Arap Birliği de ön izin almadan fiili durumdan yararlanarak Filistin’e uyguladığı ambargoyu askıya almıştır.
Bush yönetiminin ara seçimlerde aldığı yenilginin çok yönlü netice ve yansımalarından birisi budur. Bush yönetiminin yenilgisinden sonra kartlar ve kadrolar yeniden karılıyor. Bu süreçte genel eğilimi en fazla Baba Bush’un kadrosuyla Blair belirliyor. Daha Amerikan seçimleri yapılmadan Blair Suriye’nin bölgede yapıcı bir rol oynayabileceğini söyleyerek eleştiriler pahasına Şam’a özel temsilcisi Sir Nigel Sheinwald’ı yollamıştı. Ziyaret pek de başarılı geçmemişti. Ama bu sondajlar genel eğilimi belirleme açısından etkili oldu.
Pentagon’un başına atanan Gates’in bile İran’a açılma ve onunla temas konusunda ikna olduğu ifade ediliyor. Brzezinski oğul Bush’un 6 yıl içinde en akıllı atamasının Gates olduğunu söylüyor. Irak’ta şiddeti kontrol etmek amacıyla gerek Blair gerekse Baker-Hamilton Komisyonu Suriye ve İran’la müzakerelere sıcak bakıyor. İran’a saldırı ve darbe konusunda Cheney’in yalnız kaldığı ifade ediliyor. Pentagon-Hariciye çekişmesinde Gates’in Rice’ın ağırlığını ve kefesini güçlendirdiği de bir gerçek. İran ve Suriye’yi izole etmek isteyenler izole oldular ve tecrit edildiler. Gates’in atanması karşı kutbu alabildiğince güçlendirdi. Bununla birlikte, Cheney’in rolü ise tamamen bitmiş değil. Hatta bu bağlamda, köşeye sıkıştırılmış yaralı ayının daha da tehlikeli olabileceği söyleniyor.
***
Yenilgi sonrası dönemin mimarlarından olan Baba Bush’un kıdemli adamlarından Brent Scowcroft yeni dönemle birlikte tek taraflı müdahalecilik (unilateral interventionism) döneminin de kapandığına işaret ediyor. Eğilim o yönde gelişiyor ama yine de bu politikanın geleceğini, İran’ın nükleer programı belirleyecektir.
14.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Turkuaz'ın siyasî rengi |
|
Turkuaz'ın renk olarak tarifini yapmak mümkün.
Ama, aynı isimle ortaya çıkan siyasî hareketin tarifini yapmak ve nasıl bir misyonu yüklendiğini anlatmak–en azından şimdilik–pek kolay görünmüyor.
Ortaya henüz net bir şekil–şema çıkmadı. Hatta, hareketin "parti ismini belirleme" safhasına dahi henüz gelinmiş değil.
Hareketin lideri Ali Müfit Gürtuna'nın dünkü Sabah'ta çıkan röportajında ise, bu hareketin içindeki tuhaf ilişkiler ağının bazı ipuçlarına rastlanıldı.
Gürtuna, yakın temas kurduğu meşhûr olmuş birçok isimden bahsediyor.
Onlardan biri de, CHP'de Baykal'ın rakibi olarak boy gösteren Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül.
Diğer isimlerin ne diyeceklerini bekleye duralım. Sarıgül ise, hiç zaman kaybetmeden Gürtuna'ya kesin ve net bir cevap verdi: "Bizi istismar ediyorsun. Bir çok saygın kişi üzerinden siyaset yapıyorsun. Bu yaptığını siyasî etik (ahlâk) açısından doğru bulmuyorum."
Basın toplantısı düzenleyen Sarıgül, konuşmasında hayli dikkat çekici bulduğumuz daha başka ifadeleri de kullandı. Bir kısmını özetleyerek verelim:
"Ben, her vesileyle sosyal demokrat olduğumu söylüyorum."
"Halkımz, Mustafa Sarıgül’ün kişiliği, kimliği ve siyasî doğrultusunun ne olduğunu iyi biliyor."
"Gürtuna'yla aramızda bir siyasî işbirliği söz konusu değildir."
"Turkuaz hareketini, ben sağı karıştırmak için düzenlenen bir girişim olarak görüyordum. Oysa, bu hareket solu da karıştırmak amacı taşıyor."
Ne dersiniz?
Sahi, şu "Turkuaz hareketi", geçen seçimde köklü partileri baraj altına çekmek için kurgulanan Cem Uzan hareketinin yeni bir versiyonu olmasın...
Libya'lı kuzenin hasreti:
Ayasofya'da namaz
Türk medyasında, geçtiğimiz hafta sonu devlet mezarlığına defnedilen eski başbakanlardan Bülent Ecevit'le ilgili yayınlanan yazıların, resimlerin, hatıraların haddi hesabı yok.
Bunların bir çoğu bilinen ve hep tekrar edilen şeyler. Üzerinde durmaya hiç gerek yok. Ancak, Pazar günkü (12.11.2006) Hürriyet'te üstelik ikinci kez çıkan bir hatıra notu vardır ki, bize göre son derece dikkate değer.
Hatırayı yayına yeniden hazırlayan kişi, bu gazetenin tarihçisi olarak da tanınan Murat Bardakçı.
1979'da başbakan olan Bülent Ecevit'in, Libya'dan gelen kuzeninin "Ayasofya'da bir kerecik namaz kılma" isteğini reddettiğini belirten Bardakçı, bu konuya aynen şu sözlerle giriş yapıyor: "Bülent Ecevit ile aile tarihini konu alan geniş kapsamlı son röportajlardan birini, geçen senenin Temmuz ayında ben yapmıştım."
Sizlerin de bilgisine sunmak istediğimiz Bardakçı'nın yazısındaki konuyla ilgili diğer bazı ifadeleri de şöyle: "Anne tarafından Libya ile akrabalık bağları bulunan Ecevit, bu görüşmemizde Libya’da 1969’daki ihtilálin káğıt üzerindeki lideri Albay Sadeddin Buşveyr ile kuzen olduklarını, ihtilálin gerçek lideri Albay Muammer el Kaddafi’nin Buşveyr’i daha sonra Türkiye’ye büyükelçi olarak gönderdiğini anlatmıştı. Sadeddin Buşveyr, Ayasofya’da bir defa olsun namaz kılabilmek için, 1970’lerin sonunda Bülent Ecevit’ten ricada bulunmuş ama Ecevit kuzenine bile namaz izni vermemişti."
Bardakçı, söz konusu röportajında, aynı hatırayı bizzat Ecevit'in ağzından şu sözlerle naklediyor: "Sadeddin Abuşvereb, bizde bu şekilde büyükelçilik yaptı. Sonra bildiğim kadar, burada bir de ev yaptırdı ama ona erişemedim. Çünki, araya 12 Eylül dönemi girdi. Ben, başbakanlıktan ayrılmadan iki yıl önce, Abuşvereb bana bir mesaj gönderdi. 'Bir günlüğüne Ayasofya'yı açın, ben gelip namaz kılacağım' dedi. Ben tabii 'Olmaz' dedim, ondan sonra bir daha görüşemedik."
Büyükelçi Sadeddin'in Ayasofya'da namaz kılma arzusunun bu dünyada tahakkuk edip etmediğini bilemiyoruz.
Anlaşılan o k, zamanın Başbakanı Ecevit'in izniyle, bu derin hasretini bir derece dindirebilirdi; ama, olmadı...
Günün Tarihi
14 Kasım'da "14'ler"in tasfiyesi
14 Kasım 1960: 27 Mayıs darbecileri, kendi içinde bir darbe daha yaptı. 38 üyeli Millî Birlik Komitesi, DP iktidarına karşı birlikte darbe yaptığı 14 kişilik "Türkçü" subayı tasfiye ederek emekliliğe sevk etti.
Aralarında grubun lideri olarak kabul edilen Alparslan Türkeş, Dündar Taşer, Muzaffer Özdağ (19 Kasım'daki kongrede MHP genel başkan adayı Prof. Ümit Özdağ'ın babası) gibi önemli asker–siyasetçi şahısların da bulunduğu bu 14 kişi, galip grup tarafından sakıncalı görünerek birer "hariciyeci" olarak yurt dışına gönderildiler. Emeklilikten sonraki vazifeleri "askerî ateşe" sıfatıyla büyükelçi müşaviri olarak isimlendirildi.
Ayrıca, bu 14 kişinin iki yıl müddetle Türkiye'ye gelmelerine de yasak getirildi. Tâ ki, dizginleri tümüyle ele geçiren "solcu kanat", kendilerini hem güvende hissetsinler, hem de diledikleri gibi icraatta bulunsunlar.
Neticede, Türkeş Hindistan'a (Yenidelhi), Özdağ da Japonya'ya (Tokyo) gönderildi. (Ümit Özdağ, bir yıl sonra burada dünyaya geldi.)
Nazikçe sözlerin
arkasındaki kaba kuvvet
Türkeş ve arkadaşlarının komiteden nasıl tasfiye edileceği hususu, muhalif grubun üyeleri arasında gizlice uzun uzadıya müzakere edilir.
Hatta, bir ara bu Türkçü grubunun ortadan kaldırılması dahi konuşulur.
Ancak, bunların ordu içindeki kuvveti ve taraftar kitlesinin hiddeti nazara alınarak, bu yöntemden vazgeçilir.
Netice itibariyle, bunların sürgüne gönderilmelerinin en kestirme ceza ve en rahat çıkış yolu olduğu kanaatine varılır. (Yaklaşık iki buçuk yıl Hindistan'da kalan Türkeş, 1963 yılında Türkiye'ye döner ve aynı yıl içinde siyasete atılır.)
* * *
Bu arada, zoraki tasfiyeden sonra sürgün edilen "On dörtler" için Emekli Sandığı Kànununa eklenen bir madde yayınlanır ki, evlere şenlik cinsinden. İhtilal Komitesi tarafından emekliliğe sevk edilerek sürgün cezasına çarptırılan "On dörtler" için çıkartılan 126 sayılı geçici kânun maddesinin metninde, aynen şu ifade yer alır: "Vazifeden affına dair..." (M. Gökmen, 50 Yılın Tutanağı, s. 192)
Kullanılan ifade ne kadar da nazikçe, değil mi? Ama, siz bir de uygulamadaki kabalığı düşünün ve ihtilâl mantığının nemenem bir şey olduğunu tasavvur etmeye çalışın.
14.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Hesaplar |
|
Sağlı sollu iki beklenti oluştu. Biri, Ecevit’in cenazesinden solda birlik adına bir oluşum çıkarma, diğeri ise AKP kongresinden hareketle Erdoğan’ın yolunu kesme umutları.
DSP Ecevitlerle varolan bir parti olması sebebiyle, Bülent Ecevit’in vefatı ile doğan boşluk, sol açısından önemli.
Ecevit’i methiyelerle uğurlayan sol, şimdi onun manevî mirasından neler çıkaracağının hesabını yapıyor. Tek engel Rahşan Hanımın hâlâ hayatta olması…
AKP kongresi ise bu kanada dayalı siyaset yapanlar açısından hesapların yeniden gözden geçirilmesini gerektiren sinyaller verdi.
Ambalajı hoş, ama içi boş bir kongre yaptı AKP. Bir kez daha görüldü ki, AKP Erdoğan’la var olan bir parti.
Çankaya’ya hazırlanan Başbakan, kendi elleriyle partiyi Abdullah Gül’e hazırlıyor. Ancak geçmişte Özal sonrası ANAP’ın, Demirel sonrası DYP’nin düştüğü durumlar sebebiyle, AKP tabanı da, sokaktaki vatandaşlar da AKP’nin dağılacağından bundan siyasî istikrarsızlık doğmasından endişeliler.
Bu da, anketlerin, “Erdoğan Cumhurbaşkanı olsun mu, olmasın mı?” sorularına verilen cevaplarda kendini gösteriyor.
Seçimlerde oyunu AKP’ye vereceğini söyleyenler de “Erdoğan Çankaya’ya çıkmasın” diyor.
Bunun başka bir sebebi de Erdoğan’la birlikte Çankaya’nın da bir gerilim konusu olacağına dair beklentiler.
Peki, bunlar ne derece geçerli. “Erdoğan Cumhurbaşkanı olsun mu, olmasın mı” sorusuna verilen cevapların ezici bir çoğunluğu “Olmasın” şeklindeyse, bunu gözardı ederek yapılacak bir durum değerlendirmesi rüya tabirlerinden öteye geçemez.
Ancak aynı deneklerin “en çok güvenilen lider ve en başarılı siyasetçi” şıklarında da Erdoğan’ı seçmeleri bizi bir analiz yapmaya zorluyor. O da AKP tabanı da, sokaktaki seçmen de Erdoğan’ı Cumhurbaşkanlığa lâyık görmediğinden değil, Erdoğan sonrası AKP’nin dağılacağı ve siyasî istikrarsızlık olacağı kaygısı hâkim. Bir de buna Cumhurbaşkanlığı gerilimi kaygısını da eklemek mümkün.
Böyle düşünenler, cami avlusunda, “Çankaya laiktir, laik kalacak” diye slogan atan kesim değil.
Ancak siyasetin gerçekleri var. Şimdiye kadar eline Cumhurbaşkanı seçme fırsatı gelen hiçbir güçlü lider, bunu geri tepmemiş. Celal Bayar, Turgut Özal, Süleyman Demirel örneklerinde olduğu gibi.
Cumhurbaşkanlığı kimsenin elinin tersiyle iteceği bir makam değil. İkincisi, siyasî hareket liderini Çankaya’ya taşıdığı zaman rüştünü ispat etmiş demektir. Çankaya bir simge, lider o hareketin sembolüdür.
Liderler, parlamento içinden cumhurbaşkanı seçme fırsatı olduğu halde, askeri kızdırmamak ya da Sezer örneğinde olduğu gibi başka mülâhazalarla bunu yapmadıkları takdirde, sorun ortadan kalkıyor mu? Hayır.
Meclis içinde cumhurbaşkanı seçemeyen bir organ konumuna itilerek, millî iradenin Çankaya’ya ulaşma gücünün olmadığı kabullenilmiş oluyor. Bu da Meclis iradesine darbe vuruyor.
Ayrıca askerin gönlünü hoş tutma adına seçilen asker cumhurbaşkanları, ihtilâllere zemin hazırlamaktan öteye geçmediler. Bizzat varlıkları tehdit unsuru oldu. Ayrıca cumhurbaşkanlığı makamının genelkurmay başkanlığının bir devamı olduğu zihniyetinin oluşmasını sağladılar.
Otomatik olarak yukarı çıkamayanlar, kendilerine hak olarak gördükleri o makamı ele geçirmenin hesaplarına girdiler. Bu durum rejime yüksek gerilim hattı bağlamaktan farklı bir amaca hizmet etmedi.
Sezer gibi birleştirici olarak görülenler ise kriz üretmekten öteye geçemedi. Yaşı genç ancak siyasî tecrübesi fazla olan bir milletvekili, “Bu aşamadan sonra başbakanın cumhurbaşkanı olmaması da yanlış olur” dedi.
O zaman Erdoğan, elinde anayasayı değiştirecek bir çoğunluk olmasına, aynı zaman da çok da arzu etmesine rağmen, korkup Cumhurbaşkanı olamayan bir lider konumuna düşmüş olmayacak mı?
Ayrıca ANAP ve DYP’de yaşananlar da çok önemli bir nokta vardı. ANAP’ta Mesut Yılmaz, Özal’ın kadrolarını, DYP’de Çiller, Demirel’in arkadaşlarını kazanma amacını gütmedi. Özal ile Yılmaz’ın ANAP’ı, Demirel ile Çiller’in DYP’si uyum içinde olmadı.
Erdoğan ile Gül’ün elele verip, AKP’yi hazırlamalarının altında yatan bu tecrübe.
Bu seçimlerde de, Çankaya ve hükümette uyum sloganının işleneceğinden ve bir dönem daha yetki isteneceğinden kuşkum yok. Çünkü aklı olan iktidar bunu yapar.
Sancısız olur demiyorum. Ama aynı şeyler yaşanacak değil. AKP’nin asıl sorunu bu değil. AKP heyecanını kaybetmiş bir iktidar partisi hantallığında…
14.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Komşunun ‘kül’ü |
|
“Komşu, komşunun ‘kül’üne muhtaçtır” diye bir atasözümüz vardır. Vardır, ama nedense Türkiye’yi idare edenler, bu atasözüne pek itibar etmemişler.
Komşularıyla iyi geçinmeye herkesten daha fazla muhtaç olan ülkemiz, uygulanan plansız ve iz’ansız politikalarla onları küstürmüş, bir bakıma kendine ‘düşman’ bellemiş. Bununla da iktifa etmemiş, ‘düşman’ ve ‘dost komşular’ listesini çok hızlı bir şekilde değiştirmişiz. Gün gelmiş Yunanistan’ı ‘düşman’ listesinin başına koymuşuz, gün gelmiş İran’ı. Çevremize, komşularımıza baktığımızda uzun süre ‘dost’ olduğumuz ülke yok gibi.
Peki, bu ‘düşman liste’sini hazırlamakla ne kazanıp, ne kaybettiğimizin bir muhasebesini yapabilmiş miyiz?
Aralarında yüz yıl süren kanlı savaşlara imza atan Avrupa devletleri, yeni şartlara ayak uydurup bir araya gelmiş ve kalkınmak uğruna ülke sınırlarını bile ‘yok’ saymış. Bugün bir Avrupa ülkesinden diğerine geçerken, otoban üzerinde ‘sınır kapısı’ görmek neredeyse imkânsız. Avrupa bunu gerçekleştirebilmiş ise, Türkiye de gerçekleştirebilir ve gerçekleştirmelidir.
Elbette bölgemizdeki problemler Avrupa’ya nisbetle daha karmaşıktır. Ama niyet, ‘dost listesi’ni çoğaltmak olduktan sonra engelleri aşmak imkânsız değildir. Komşularımız Suriye ve İran ve Irak, petrol ve doğalgaz yönünden ‘dünya zenginleri’ listesinde yer alıyor. Biz de en yakın komşu olarak bunlarla iyi geçinsek, onları dost bilsek ne kaybederiz? Aramıza ördüğümüz hayalî sınırları kaldırabilsek, bundan her iki taraf da faydalanmaz mı?
12 Kasım 2006 Pazar günü akşamı BBC Türkçe servisinin bir haberi, Çin’in Afrika ülkelerine ‘el attığı’ şeklindeydi. Habere göre Çin, 41 Afrika ülkesinin yöneticilerini ülkesine davet etmiş ve büyük bir ‘kongre’ düzenlemiş. Çin, davet ettiği Afrika ülkelerinin yöneticileri için şehirlerde ciddî tedbirler almış. Başkentte, gelen misafirler için 1 milyona yakın araç trafiğe çıkmama sözü vermiş ve çıkmamış. Ana caddeler, yapılan fil ve zürafa heykelleriyle adeta Afrika’ya çevrilmiş vs...
Çin nerede, Afrika nerede diye sorulabilir. Evet, birbirine çok uzak ama işin içinde ‘kazanç’ olunca Çin Afrika’ya el atabiliyor. Bilindiği gibi Çin’in çok büyük enerji ve maden kaynaklarına ihtiyacı var. Afrika da bu konuda zengin... Çin, Afrikalı yöneticilerin gönlünü alabilmek için çok büyük ‘bahşiş’ler de vermiş. Bunların arasında, Afrika ülkelerinin borçlarını silmek ve çeşitli teşvikler de var.
Çin, kendisine göre ‘dünyanın öbür ucu’ndaki Afrika’ya el atarken; biz komşularımızla ‘düşman’ kalabilir miyiz? Kalırsak, bundan kim faydalanır?
“Komşu ülke”lerin külüne değilse de, petrolüne muhtaç değil miyiz?
14.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|