Bir efsanenin peşinde (2)
Dünden devam
Halbuki basit bir kaidedir. Uygulanan tedavi doğruysa kısa sürede müsbet neticeler verir. Aksi bir durum söz konusuysa, yani uygulamadaki bütün çetinlik ve katılıklara rağmen umulan netice alınamıyorsa, kesinlikle tedavinin yanlışlığına hükmedilebilir. Ne yazık ki Müslümanlar senelerdir, hatta belki asırlardır, geri kalmışlık dertlerini tedavi için “Batılılaşma” denilen tedaviyi uyguluyorlar. Bu uzun müddetli tedavi süreci iyileşmeyi getirmediği gibi kazanılması hedeflenen değerleri berhava ettiği halde ısrarla uygulanıyor, üzerinde bir incelemeye, yanlış olabilir diye bir tetkike kimse yanaşmıyor. Aslında bu tedavide iyileşme olan netice göz ardı bile ediliyor. Sanki tedavinin kendisine âşık olunmuş gibi, dört elle ona sarılınmış.
Batının her şeyine düşmanlık söz konusu olamaz, Elbette ki o da bir medeniyettir. Hem de güçlü, büyük ve bugünün galibi olan bir medeniyet. Elbette ondan bazı şeyler alınabilir, alınmalıdır. Ama alırken elememek, gözü kapalı davranmak, hatta alınmaması gereken Batı medeniyetinin kötü taraflarını alıp alınması gerekenleri biraz göz ardı etmek, alıcı medeniyeti yani bizleri, yok oluşa ve esarete götürür. Çünkü her medeniyetin içinde az veya çok bir denge vardır. Medeniyetlerin iyilikleri ve kötülükleri birbirlerini dengelerler. Şayet bu denge kötülüklerden yana ağır basarsa o medeniyet helâk sath-ı mailine girer. Bunun tersi olur, iyiliklerden yana ağır basarsa o medeniyet yükselir, hâkimiyet alanını genişletir. Biz medeniyetimizi kuvvetlendirmek için Batının kapısına gittiğimizde çoğunlukla onların kötü şeylerini aldık. Bu kötülükler de bizim medeniyetin dengesini bozdu. Medeniyetimiz zaten zayıf günlerindeydi. Bir kuvvet aşısına ihtiyacı vardı. Bizse ona yanlış aşıyı, onu zayıflatacak aşıyı vurduk. Ve hepten onu mahvettik.
Aslında şu da söylenebilir. Medeniyetimize derman bulmak için yola çıkıldığında dermandan maksat onun yok edilmesi ve onun yerine rakibinin ikâmesiydi. Bizimki toptan atılmalı veya bir daha çıkmamacasına üstü toprakla örtülmeliydi. Çünkü bizim medeniyetimiz medeniyet tacirlerine göre hiçbir şeydi, karşı medeniyet her şey. İnsanilik, yücelik ve büyüklük kısaca yeryüzünde erdem namına ne varsa o medeniyetin bünyesinde mündemiçti.
Gerçeğin bunun tam tersi olduğunu, hırslı, atik ve kararlı medeniyet tacirleri maalesef görmediler. Alınmak istenen medeniyet haramla büyümüştü. Karnında sömürgelerden zor, hile ve kanla alınmış şeyler vardı. O medeniyetin temsilcilerinin ellerinde Afrika’dan bin bir zulümle alınıp kendi memleketlerinden çok uzak diyarlara acımasız şartlarda götürdükleri siyahî köleleri sözde ıslâh için kullandıkları kırbaçlar hâlâ duruyordu. Kızılderililere yaptıkları ise hafızalardan silinecek gibi değil. O insanların her şeylerini, gözlerini kırpmadan, en ufak bir tereddüt göstermeden ve hiç duraksamadan aldılar. Onlara o kadar şiddetli bir tokat vurdular ki, herkesin yavaş yavaş haklarını aldığı zamanımızda o insanların esamileri bile okunmuyor.
Öyle bir medeniyet ki mensupları iyilikleri bile kendi menfaatleri için sömürmekten çekinmemişler. İnsanlara hiç acımamışlar, onlara bir hak vermek istememişler, sadece sömürmüşler, sadece kendi menfaatlerine bakmışlar.
Öyle bir medeniyet ki mazlûm biçarelerin acı, enin ve kanlarının temellerinde önemli bir yeri var.
Öyle bir medeniyet ki mensupları erdemleri ancak birbirlerine yaşattıkları büyük acılardan sonra bulabilmişler. Avrupa Birliği dünya savaşlarının bir daha yaşanmaması için düşünülüp hayata geçirilmiş bir proje. İfade hürriyetini engizisyon zulmünden sonra keşfetmişler. Kısaca hakkın kıymetini ona yaşattıkları büyük ıztıraptan sonra bulabilmişler.
Bu medeniyetin şöyle bir özelliği daha var. Büyük acılardan sonra keşfettiği erdemleri kendi topraklarına ve insanlarına hasretmiş. Adeta onları kıskanmış, kendi insanlarından başka hiç kimseye vermek istememiş. İşkence onlarda, kendi topraklarında ve kendi insanlarına yasaktır, insanlık suçudur ve kesinlikle müsamaha görmemelidir. Yalnız onların topraklarından ve insanları arasından çıkıldı mı, onların yüksek menfaatleri için geri kalmış insanlara uygulanabilir. Hukuk onların insanları için elzemdir, başka insanlar için olsa da olur, olmasa da.
Bu medeniyetin alâmet-i farikası; samimiyetsizliktir. Bir gün bir türlü olmak, başka gün başka türlü olmaktır. Çifte standart en belirgin vasfıdır. Aynı hale sahiplerine göre rahatlıkla farklı hükümler verebilirler.
Topraklarımızdaki medeniyet tacirleri bir medeniyetin yerine başkasını ikame etmenin, birini ortadan kaldırıp başka birisini onun yerine geçirmenin imkânsızlığını da göremediler. Asırlarca toprağa, tarihe ve ruhlara işle(n)miş bir medeniyetin, iktidarın gücü ve üfürmesiyle yok olamayacağını, ufalıp gitmeyeceğini, direneceğini, o medeniyetin attığı tohumların tekrar tekrar filizleneceğini anlamadılar. Bir darbeyle, sert bakışla ve nihayetinde indirilen kuvvetli ve kudretli bir sadmeyle bir medeniyeti kökten yok edip, yerine başka birisini geçirebileceklerini sandılar. Kuvvet ve iktidar onlardaydı, halk bir sürüydü, çoban onu nereye götürse, karşı çıkmazdı, o zaman ona farklı bir medeniyet getirmenin ne zorluğu olabilirdi ki. Madem niyetler iyiydi, madem şahıslar için bir şey istenilmiyordu, madem her şey bu milleti daha da ileri götürmek için yapılıyordu, o zaman durmak hataydı. Ve bu toprağa yabancı, tarihiyle, havası ve suyuyla hiçbir rabıtası olmayan bir medeniyet ithal edildi.
–Devam edecek–
|
17.11.2006
|