Yolda hızımızı kesen rikşaların bir de kardeşi var: Baby taxi. Hindistan orijinli bir araç. Üç tekerlekli eski Konya arabaları. Hayvanlarla birlikte bunlar yolların hakimi. Baby taxi en son Konya sokaklarında görülmüştü galiba, şimdi orada da kalmadı. Halbuki 1980’li yılların başında neredeyse Türkiye’nin genelinde bizim rikşamız olan atlı faytonlarımız vardı. Onları atlar çekiyordu. Ve her şehrimizde de üç tekerlekli pratik araç baby taxi’ler vardı. En son bunlar Konya içinde çalışıyorlardı. Son gittiğimiz de oradan da kalktığını gördük. Bangladeş’e gitmesek, onları bir daha göremeyeceğiz galiba.
Benim çocukluğumda üç tekerlekli taşıtlar Adapazarı’nda da meşhurdu. Hindistan ve Bangladeş’te baby taxiler meşhur. ABD’de ise, İkinci Dünya Savaşının ardından çocuk patlamasında doğanlara baby boomer diyorlar. ABD’nin Hollywood’u varsa, Hindistan’ın da Bolywood’u var. Hindistan ve Bangladeş’in baby taxi’leri varsa, ABD’nin de baby boomer’ları var. Aryanlar gerçekten de soylu insanlar. Rikşa ve baby taxilerle birlikte bizim 250 km olarak düşündüğümüz yol, neredeyse 500 km mesabesine çıktı. Bir de İngiliz sisteminin kalıntısı olarak trafik soldan seyrediyor. Zaten burada ne varsa, İngilizlerden kalmış. Yargı, trafik ve buna benzer şeyler.
Minibüste bu minval üzerine yol alıyoruz. Kâh uyukluyor, kâh uyuklamaya çalışıyoruz. Arada sırada bizdeki kasisler gibi tümsekler dikkatlerimizi dağıtıyor. Yolda sürekli göletler, kulübeler ve dükkânlar görüyoruz. Bir ara yarı yolda ihtiyaç molası verildi.
Git git yol bitmiyor. Bize, şu saatte ulaşırız diyorlar ve o saat oluyor, yine aynı yerde gibiyiz. Sina Tih Çölü ise, burası da Tih Gölü olmalı. Nihayet varıyoruz. Hiç betonarme binanın olmadığını sandığımız loş bir şehre vasıl olmuş bulunuyoruz. Kendi kendime, ‘burada doğru dürüst bir bina bile yok, otel nereden olacak?’ diyorum.
Ama rikşalara sora sora minibüs bir yere kıvrılıyor ve bir binanın önünde duruyoruz. Sanki burası Nilphamary değil. Hayret ediyoruz. Dışarıya çıktığımızda binayı yerinden temaşa ettiğimizde gerçekten de farklı bir boyutta olduğumuzu anlıyoruz. Mekân bambaşka oluvermişti. Aslında gündüz baktığımızda Nilphamary’nin hiç de gece gördüğümüz gibi olmadığını fark ediyoruz. Bazı güzel ve estetik binalar olduğu ortaya çıkıyor.
Aracımız bir cümle kapıdan girdi. Burası devlet misafirhanesi imiş. Otel olmayan şehirlerde devlet misafirhaneleri var. Gerçekten de herşeye rağmen devletin varlığını hissediyorsunuz. Burada devlet ve devlette çalışanlar başka bir kast gibi. Kast gitmiş, ama sosyalizmle veya sosyalist anlayışlarla birlikte yeni bir kast sistemi oluşmuş. Bununla birlikte, öğretmenler gibi bazı meslek sahipleri süresiz grevlerde bulunabiliyorlar. O da başka bir konu. Ücretler haliyle düşük.
SARKED HOUSE’DA İLK GECEMİZ
Zifirî karanlıkta bize bir oda gösteriliyor. Murat’la birlikte kalacağız. Oda dayalı döşeli. Hiç de fena olmayan bir koltuk takımı var. Ötesinde temiz ve bakımlı birer yatak. Hatta, sivrisinekler sokmasın diye cibinlik de yapmışlar. Burada sivrisinek ve sudan kaynaklanan birçok hastalık var. Sıtma, dizanteri ve tifo bunlardan bazıları. Dolayısıyla Murat Yılmaz hastalıklara karşı temkinli veya talimli. Malarya olarak da bilinen sıtmaya karşı tedarikliyiz ve ilâç alıyoruz. Ama cibinlikler hazır.
Çok uykusuz olduğumdan dolayı herhalde yere yabancı olmama rağmen temiz bir uyku çekiyorum. Çok da ihtiyacım vardı. 48 saattir yastığa başımı koymamıştım. Galiba bundan dolayı başımı yastığa koyduğumda uyumuşum. Halbuki seyahatlerde genellikle insan uyku kabızlığı ile mide kabızlığı çekiyor.
Bununla birlikte galiba bu uykumuz Bangladeş’teki en uzun uykuydu. Diğer günler bunun yarısıyla idare etmek durumunda kaldık. Yollar uzun ve işimiz çoktu. Kaldığımız Sarked House’a misafirhane veya mihmanhane de diyorlar. O gece veya ertesi gece müşahade ettiğimiz gibi, sık sık elektrikler kesiliyor. Çoktandır böyle tabiî bir ortamda gecelememiştim. Sarked House’da tabiatla içiçe ortam bana çocukluğumu ve annemin köyünü hatırlatıyor.
Ertesi sabah uyandığımızda, yani Pazartesi sabahı kâbus da başlamıştı. Kâbus genel grevdi. Hiçbir motorlu taşıt çalışmıyordu. Şansımıza küstük. Bir zaman grev ile motorlu taşıtların da çalışmaması arasında ne tür bir bağlantı olduğunu çözemedik. Garibimize gitti, ama ülkenin şartlarına da alışmalıyız. Yapacak bir şey yok. Pazartesi sabahı dinç bir şekilde kalktık. Burada sıcak su tertibatı fazla olmadığından, soğuk suyla bir duş alıyoruz. Önce bir kahvaltı yapıyoruz.
Kahvaltıda peynir, zeytin yok. Burada yemekler genellikle pirinç, balık ve tavuk. Çoğunlukla acılı yiyorlar. Burası da kuş gribiyle tanışsa bile, tavuk vazgeçilmeyen bir menü. Veya onlar da bizim gibi korku sınırını aşmışlar. Murat acılı yiyeceklere talimli. Ben ise acıyı sevmekle birlikte, yolculukta olduğumu hatırımdan çıkarmıyor ve ne olur, ne olmaz diye mideme güvenmiyorum. Fazla yemekten de kaçınıyorum. Ama yemeklere yavaş yavaş alışıyoruz.
Yemeklerde ekmek yerine bazen pilav yiyorlar. Pilav olmadığında ise, küçük tandır ekmekleri var. Görüntüsü harika. Fasulye gibi yemeklere de alışıyoruz.
Oranın şartlarında mükellef diyebileceğimiz bir kahvaltıdan sonra, iş başa düşüyor. Ayarlanan rikşalarla yola düşüyoruz. Ikına sıkıla veya utana sıkıla rikşalara biniyoruz. Önce insanların çektiği faytona binmeyi delikanlılığın raconuna yakıştıramıyoruz. Ama onların da, bizim de fazla yapacak bir şeyimiz yok. Sistem öyle işliyor. Onlar para kazanacaklar, biz de rikşaya bineceğiz. Ama beni çeken çocuk doğrusu çok çelimsizdi. O biraz kanıma dokundu, ama dediğim gibi çaresizdik.
Yakında bulunan Cemaat-ı İslâmî’nin yetimhanesine gittik. Buralarda en açık ve en organize cemaat, Mevdudi’nin kurmuş olduğu Cemaat-ı İslâmî.
Ziyaret ettiğimiz yetimhanede küçük bir tören yapmışlar. IHH’nın finanse ettiği su tulumbalarını ve malzemelerini teşhir ediyorlar. Ortalıkta keçiler de var.
Törende Cemaat-ı İslâmî’nin yerel temsilcisi ve hükümet komiseri de var. Bizden de bir konuşma yapmamızı istiyorlar. Yaradana sığınarak dilimizin döndüğünce bir konuşma irad ediyoruz.
Törenden sonra bizim için küçük bir yemek ziyafeti tertip etmişler. Çeşitli kurabiyeler ve pastalar var. Meyveleri de unutmayalım. Hem yiyor, hem de munis insanlarla sohbet ediyoruz.
İlk defa ülkenin millî meyvası Jackfruit ile tanışıyoruz. Size nasıl anlatsam? Ağaçta yetişen bir karpuz veya kabak diyebilirim. Kocaman devâsâ bir meyve. İçinde yüzlerce dilimi var ve bu dilimlerin içinden de kocaman çekirdekler çıkıyor.
Yetimhane dönüşünde jackfruit ağaçları ile birlikte muzları görüyoruz. Burada Hindistan cevizi de bol. Misafirhane ile yetimhane arasında Bangladeş’e yakından bir gözatma imkânımız oldu. Bu küçük gezinti ile birlikte, bu küçük coğrafyanın 140 milyonluk bir ülkeyi nasıl oluyor da besleyebildiğini yakından görüyoruz.
Devam edecek
|