Adam işten yorgun-argın evine döner. Yemeğini yer, koltuğuna çöker ve gazetesini okumaya başlar. Bu sırada hamur yoğuran hanımı, bir fıkra anlatarak beyini dinlendirmek ister:
“Bey, Hz. İsa’nın keçisi bir gün kaçmış…”
Adam daha da yorgun bir ses tonuyla:
“Hangi birini düzelteyim hanım! Bir kere Hz. İsa (as) değil Hz. Musa (as); keçisi değil, koyunu…”
Geçtiğimiz günlerde (Aralık-2006) Adana Seyhan’da düzenlenen bir konferansa, konuşmacı olarak katılır tarihçi Prof. Dr. İlber Ortaylı. Konuşmasının bir bölümünde Nobel ödüllü Orhan Pamuk hakkında sorulan bir soru üzerine ilginç bir tesbitte bulunur. Şunları söyler:
“Kaleme aldığı bir eserde şöyle bir ifade geçiyor: ‘İmam ikindi namazı saatinde caminin balkonuna çıkarak ikindi ezanını okudu.’ Bu toplumun gerçeklerini, inançlarını bilen her insan bilir ki, bir kere namazın saati olmaz, vakti olur. Saat ayrı, vakit ayrı bir kavramdır. Camilerde balkon yoktur, minarenin şerefesi vardır. Ezanı da imam okumaz, müezzin okur, o da şerefeye çıkmaz, içeriden okur. Bu örnekle de sabittir ki kişiler kendi içinden çıktıkları toplumu bilmeden bir şeyler yapmaya çalıştıklarında doğru şeyler yapmazlar, yapamazlar.
Aslını isterseniz, aydınlar, içinden çıktıkları toplumu tanımamaya Tanzimat’ta başlamış, Cumhuriyet’in kurulmasıyla zirveye çıkmıştı! Cumhuriyetin kurulma aşamalarında M. Kemal, Bediüzzaman Said Nursî’yi Ankara’ya çağırır ısrarla. Gider gitmez, Meclis’in, milletin sosyal yapısına ters yapılanma çalışmaları içinde olduğunu görür. Onları tarih ve psiko-sosyal açıdan uyaran 10 maddelik bir tamim yayınlar. Birkaç maddesi şöyle:
“Enbiyanın ekseri şarkta ve hükemanın ağlebi garpta gelmesi kader-i ezelînin bir remzidir ki, şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir, akıl ve felsefe değil. Şarkı intibaha getirdiniz; fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa, sa’yiniz, ya hebâen gider veya muvakkat, sathî kalır.
“Âlem-i küfür, bütün vesâitiyle, medeniyetiyle, felsefesiyle, fünunuyla, misyonerleriyle âlem-i İslâma hücum ve maddeten uzun zamandan beri galebe ettiği halde, âlem-i İslâma dinen galebe edemedi. Ve dahilî bütün fırak-ı dâlle-i İslâmiye de, birer kemmiye-i kalile-i muzırra suretinde mahkûm kaldığı; ve İslâmiyet metanetini ve salâbetini sünnet ve cemaatle muhafaza eylediği bir zamanda, lâübâliyâne, Avrupa medeniyet-i habise kısmından süzülen bir cereyan-ı bid’atkârâne, sinesinde yer tutamaz. Demek, âlem-i İslâm içinde mühim ve inkılâbvârî bir iş görmek, İslâmiyetin desâtirini inkıyadla olabilir, başka olamaz. Hem olmamış, olmuşsa da çabuk ölüp sönmüş.
“…Harice karşı kazandığınız iyiliği, dahildeki fenalıkla bozmayınız. Bilirsiniz ki, ebedî düşmanlarınız ve zıtlarınız ve hasımlarınız İslâmın şeairini tahrip ediyorlar. Öyle ise, zarurî vazifeniz, şeâiri ihya ve muhafaza etmektir. Yoksa, şuursuz olarak şuurlu düşmana yardımdır. Şeâirde tehavün, zaaf-ı milliyeti gösterir; zaaf ise, düşmanı tevkif etmez, teşcî eder.”1
Birgün divan-ı riyasette, elli-altmış mebus içinde, karşılıklı fikir teatisinde, M. Kemal, “Sizin gibi kahraman bir hoca bize lâzımdır. Sizi, yüksek fıkirlerinizden istifade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza dair şeyleri yazdınız, aramıza ihtilâf verdiniz” der.
Bu söz üzerine, Bediüzzaman, birkaç makul cevabı verdikten sonra, şiddetle ve hiddetle iki parmağını ileri uzatarak, “Paşa, Paşa! İslâmiyette, îmandan sonra en yüksek hakîkat namazdır. Namaz kılmayan haindir; hainin hükmü merduddur” der. Fakat Paşa tarziye verir, ilişemez.2
Batıcı aydınlar cephesinde değişen bir şey yok! İşte 80 küsür yıllık hatalar zinciri. Hangi birisini düzeltelim?
Dipnotlar: 1. Mesnevî-i Nuriye, s. 86.; 2. Tarihçe-i Hayat, 127-128.
08.12.2006
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|