Dünden devam
KARIN DOYURMAK ÇOK KOLAY
Dönüş yolunda jackfruit ağaçları, sanki üzerlerinde ve böğürlerinde onar kiloluk meyvelere hamile. Yakında bir göletin kıyısından geçiyoruz. 100 metrekarelik bir arsa. Biraz daha büyük olabilir. Daha doğrusu çukur. Muson yağmurlarıyla birlikte içerisi su dolmuş. Ama balıklar var. Ve üç kafadar da bu gölete ağ atmış ve balıklar çırpınıp duruyor. Sonra kafadarlar balıkları yeniden gölete boşalttılar. Ebatlarını mı beğenmediler acaba? Göletin çevresinde ise, Hüdâ-yı nabit muz ağaçları ve jackfruitler vardı. Daha geniş alanda ise keçiler.
Bu durumda bir Bengalli rahat bir şekilde göletten balık tutarak karnını doyurabilir. Çevreden muz yiyerek meyve ihtiyacını da giderir. Keçisi de varsa fazladan süt ihtiyacını karşıladı demektir. Anlatmak istediğimiz, hayatın o kadar basit olması, tekit ve karmaşadan uzak olmasıdır.
Bangladeş’te meyve o kadar bol ki, kişi başına millî gelirden en az pay alan bile meyvesiz bir mevsim geçirmiyormuş. Evliya Çelebi bu manzarayı görseydi burası için, ‘dünyada değil, ahirette bir yer’ ifadesini kullanabilirdi. Belki de “cinler âlemi” diye tarif ederdi. Yani anlayacağınız hayat Batı’daki gibi karmaşık değil. Çok basit. Göletten tutuyor, ağaçtan koparıyor, keçiden de sağıyor.
Bu kısa turdan sonra, grev icabı yeniden sığınağımıza veya misafirhaneye avdet ediyoruz. Güller içinde bir mekân. Dışarıdan baktığınızda hiç misafirhane demezsiniz. Sanki 5 yıldızlı bir otel. Nilpahamary Plass. Ve kısa günün kârını yaptıktan sonra, döndüğümüz misafirhanede başlıyoruz Bangladeş ve bölgeden konuşmaya. Bari vakti öyle değerlendirelim. Buna öldürme mi dersiniz, yoksa değerlendirme mi ona siz karar verin. Ama Mustafa Sarker etrafta meraklı gözlerin dolaşmasından son derece rahatsız ve kaygılı. Bizim gibi bölgeye fazla yabancı gelmediğinden, merak etmiş olmalılar. Bir de Mustafa Sarker burada da Bin Ladin ve Kaide suçlamalarının İslâmî hizmetlerde tat, tuz bırakmadığını söylüyor. Artık anonimleşen basmakalıp El Kaide suçlamaların da sebebi.
BÜYÜK İSKENDER’DEN
GREAT TURK’E (BÜYÜK TÜRK)
Devlet misafirhanesinde o gece de geceliyoruz. Mihmandarlarımıza yarın için bir teklifte bulunmak istiyoruz. En azından motosikletlerle çevreyi turlamak ve kolaçan etmek. Galiba bunu söyleyemeden uyuyoruz. Ama ertesi günü bizim söylemeyi unuttuklarımızı onlar icraata koymuşlar. Bu sabah artık rikşa yerine motosikletlere bineceğiz. Rikşaların yanında, motosikletler oldukça havalı. Bayağı keyifli olacak. Gerçekten de öyle oluyor. Tulumbaların dağıtıldığı birçok köye ve okula uğruyoruz. Bangladeş’in millî kuşu da var, ama galiba en bol kuş karga. Kargaların sesleri gerçekten de rahatsız edici. Kur’ân ifadesiyle en münker hayvanat sesi eşek sesi olmalı. Kuşlardan da karga sesleri gerçekten de ikrah ettirici. Kargalar sesleriyle insanları, insanlar da taşlarla onları kovalıyor. Sarked House’a alışmaya başladık. Bizdeki gibi çay tiryakiliği yok. Bundan dolayı bir iki defa İngiliz çayı veya sütlü çay içmek mecburiyetinde kalıyoruz. Hiç de fena değilmiş. Zorluklar insan için. Hayatın her türlü haline alışıyor.
Yöreden bize hizmet eden heybetli ve sakallı bir adam var. Bana işaret ederek bir şeyler söylüyor. Dilinden anlamıyorum. Mustafa Bey tercümanlık yapıyor. Meğerse adam benim için ‘Great Turk’ diyormuş. Yani büyük Türk. Büyük İskender’den sonra biz de o bölgeye ulaşan büyük Türk ünvanını alıyoruz. İlk defa bir Türkle mülâki oluyormuş ve galiba o da benim. Bundan dolayı bana iltifatlar yağdırıyor. İkinci günü ayrılmadan önce de yanımıza gelerek, bizden duâ niyaz etti.
Bengallilerin yemekleri hiç fena değil. Açık alanlarda pişirdikleri yemekler bile tatlısıyla, tuzlusuyla güzel ve temiz. Bu ziyaretimiz sırasında Bangladeşlilerin bilinmeyen bir marifetini daha keşfettik. Meğerse Londra’nın en namdar aşçıları onlarmış. Halbuki ben hemşerilerim Mengenliler sanırdım. İngiltere’de hatırı sayılır bir Yemenli nüfusu olduğunu biliyordum. Keza Hint Altkıt’ası’ndan gidenlerin varlığını da biliyordum. Dolayısıyla onlardan bir kısmı şimdi Bengalli kimliğiyle tanınıyor. Mihmandarımız Mustafa Bey’in kızlarından birisi de orada evliymiş. Londra’ya gelin olarak vermiş. Netice, aşçılık üzerinden Bengallilerle hemşeri çıktık. Onlar Boluluların küresel veya dünya çapındaki hemşerileri.
Ziyaret sırasında garibime giden hususlardan birisi Yemenlilerin gat partilerine benzer, burada da keyif verici bazı bitkilerin kullanılması. Yapraklar ve bazı karışımlarla birlikte çiğneniyor ve bu insana keyif veriyormuş.
Mustafa Bey sigara tiryakisi değil, ama buna fena kaptırmış kendisini. İlk defa gatla Cibuti’de tanıştım. Bir Yemenli otelin girişinde ısrarla bizi gat sofrasına veya partisine dâvet ediyordu. Bizden kabul görmedi. Bu tiryakiliği biraz araştırdığınızda ve sorduğunuzda tiryakiler hafiften kızarıyor ve mahcup oluyorlar.
Bangladeş’te hem tuzu, hem de şekeri bol tüketiyorlar. İkisi de bol. Şeker kamışı ekiyorlar ve göletlerden de tuz elde ediyorlar.
Sohbet konularımız her yerde aynı. Binlerce mil ötede bile İsrail-Filistin çatışmalarından ve İsmail Haniye’nin durumundan söz ediyoruz. Daha doğrusu Filistinlilerin kuşatılmışlığından bahsediyoruz. Arafat 1978 yılında Rangpur’a gelmiş. Rangpur General Erşad’ın da memleketi. Sadece Araplar değil, Araplar yardımseverler de buralara kadar gelmişler. Misafirhanenin karşısında yer alan cami ve çocukların hafızlık yaptıkları Kur’ân kursu bir hayırsever Arap tarafından yapılmış. Burasını Muhammed Ebu’l Hayr adındaki zât yaptırmış. Şirin bir cami ve kurs. Camilerde dikkat çekici bir şekilde halı veya kilim yok. Hem sıcaklıktan dolayı olmalı, hem de imkânsızlıktan. Bu sebeple insanlar namazlarını çıplak zeminde kılıyorlar.
YARDIMLARI YERİNDE TETKİK EDİYORUZ
Çarşamba günü mihmandarlarımızın ayarladıkları motorlarla birlikte çevreye açılıyoruz. Tarlalar üzerinde yol alıyoruz. Ve yeşillikler arasında köylere uğruyor ve burada tulumba dağıtımına nezaret ediyoruz. Çalışmaları yerinde teftiş ediyoruz. Böylece hayır sahiplerinin verdikleri hayırlarından yerine ulaşıp oluşmadığından emin oluyor ve bunu yerinde denetliyoruz.
— Devam edecek —
|