Özel televizyonların nasıl bir erozyon içinde olduğu üzerine yıllardır yazan insanlardan biri olarak son zamanlarda iyiden iyiye ümidi kesmiştim doğrusu gidişattan… Hani doktor hastayı muayene etmiş de; “- Ne yersen ye!” demiş ya… Öyle…
Çünkü… Öncelikle mevcut programlardan şikâyet etmeyen yoktu ama söz konusu “berbat” programlar hep “en çok izlenen” listesindeydi… Ortada ciddî bir ikiyüzlülük vardı… O zaman da çözüm çok zorlaşıyordu…
Öte yandan… Mevcut programların, yürürlükteki basit kararnamelere göre, düzenlemelere göre bile sınırı aşan görüntülerine çekidüzen verecek RTÜK gibi kurumu varken, ciddî bir “ses” de “görüntü” de çıkmayışına anlam veremiyordum… Ya da çok iyi anlam veriyordum da… Onun için bırakmıştım ipin ucunu… Eleştirmek bile gelmiyordu içimden… Boşa kürek çekiyor olmamak için!
Bir ümitsizlik değildi bu durum… Sadece halkımıza olan itimadımın giderek sarsılmasıyla yetkili makamlardakilerin, “oldukları gibi görünmek-göründükleri gibi olmak” noktasındaki tezatlarındandı…
Neyse… Sonunda azımsanmayacak bir adım atıldı bu olumsuzluk alanında… Sabah’ın Günaydın ekinde televizyon eleştirileri yazan Yüksel Aytuğ’un başlattığı “Sarı Kurdele” kampanyasına olumlu tepkiler alındı kısa sayılacak sürede ve ekranlarda gördüğümde “insidon”a başvurmama sebep olan kimi görüntüler –en azından şimdilik- ekranlardan uzaklaştırıldı…
“Reyting” canavarına teslim olmuş televizyon yöneticileri ve onların yarattığı (?) “anahtar deliği gözleyicileri” bir açık kapı bulmaya mutlaka çalışacaklardır ama olsun… Şimdilik “sarı kurdele” kampanyasıyla bir başarı elde edilmiş oldu… Olumsuzluk geri püskürtülmüş sayılmasa da atılan adım küçümsenemez… Yüksel Aytuğ’un bu noktadaki rolü de… İlk özel televizyonumuz olduğu günden beri bu konuda yazan biri olarak teşekkürler ediyorum sevgili meslektaşıma…
Önceki gün sütununda; “...Ve sonunda başardınız” diyen Altuğ; “Bir küçücük sarı kurdelenin nelere kadir olduğunu gördünüz mü? 21 Kasım Dünya Televizyon Günü’nde başlattığımız Sarı Kurdele Kampanyası 8 günde amacına ulaştı. Sabah kuşaklarındaki ekran kirlenmesine yol açan görüntüler, hem RTÜK’ün uyarısı hem de kanal yöneticileri ile program yapımcılarının iyi niyetiyle ortadan kalktı.” dedikten sonra şu önemli uyarıyı da yapıyordu: “Televizyonumuzun dertleri çözmekle bitecek gibi değil. Başta kanalların sağduyulu yöneticileri, yapımcıları, sunucuları olmak üzere kampanyamızın duyulup, etkin hale gelmesinde önemli rol üstlenen TV ve radyo programcıları, köşe yazarları, halkın isyanına kayıtsız kalmayan RTÜK yöneticileri, çizdiği muhteşem logo ile kampanyamızın simgesini yaratan karikatür san’atçısı sevgili dostum Nurettin İkizler (Nuik) ve en önemlisi bize 8 gün boyunca gönül desteği veren mümtaz Türk halkı olmak üzere herkese minnettarım. Antenlerinize iliştirdiğiniz her sarı kurdele, balkon demirine astığınız her sarı bayrak, televizyonların ıslâh edilmesi adına sessiz çığlığımızın ses telleri oldu... 21 Kasım’da sizlere ‘Var mısınız?’ diye sormuştum. Varmışsınız. Varolun!..”
“Sarı kurdele” elbette bir simge… Bundan sonrasında beklenen, “beyaz” ekranlarımızın “kirli” renklerle lekelendirilmemesi… Hiçbir gerekçeyle hem de!
“TGRT”... “ti-ci-ar-ti” derken!
TGRT ismiyle yayın hayatına başlayan televizyon kanalının ilk günlerini eminim ki çoğunuz hatırlıyorsunuz… Müziğe ve müzik âletine geçit vermeyen velî dizileri, mucizesi bol filmler, vaazı sık bir ekrandı ilk günlerinde TGRT… O ilk günlerin heyecanı içinde, bileziklerini bağışlayan başörtülü hanımların “feda olsun” haberleri hem kardeş gazetede manşetlere çıkıyordu hem de TGRT haberlerinde yer bulabiliyordu…
Sonra yavaştan yavaştan değişimler yaşanmaya başladı… İstişare toplantılarından birinde, yaptığı bir muzırlık sebebiyle özel bir televizyon kanalından kovulan merhum Öztürk Serengil’in artık TGRT’de olduğu müjdesi (?) verilmişti de… Bir tek ben kalkıp; “Bu gidiş nereye?” diye sormuştum… (Bir daha da o toplantılara çağırılmadım.)
O gidişin ilk keskin dönemecinde o günlerde ünlülükleri bıçak sırtında olan; Seda Sayan, Sibel Can ve Gülben Ergen gibi isimlerin toplumun daha geniş kesimlerince tanınıp sevilmeleri TGRT ekranlarında sağlandı… Sonrası malûm… O isimler daha da ünlendikçe TGRT’den ayrıldılar… Bir tanesi “ihlâslı” 50 personelden fazlasının aldığı parayı alıyordu o zamanlar… Başka kanallarda başlarından aşağı “özel çikolata ve çiçek” döken patronlar olmadı elbette ama… Bahsettiğim isimler yine de başka kanallarda sürdürdüler parlattıkları kariyerlerini!
Ve gün geldi; “Biz bundan böyle TGRT değiliz… Bize Tİ-Cİ-AR-Tİ deyin…” açıklaması yapıldı ilgili yönetimden… Ticarî sıkıntılar birbirini izledi… Başlangıç günlerinde altınlarını bağışlayanlarla, “Bize Tİ-Cİ-AR-Tİ deyin!” diyen başlangıcın TGRT’si arasındaki uçurum çok büyüktü…
Ve bir gün daha geldi… Son yıllarda birçok kuruluşa satıldığı haberleri gelen televizyonun, Amerikalı medya devi Rupert Murdoch tarafından satın alındığı haberi açıklandı.
TGRT’nin Amerikalı yöneticisi Dawid Reid, Klâs Magazin Dergisi’ne konuşmuş yeni dönemle ilgili olarak… Meselâ, “TGRT’yi ne gibi değişiklikler bekliyor, örneğin isim değişecek mi?” sorusuna; “Değişecek ama henüz ne isim koyacağımızı belirlemedik. İstanbullu izleyicinin titreşimlerini gözlemleyeceğiz. Titreşim derken insanların nelerden zevk aldığını kastediyorum. Onlardan esinlenerek, onların zevklerine hitap eden değişiklikler yapmayı düşünüyoruz. İnsanlar aileleri ve dostlarıyla gülmek, eğlenmek istiyor. Eğlence programlarındaki insanların ifade ve davranışları insanları güldürüyor. Entertainment dediğimiz eğlence konseptinde programlara ağırlık vereceğiz. Ama gerçekçi ve doğru haber verme imkânlarının göz ardı etmeyeceğiz” demiş Reid…
Söz konusu isim değişikliğinin ne zaman yapılacağı sorusuna da; “Çok önemli değişiklikler yapmayı planladığımız 2007 Mayıs ayında bu değişikliği yapmayı umut ediyoruz. O zamana dek pek çok şeyi de yoluna koymuş olacağız.” cevabını vermiş.
Reid’in; “Türkiye’de bulunduğunuz süre içinde Türk TV’lerinde sizi neler şaşırttı?” sorusuna verdiği cevap da önemli: “Meselâ ABD’de programlar kesinlikle saat başı başlar. İtiraf edeyim ki Türkiye’ye gelmeden önce Thomas Jefferson’un dediği gibi programlar saat başı başlamalı diye düşünürdüm ama İstanbul’da geçirdiğim zaman zarfında Türklerin, Amerikalılar gibi saate bağlı yaşamadığını gördüm. Sizler zamanın geçmesini hazine gibi görüyorsunuz ve sevdiklerinizle vakit geçirmek saatin tik-taklarından çok daha önemli. Bir de Türkiye’ye gelmeden önce her şey çok daha basit görünüyordu. Burada işleri çok daha kolaylıkla halledebileceğimizi düşünmüştüm ama öyle olmadı.”
Nereden nereye, değil mi?
Özel televizyonlar kurulurken, birileri de “Hilal TV” kurma gayretinde iken neler olduydu, niye “Hilal TV” kurulamadıydı sorularına cevap olarak derlediğim “Hilal’i Beklerken” isimli kitabımı elime aldım… Şöyle bir hafıza tazeledim de…
Gördüm ki… Mevcut durumları protesto etmek, yola getirmek için “sarı kurdele” tamam ama… Galiba “sağ” yakalara da birer “siyah kurdele” lâzım! En azından…
03.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|