|
|
Davut ŞAHİN |
Dönem dizileri |
|
Gençler yakın tarihi, dizilerden öğreniyor.
“Çemberimde Gül Oya”yla başlayan furya (Kanal D), “Hatırla Sevgili”yle (atv) devam ediyor.
Eski Başbakanlardan Adnan Menderes’li yılları anlatan Hatırla Sevgili’de her ne kadar biraz saptırılmış da olsa, bir dönem dizisi olma özelliği taşıyor.
Son olarak “Köprü” romanından “esinlenerek” ekrana gelen ve aynı adı taşıyan bir dizi daha var (Star).
Bu dizide Erzincan Valisi Recep Yazıcıoğlu’nun hayatından kesitler sunuluyor. Dedik ya bazen bu dönem dizileri ya saptırılıyor yahut da beklendiği gibi sunulmuyor.
Köprü dizisinin ilk bölümünde, Erzincan İl Genel Meclisi Başkanı Rıdvan Aydemir’den eleştiri geldi.
Diyor ki:
“Erzincan’ın terör ile beraber anılması halkımızı üzmüştür.”
“Diziyi izlerken hangi Erzincan’ı anlattığı hususunda tereddütlerimiz olmuştur.”
“Başbağlar’da terör olayı olduğunda Vali Recep Yazıcıoğlu yaklaşık 230 kilometre uzakta olan Erzincan’ın merkezinde idi. Ne silah seslerini duyabilme şansı, ne de suya girerek tepki verme şansı vardı. Bize göre olaylar ya da şahıslar anlatılırken kıymetlerin alta geçilmesi yanlışı kadar, bir şehrin insanını, kültürünü, dili, giyim kuşam ve davranış biçimleri yükseltilmeye çalışılan değerin ayakların altına alınması da ciddî bir yaklaşım tarzıdır. Erzincan ve geçmişte birlikte olduğumuz valimizin bu kadar değişik olarak sunulması çarpıklığı insanın tarihe olan inancını sarsmaktadır.”
Dönem dizileri yaparken biraz daha hassasiyet gerekiyor.
Yapılan çalışmalar elbet belgesel niteliği taşımıyor.
Ama gençler eğer yakın tarihi öğrenecekse “doğru” öğrenmeli!
Çünkü bu millet “resmî tarih”ten çok çekti.
CANLI TARTIŞMALAR
Türkiye gergin. Ekranlar gergin. Sohbetlerimiz bile neredeyse elektrik yüklü.
Abbas Güçlü’nün hazırladığı “Genç Bakış”ta üniversite öğrencilerinin kameralar önünde kavga etmesi bunun göstergesi (Kanal D).
Bu gerginlik niye?
Basit bir soru... Soruyu beğenmeyen bir başka grup “alkış”la protesto ediyor... ve ardından arbede...
Güçlü, arbedeyi önlemekte “güçsüz.”
Reklâmlar imdada yetişiyor ve yayın devam ediyor.
Nedir bu? Fikre tahammülsüzlük mü, gençlerin “delikanlı”lığı mı?
Bu nasıl “genç bakış”sa?
*
Dedik ya; ekranlar gergin.
Yine bir canlı yayın kavgası... Konuk uzaylı türkücü nam Mustafa Topaloğlu (Dobra Dobra, Kanal D)
Bülent Ersoy’a “bey” diyor Topaloğlu.
“Allah nasıl yaratmışsa kul öyledir” diyor.
“Bir kulağı da olmayabilir, topal da olabilir. Cenâb-ı Hak’kın verdiğine razı olacaksın” diyor.
Ersoy canlı yayına bağlanıyor avazı çıktığı kadar bağırıyor:
‘’Kadınım, kadınım... Türkiye Cumhuriyeti böyle kabul ediyor.”
Topaloğlu da altta kalmıyor, “Devletin değil, Allah’ın yarattığı şekilde tanırım seni!”
Canlı yayında kavgalar işte böyle yaşanıyor.
Söylenenlere bakıldığında Topaloğlu aslında bir gerçeği dile getiriyor.
“Kadın mı, erkek mi?” ne olduğu bilinmeyen şarkıcıların bu piyasada kendine yer edinebilmek için gösterdikleri çabayı daha önce de sanatçı Özdemir Erdoğan dile getirmişti.
Malûm, Zeki Müren’le başlayan bu akımla birlikte, piyasada “cinsiyeti bozuk” şarkıcı modası başlatmıştı.
Topaloğlu, programın bir bölümünde bu gerçeğe şöyle dikkat çekiyor:
“Allah onu erkek olarak dünyaya getirmiş, öyle gidecektir. Ben prodüktörlük yaptım. Şirkete gelen, san’at müziği okuyan sanatçıların hepsi o yolu tercih etmişti. O şekilde okumaya, o şekilde olmaya çalışıyorlardı. Sonra polisler yoldan adam toplamaya başladılar. Onları gördükçe birilerine kızasım geliyor.”
Topaloğlu’dur ne söylese yeridir denilebilir. Ama söylediklerinde “yalan” var mı?
08.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Sivil anayasa |
|
DYP lideri Ağar’ın son dönemdeki orijinal çıkışları büyük ilgi gördü ve geniş destek buldu. Ancak bu destek verilirken, söz konusu çıkışların “içinin doldurulması gerektiği” yönünde bir beklenti de dile getirildi.
Söz gelişi, “Derin devletten kerim devlete geçmeliyiz; daha demokrat, daha özgür, daha sivil bir Türkiye; devlet artık iç tehdit üretmekten vazgeçmeli” gibi söylemlerin ayağının yere basması için, sağlam, tutarlı, kapsamlı projelere dayandırılmaları gerekiyordu.
DYP, “sivil ve demokratik yeni bir anayasa”yı gündeme getirerek, bu beklentiyi karşılama yönünde kayda değer bir adım attı.
Konuyu, uzman bilim adamlarının katıldığı bir panelde tartışmaya açmak suretiyle de, özellikle entellektüel camianın gündemine taşıdı.
Panelistlerden birinin, geçtiğimiz günlerde Kemalizmi eleştirdiği için hışımları üzerine çeken Prof. Dr. Atilla Yayla’nın yakın arkadaşlarından ve bu tartışmada Yayla’ya aktif destek veren liberal görüşlü Prof. Dr. Mustafa Erdoğan olması da dikkat çekiciydi.
İşin gerçeğini söylemek gerekirse, o tartışmada DYP’nin suskun kalmasını yadırgamıştık. Erdoğan’ın panele konuşmacı olarak çağrılması, bu tavrın hayli gecikmeli ve dolaylı da olsa telâfisini amaçlıyor olabilir mi, doğrusu onu da bilmiyoruz.
Ancak her halükârda bu tercihten o anlamda bir mesaj çıkarmak pek yanlış olmasa gerek.
İşin esasına gelecek olursak:
DYP’nin demokratik açılımlarını böyle temel bir meseleye öncelik vererek takviye etmesi, konuya yaklaşım tarzındaki ciddiyetin bir göstergesi sayılmalı.
Çeyrek asırdır yaşadığımız tecrübeler defaatle gösterdi ki, ihtilâl ürünü 12 Eylül anayasası tamamen yürürlükten kaldırılıp yerine demokratik ve sivil bir anayasa ikame edilmediği müddetçe, kalıcı ve istikrarlı bir demokratikleşmeyi sağlamak mümkün değil.
Bunu, AB’nin yakın ve ısrarlı takibiyle gerçekleştirilen reformların yetersiz kalmasında da açıkça gördük. Anayasadan kaynaklanan engelleri bertaraf etmeden yapılan reformlar mutlaka bir yerde tekliyor, tökezliyor ve tıkanıyor.
Aslında DYP, daha yola çıktığı ilk günlerden itibaren bu gerçeğin farkındaydı. Gerek Demirel, gerekse Çiller dönemlerinde, yeni, demokratik ve sivil bir anayasaya öncelikler listesinin ilk sırasında yer veren demokratikleşme programlarını hep gündemine aldı. Ama değişik sebeplerle neticeye ulaştıramadı.
Ağar’ın anayasa atağı, bu cihetiyle, yarım kalmış çok önemli bir projeyi bu kez tamamlama iradesini yansıtan bir girişim niteliğinde.
Bir başka yönüyle ise, 3 Kasım öncesinde halktan anayasayı değiştirebilecek bir güç isteyen, buna çok yakın bir desteği alan ve hattâ bir ara Meclis içi transferlerle bu çoğunluğu da yakalayan AKP’nin buna rağmen kullanamadığı ve kaçırdığı tarihî bir fırsata şimdi DYP’nin talip olduğu anlamına geliyor.
Aslında AKP’nin mâlûm sebeplerle yapamadığını DYP fazla zorlanmadan yapabilecek konumda.
Çünkü arkasında, Türkiye’nin demokratik dönüşümünde çok önemli ve değerli katkıları bulunan DP-AP tecrübesinin pozitif birikimi var. Ve sırtında, AKP’nin taşıdığı türden kamburlar yok...
08.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Maneviyatsız hiçbir şey olmaz |
|
Mazhar-Fuat-Özkan üçlüsünün ‘Mazhar’ı Mazhar Alonson, san’at dünyasında pek de alışık olunmayan tesbitler dile getirmiş. Gerçi son zamanlarda gerek san’at ve gerekse ilim dünyasından ‘gerçekler’i dile getirenlerin sayısında bir artış var, ancak yine de Alonson’un tesbitleri orjinal kabul edilmeli.
Beş defa ‘umre’ye giden Alonson, Medine’de ‘şiir/şarkı sözü’ yazdığını da açıklayarak şöyle demiş: “Medine’de Peygamberimizin kabrinin olduğu yer insana müthiş manevi lezzet, huzur, heyecan veren bir yer. Ve fırsat olsa keşke her zaman giderim Peygamberi ziyarete. İslâmın Woodstock’ı gibi. Her renk insanı görüyorsun. (...) 40 kişilik kavuniçilerle bir Afrikalı Müslüman kabile geçiyor yanından. Endonezyalılar bambaşka giyinmiş, kafile halinde geçiyorlar. O zaman çok güzel, rengârenk bir tablo çıkıyor ortaya.” (Nokta, 23-29 Kasım 2006)
Mekke ve Medine’yi görmüş bir ‘hacı’ olarak, Alonson’un Medine tasvirine şehadet edebiliriz. Gerçekten de Mekke ve Medine’ye gidip, oranın manevî havasından etkilenmemek mümkün değil.
“Ben maneviyatsız hiçbir şey olmaz diyorum bir kere, o kadar” diye devam eden Alonson, “Bir insanda maneviyat yoksa zor, Allah işini gücünü rast getirsin. Zordur yani” şeklinde konuşmuş.
“Politikayla ilgilenmiyorum. Magazinle de ilgilenmiyorum. Gece kulüplerine gidip de magazincilere yem olmuyoruz” şeklinde konuşan Alonson, bazılarına garip gelecek bir ‘sır’rını da açıklamış: Hayatında hiç arabası/otomobili olmamış.
Yaşının ilerlemesinden/ihtiyarlamaktan da şikâyetçi olmadığını ifade eden Alonson, ‘umre’ye gitmesini garip karşılayanlara şöyle diyor: “Ben ilk 1994’te gittim umreye. 4 kere gitmişim. 10 yıl olmuş, bir daha gitmişim. E bunun artık ‘kafama saksı düştü de yeni hidayete erdim’ gibi algılanmaması lâzım. Ve bir san'atçı olarak daima söylüyorum, nasıl ki Hindistan’a, oraya buraya gidiyoruz, Hicaz’a, yani Mekke’ye, Medine’ye gitmek de normaldir.”
Alonson, ‘irtica’ya da farklı bir yorum getiriyor: “İrtica ‘geriye dönüş’ mü demek? E geriye döndüğümüzde de hiç mi güzel bir şey yok kardeşim?”
San’at dünyasının çok tartıştığı ‘telif/korsan CD’ler konusunda da farklı konuşmuş Alonson: “Bence müzikte Marksist devrim gerçekleşti. İşte, müzik bedava oldu. Korsan CD’ler sayesinde. ‘Hava bedava, bulut bedava.’ Müzik de öyle. Olması da gerekirdi aslında. Benim müziğim de, bugün karşılığını alamıyorum, ama çok memnunu içimden. Müzik bedava olmalı! ([hakkınızı] Helâl ediyor musunuz?) Helâl ediyorum!”
Kendisiyle görüşen Nokta muhabirine, “Çok teşekkür ederim, aptal aptal magazin soruları sormadın, kendimi san'atçı gibi hissettim. Bana san'atçı muamelesi yaptın” diyen Alonson, “Dünyada da bir mecburen mecburiyettenlik vardır; Türkiye’de dublesi vardır. Yani birçok şeyi de hem söyleyemezsin, konuşamazsın, böyle tabu şeyler vardır” şeklinde konuşmuş.
Alonson’a, “tabusuz Türkiye”de, ‘manevî iklimler’ yolculuğu dileyelim.
08.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Kardeşlik ufku |
|
İslâmın emir ve yasakları insanın sadece ahiretini değil, dünyasını da Cennete çevirir. Huzur dolu bir atmosfer içinde yaşamasını sağlar. Daha ahirete gitmeden Cennet zevkini yaşamaya başlar insan. Kişi bunu imanının kuvveti derecesinde hisseder.
Bunun yolu ise hiç şüphesiz dini öğrenmek ve yaşamaktan geçer.
Bunlar birer vitamin ve ilâç gibidir. İnsan gerekli vitamini alırsa kolay kolay hastalığa yakalanmaz. İlâç kullandığında da hastalıktan kurtulur.
Onun için mü’min herbiri birer manevî vitamin ve ilâç hükmünde olan dinin emir ve yasaklarını öğrenme ve bunları uygulama gayreti içinde olur.
İşte bu, mutluluk atmosferini sağlayan kurallardan birkaçı. Allah Resûlü (a.s.m.) buyuruyorlar ki: “Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona haksızlık etmez. Tehlikeli bir durumda kalsa onu yalnız bırakmaz.
“Kim bir Müslüman kardeşinin ihtiyacını karşılarsa, Allah da onun ihtiyacını karşılar. Kim bir Müslümanın üzüntüsünü giderirse, Allah da Kıyamet Günü onun ayıbını örter.”1
Allah Resûlünün (a.s.m.) herbiri ihya edici birer hakikat olan emirlerine uymayı hayat gayesi edinen Sahabe bu hakikatlere canla başla sarılıyor, en tehlikeli anlarda bile kardeşliğin gereğini yerine getiriyorlardı. Onlar biliyorlardı ki kendisi için istediğini diğer bir mü’min kardeşi için de istemedikçe tam inanılmış olunmazdı. Yine biliyorlardı ki, kişi mü’min kardeşinin yardımına koştukça Allah da ona yardım ederdi.
Onlar yine kardeşliğin gereği olarak kardeşlerine aslâ zulmetmiyor, hak ve hukuklarını çiğnemiyor, tehlikeli bir anda onu tek başına bırakmıyorlardı. Ölüm anında bile belki içeceği bir yudum suyla hayatını kurtarabilecekken, su isteyen diğer bir kardeşini kendi nefsine tercih ediyor, suyu kendi içmeyip kardeşini tercih ediyordu.
İşte bunun içindir ki onlar yücelmiş, yükselmiş, rıza-yı İlâhîyi yakalamışlardı.
Bir an için düşünün, siz maddeten veya mânen müthiş bir sıkıntı içindesiniz. Birisi gelse derdinize merhem sürse, sıkıntılarınızı giderse, rahatlatsa ne kadar sevinir, mutlu olursunuz.
Siz de böylesine bir sıkıntı içinde olan kardeşinizin yardımına koşabiliyorsanız, hadis-i şerifin ifadesiyse Allah da böyle bir anda sizin bir vesileyle ihtiyacınızı karşılayacaktır. Siz birilerinin üzüntüsünü gidermişseniz, Allah da en dehşetli mahşer gününde sizi üzüntüden, rezil rüsvay olmaktan kurtaracaktır.
İşte İslâm kardeşliği, kardeşlik ufku!
Dipnotlar: 1- Buharî, Mezalim: 3; Müslim, Birr: 58.
08.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Toplumumuzu doğru tanıyalım |
|
Adam işten yorgun-argın evine döner. Yemeğini yer, koltuğuna çöker ve gazetesini okumaya başlar. Bu sırada hamur yoğuran hanımı, bir fıkra anlatarak beyini dinlendirmek ister:
“Bey, Hz. İsa’nın keçisi bir gün kaçmış…”
Adam daha da yorgun bir ses tonuyla:
“Hangi birini düzelteyim hanım! Bir kere Hz. İsa (as) değil Hz. Musa (as); keçisi değil, koyunu…”
Geçtiğimiz günlerde (Aralık-2006) Adana Seyhan’da düzenlenen bir konferansa, konuşmacı olarak katılır tarihçi Prof. Dr. İlber Ortaylı. Konuşmasının bir bölümünde Nobel ödüllü Orhan Pamuk hakkında sorulan bir soru üzerine ilginç bir tesbitte bulunur. Şunları söyler:
“Kaleme aldığı bir eserde şöyle bir ifade geçiyor: ‘İmam ikindi namazı saatinde caminin balkonuna çıkarak ikindi ezanını okudu.’ Bu toplumun gerçeklerini, inançlarını bilen her insan bilir ki, bir kere namazın saati olmaz, vakti olur. Saat ayrı, vakit ayrı bir kavramdır. Camilerde balkon yoktur, minarenin şerefesi vardır. Ezanı da imam okumaz, müezzin okur, o da şerefeye çıkmaz, içeriden okur. Bu örnekle de sabittir ki kişiler kendi içinden çıktıkları toplumu bilmeden bir şeyler yapmaya çalıştıklarında doğru şeyler yapmazlar, yapamazlar.
Aslını isterseniz, aydınlar, içinden çıktıkları toplumu tanımamaya Tanzimat’ta başlamış, Cumhuriyet’in kurulmasıyla zirveye çıkmıştı! Cumhuriyetin kurulma aşamalarında M. Kemal, Bediüzzaman Said Nursî’yi Ankara’ya çağırır ısrarla. Gider gitmez, Meclis’in, milletin sosyal yapısına ters yapılanma çalışmaları içinde olduğunu görür. Onları tarih ve psiko-sosyal açıdan uyaran 10 maddelik bir tamim yayınlar. Birkaç maddesi şöyle:
“Enbiyanın ekseri şarkta ve hükemanın ağlebi garpta gelmesi kader-i ezelînin bir remzidir ki, şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir, akıl ve felsefe değil. Şarkı intibaha getirdiniz; fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa, sa’yiniz, ya hebâen gider veya muvakkat, sathî kalır.
“Âlem-i küfür, bütün vesâitiyle, medeniyetiyle, felsefesiyle, fünunuyla, misyonerleriyle âlem-i İslâma hücum ve maddeten uzun zamandan beri galebe ettiği halde, âlem-i İslâma dinen galebe edemedi. Ve dahilî bütün fırak-ı dâlle-i İslâmiye de, birer kemmiye-i kalile-i muzırra suretinde mahkûm kaldığı; ve İslâmiyet metanetini ve salâbetini sünnet ve cemaatle muhafaza eylediği bir zamanda, lâübâliyâne, Avrupa medeniyet-i habise kısmından süzülen bir cereyan-ı bid’atkârâne, sinesinde yer tutamaz. Demek, âlem-i İslâm içinde mühim ve inkılâbvârî bir iş görmek, İslâmiyetin desâtirini inkıyadla olabilir, başka olamaz. Hem olmamış, olmuşsa da çabuk ölüp sönmüş.
“…Harice karşı kazandığınız iyiliği, dahildeki fenalıkla bozmayınız. Bilirsiniz ki, ebedî düşmanlarınız ve zıtlarınız ve hasımlarınız İslâmın şeairini tahrip ediyorlar. Öyle ise, zarurî vazifeniz, şeâiri ihya ve muhafaza etmektir. Yoksa, şuursuz olarak şuurlu düşmana yardımdır. Şeâirde tehavün, zaaf-ı milliyeti gösterir; zaaf ise, düşmanı tevkif etmez, teşcî eder.”1
Birgün divan-ı riyasette, elli-altmış mebus içinde, karşılıklı fikir teatisinde, M. Kemal, “Sizin gibi kahraman bir hoca bize lâzımdır. Sizi, yüksek fıkirlerinizden istifade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza dair şeyleri yazdınız, aramıza ihtilâf verdiniz” der.
Bu söz üzerine, Bediüzzaman, birkaç makul cevabı verdikten sonra, şiddetle ve hiddetle iki parmağını ileri uzatarak, “Paşa, Paşa! İslâmiyette, îmandan sonra en yüksek hakîkat namazdır. Namaz kılmayan haindir; hainin hükmü merduddur” der. Fakat Paşa tarziye verir, ilişemez.2
Batıcı aydınlar cephesinde değişen bir şey yok! İşte 80 küsür yıllık hatalar zinciri. Hangi birisini düzeltelim?
Dipnotlar: 1. Mesnevî-i Nuriye, s. 86.; 2. Tarihçe-i Hayat, 127-128.
08.12.2006
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Sadâkat fukarası, köpek zengini bir toplum |
|
Köpeklere yakıştırılan en bâriz vasıf "sadakat"tir.
Bu vasıf, aynı zamanda en yaygın olanıdır ki, dünyanın her yerinde kullanılıyor.
Evet, köpek sâdıktır ve her halükârda sahibine sadakatla bağlanan, ona vargücüyle hizmet eden bir hayvandır.
Yani, sahibi iyi kimse olsa da ona hizmet eder, kötü kimse olsa da.
Kezâ, sahibi yufka yürekli bir vejeteryen olsa da ona bağlı kalır, gaddar mı gaddar, inafsız mı insafsız bir avcı olsa da...
Hâsılı köpek, dürüst ve sadık olana da, yamuk ve hain olan kimseye de tam bir "sadakat" içinde hizmet eder.
Bütün bunlar bize gösteriyor ki, sadık olan köpek, her zaman için doğruya, güzele ve iyi olana hizmet etmiyor. Meselâ, "insafsız avcı" için yaptıkları gibi...
Namık Kemâl, "Hürriyet kasidesi" isimli şiirinin bir mısrasında "Köpektir zevk alan, sayyâd–ı bîinsafa hizmetten" demesiyle, bu gerçeği nazara veriyor.
* * *
Köpeğin sahiplenmesi ve kullanım maksadı noktasında, geçmiş zaman ile günümüz arasında da çok büyük farklar var. Eskiden, daha çok çobanlar, hayvan sürüsü olanlar beslerlerdi. Kurt gibi yırtıcı hayvanlara ve hırsızlara karşı hayvanlarını koruyabilmek için...
Günümüzde ise, daha ziyade süs, özenti, kendini koruma ve bilhassa "sadakat boşluğunu doldurma" gibi maksatlarla köpekler beslenir oldu. (Emniyet, asayiş, uyuşturucu bulma maksatlı olanlar bahsimizden hariçtir.)
Tabir câizse, insanlarla köpekler aynı alanı paylaşmaya, yani içiçe yaşamaya başladı. İşte bu durum, evvelâ hijyenik/temizlik açısından pek büyük bir risk taşıyor. Siz ne kadar terbiye ederseniz edin, o hayvan tabiatı gereği yine pisliğe bulaşan bir hayvandır. Meselâ, park ve kaldırım gibi yerlerde yürürken, gördüğü her pisliği koklamaya yönelir.
Bir diğer husus, ikamet mahallerindeki köpekler, gerek etrafı pislemekle ve gerekse sürekli havlamakla komşuları şiddetle rahatsız eder.
5 Aralık günkü yazısında bu noktayı nazara veren Vatan yazarı İclal Aydın, kendi üslûbunca şu serzenişte bulunuyor: "Sitedeki onlarca köpeğin sabaha karşı başlayan ve günün ilk ışıklarına kadar süren 'kendi aralarındaki tartışmaları' beni öyle bezdirdi ki, herhangi birini gördüğümde yüzlerine bakasım gelmiyor."
Köpeklerin evlerde, apartmanlarda yaygınlaşmasının en önemli sebebi de, "sadakat fukarası" bir toplum haline gelmemiz olsa gerektir.
Eşler arasındaki sadakat duygusu, alabildiğine zaafa uğradı. Ama, insanlar yine de sadakat görmeye muhtaç. Aynı hayatı paylaştığı bir insandan bu sadakati göremeyen eşler, çareyi "sadık hayvan" olan köpeğe yönelmekte buluyor.
Bu hayat tarzı, önce Avrupa'da meydan aldı. Nice zamandır Türkiye'de de yaygınlaşmaya başladı.
Evet, maalesef bizim toplumumuzda da sadakat fukaralığı ziyedeleştikçe, köpek zenginliğimiz artmaya başladı. Tıpkı, boşanmalar ziyadeleştikçe, aşk şarkılarının artması gibi...
Günün Tarihi
İstiklâl Mahkemelerinin ceberut kararları
8 Aralık 1923: Ankara'dan sonra İstanbul'da İstiklâl Mahkemeleri kuruldu.
İlk başta, Millî Mücadeleye karşı gelenleri, işgalcilerle işbirliği yapanları, vatana ihanet edenleri yargılamakla görevlendirilen bu mahkemeler, daha sonra Cumhuriyet'e muhalefet edenleri ve bilhassa "ilke ve inkılâplar"a karşı gelenleri, (hatta, karşı geldiği varsayılanları da) âcilen cezalandırmaya yöneldi.
Sayısız derecede insanın canını yakan, pekçoğunu idam ettiren bu mahkemelerin meşrûluğu 80 yıldır tartışılıyor. Bir umumî kanaat henüz hasıl olmadığı için, aynı tartışmanın bir süre daha devam edeceği anlaşılıyor.
Mahkemenin üç Ali'si
İstiklâl Mahkemeleri, verdiği acımasız ve ceberrut kararları yanı sıra, özellikle üç Ali'siyle de meşhûrdur. Bunlar, Reis Kel Ali, Rize mebusu Ali, Kılıç Ali ve savcı Necip Ali'dir. Bunların dışında bir de Aydın mebusu Reşid Galip vardı.
İstiklâl Mahkemelerinin kuruluş tarihi, 31 Temmuz 1922'dir. Kànun no: 29.
Meclis tarafından kurulan ve icrası da yine Meclis tarafından yürütülen bu mahkeme için düzenlenen kànun metni ise, tam tamına 16 maddeden müteşekkil. Bu 16 maddelik kànun metni içinde, bilhassa Kurtuluş Savaşı esnasında asker kaçaklarını, talan ve çete faaliyetinin engellenmesi de yer alıyor.
İstiklâl Mahkemeleri, aynı zamanda gezici mahkemelerdi. Ankara'da faaliyette bulunduğu gibi, İstanbul'a, İzmir'e, Diyarbakır'a, Erzurum'a da giderek faaliyetini aynen sürdürebiliyordu.
Olağan üstü, hatta hukuk üstü yetkilere sahipti. Gittiği yerde, süratli şekilde yargılama yapan bu mahkemelerin kararları genellikle kesindi. Yani, temyizi yoktu ve kararın infazı da derhal yapılmaktaydı. Öyle ki, bazan kişiyi idam eder, sonra yargılar; bazan da ölmüş kişiyi mezarından çıkarttırıp cezalandırırdı.
Son üç yıl
1927'de kapatılan İstiklâl Mahkemelerinin özellikle son üç yılı, daha ziyade şapka ve kıyafet devrimi gibi yeni inkılâplara karşı gelen, M. Kemal'e karşı sûikast girişiminde bulunuan (hayalî İzmir sûikastı gibi) ve yeni rejime muhalefet ettiği öne sürülen kişileri cezalandırmakla geçmiştir.
Önemli bir diğer husus, çeşitli yerlerde kurulan ve sayısız insanı cezalandıran bu mahkemelerde görev yapan kişilerin, ekseriyetle hukuk adamı olmaması gerçeğidir.
Hakikaten, bu mahkemeler için tesbit edilen kişilerde, hukuk ehliyetinden ziyade, gaddarlık ehliyeti aranmış ve atamalar da ona göre yapılmış.
Hukuk tahsili yapmış kimselerin vicdan rahatlığı içinde çalışmasına, maalesef daha sonraki dönemlerde de zaman zaman müsaade edilmediği anlaşılıyor. Özellikle darbe dönemlerinde...
08.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Halil USLU |
Müjdeci ve müjdeler |
|
Büyük dünya ailesinin ve İslâm dünyasının büyük bir kesimi müjdeden mesrur ve memnun oluyor, buna mukabil bazı kişi ve kişiler müjdeden rahatsız oluyorlar. Uzun yıllardan beri, hizmet sahasında ve vatan sathında nereye gitsem ve nerede konuşsam, mutlaka sonuçta ve konuların son bölümlerinde müjdeler geçiti olmuştur. Bu müjdelerden dolayı yüzüme karşı mertçe tenkit edenler olduğu gibi, dış çevrede tenkit edenler de vardır. Tımarhaneleri, cezaevlerini, hastahaneleri ve huzur evlerini ziyaret ettim, bu yerlerin bazı mekânlarında da seminer ve konferanslar verdim. O yerlerin tümünde müjdelerden sevindiler, inşirah buldular ve sevinç gözyaşları döktüler, sair mekânlar da böyle. Müjde yeni bir kapı...
Esâsında müjdenin kaynağı ve özü, sevgililer sevgilisi, güneşler güneşi, Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm) Efendimizdir. Çünkü başta Kur’ân-ı Kerim’in İsrâ Sûresinin 105. âyetinde Hz. Allah “Kur’ân’ı hak olarak indirdik, seni de müjdeci olarak gönderdik” buyuruyor. Yine Hz. Allah hadis-i kudsîde, Habibine (asm) hitaben “Sen olmasan kâinatı yaratmazdım” buyuruyor. Bununla ilgili olarak aruz vezinli şiirinde Akif-i Sânî Ali Ulvi Kurucu merhum diyor ki: “Matem tutardı gökler, gülmezdi hiç melekler / Mahzundu Arş-ı A’lâ, levlâke Ya Muhammed (asm)”
Hz. Bediüzzaman, Mektûbât isimli eserinin 16. işaretindeki tesbitte diyor ki: “..Yine İncil-i Yuhanna, On Altıncı Bab ve yedinci âyeti şudur: ‘Amma ben size hakkı söylüyorum. Benim gittiğim, size faydalıdır. Zira ben gitmeyince tesellici size gelmez.’ İşte, bakınız: Reis-i Âlem ve insanlara hakikî teselli veren, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’dan başka kimdir? Evet, Fahr-i Âlem odur ve fâni insanları idam-ı ebedîden kurtarıp teselli veren odur. Hem İncil-i Yuhanna, On Altıncı Bab, on birinci âyet: ‘Zira bu Âlemin Reisinin gelmesinin hükmü gelmiştir.’ İşte, ‘Âlemin Reisi’ elbette Seyyidü’l-Beşer olan Ahmed-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır.”
İşte böyle bir tesellici ve müjdeci Peygamber (asm) “Zorlaştırmayın kolaylaştırın, nefret ettirmeyin müjdeleyin” fermanı ile biz ümmetine bir yol ve irşad haritası çiziyor. Hz. Peygamberin (asm) her mübarek sözünün altında, mutlaka, bir değil binlerce sır ve hikmet; sosyal hayatımıza bakan sayısız çıkış ve ümit yolları vardır. 2006 yılının Mayıs’ında Almanya’daki arkadaşlarımızın dâveti üzerine Almanya idik. Köln ve Münih şehirlerindeki konferansımızın konusu “Bediüzzaman’dan Çağımıza Müjdeler” idi. Konferansımıza katılan “Avusturya Mektubu” köşesiyle Türkiye’mize makaleler gönderen benim şair kardeşim Sn. Mikail Yaprak, benim için makalesinde “müjdeci” vasfını kullanmış. Kendisine bazı kişiler “Müjdeci ancak peygamberler olur” itirazında bulununca, bu müjde makalesini yazmaya mecbur kaldım. Çünkü bu emri Hz. Peygamber Efendimiz (asm) vermiş. Onun bu sünnetini içtimâî hayatta yerine getiriyoruz. Hz. Mevlânâlar, Hz. Şâh-ı Geylâniler ve Hz. Bediüzzamanlar hep müjdeciler...
Bu mübarek Ramazan ayında Alman Cumhurbaşkanı, Almanya’daki Müslüman kardeşlerimizin iftar yemeğine katılmış; bunu niye müjde olarak vermeyelim? Bir ay önce Yunanistan Parlamentosu, Kültür ve Eğitim Komisyonunun Atina’nın merkezinde cami inşa edilmesiyle ilgili kanun tasarısını oy çokluğuyla kabul etti; bunu müjde olarak niye konuşmayalım. Dünyaca meşhur eski ateist Dr. Richard Dawkins, bu ay içinde verdiği beyanatta “İnsan vücudundaki genlerin harekâtı Allah’ın mucizesidir” dedi. Bütün ateistleri sarsan bu beyanı, niye müjde olarak vermeyelim. Yine bu ay içinde Rusya’da uzun yıllardır manastırda yaşayan Keşiş Kiselyov, internette İslâmî sitelerdeki kitapları okuyunca Müslüman oldu ve Mikâil ismini aldı. Bunu niçin müjde olarak vermeyelim? Ve Hz. Peygamber Efendimizin (asm) “Müjdeleyin!” emrini, âlem çarşısında niye yerine getirmeyelim? Niye konuşmayalım ve niye koşmayalım?
08.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kısa kısa |
|
Acele rumuzuyla soran okuyucumuz: “Kurban alırken satıcı ‘Kurbanı al kes. Kestikten sonra derisi ve kellesi senin. Gerisi kaç kilo gelirse kilosu şu paradan ödersin’ derse olur mu? Böyle alınıp kesilen kurban caiz olur mu?”
Alış verişte tereddüt doğuracak ve ihtilâf sebebi olacak ifadeler kullanılmaz. İfadeler net ve kesin olmak ve hile ve aldatma olmamak şartıyla, alıcı ve satıcının üzerinde anlaştığı şartlarda ve şekilde piyasa şartlarında satım ve alım işlemi yapılabilir.
Bahsettiğiniz alış veriş biçiminin, kurbanlık alırken yaygın biçimde ve güvenle uygulandığı, hile unsuru taşımadığı ve alıcının da, satıcının da güvenerek memnun kaldığı bir alış veriş biçimi olduğu görülmektedir. Kurbanlığı bu usûl ile almakta sakınca yoktur.
***
Gebze’den okuyucumuz: “Boynuzu küçük iken kökten yakılarak kesilmiş ve busebep bundan sonra artık boynuzu çıkmamış hayvan kurban edilir mi?”
Boynuzu doğuştan olmayan hayvan kurban edilir. Fakat var olan boynuzu kökten yakılarak kesilmişse, bu bir kurban kusurudur. Boynuzunun yarıdan azında kırıklık veya kesiklik olsaydı, bu kurban için kusur sayılmayacaktı. Fakat boynuzu yarısından veya daha fazlasından, ya da sizde olduğu gibi kökünden kesilmiş olursa kurban olarak kesmemek lâzım. Hazret-i Ali (ra) ve Hazret-i Said bin el-Müseyyeb (ra), Peygamber Efendimiz’in (asm) boynuzunun yarısı veya yarıdan fazlası kırık hayvanın kurban edilmesini yasakladığını bildiriyorlar.1
***
İzmir’den okuyucumuz: “Geçen sene hacca yazılmıştım. Bu sene çıktı. Fakat benim bu sene hacca gitmeye gücüm olmadığından çocuklarım bir araya geldiler ve benim hac masraflarımı karşıladılar. Bu durumda hacca gidebilir miyim? Gidebilirsem yaptığım haccın hükmü nedir? Sünnet mi, vacip mi, farz mı? Yani yaptığım haccı hangi hükümde yapacağım?”
Kur’ân gücü yetenlerin haccetmesini farz kılıyor. Âyet şöyledir: “Orada apaçık nişaneler, (ayrıca) İbrahim’in makamı vardır. Oraya giren emniyette olur. Yoluna gücü yetenlerin o evi haccetmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır.”2
Siz bildirdiğiniz üzere, geçtiğimiz yıl hacca güç yetiriyordunuz ve hacca yazıldınız. Ve o yıl çıkmadı; bu yıl çıktı. Fakat siz bu sene yaptığınız başka mücbir harcamalar nedeniyle hacca güç yetirecek durumda değilsiniz. Tam bu anda da elinizden çocuklarınız tuttu. Allah o çocukların tuttuğunu iki cihanda altın etsin ki, babalarına ibadet hususunda yardım etmişler. Ne âlâ! Ne göz yaşartıcı bir yardımlaşma!
Bu durumda siz, âyetin bildirdiği şekliyle, hacca “güç yetirebilmiş” olmaktasınız ve zaten de çıkmış olan haccınızı farz hükmünde edâ edeceksiniz. Allah kabul etsin. Âmin.
***
İsim belirtmeyen okuyucumuz: “Telefon mesajlarında bir duâ geziyor. Duânın sonunda, ‘Bu mesajı sen de yedi kişiye gönder. Güzel bir haber alacaksın. Lütfen bu mesajı dikkate al. Mesaj Mekke’deki hacıdan geldi. Bu mesajı alan yedi kapıya dağıtmış, zengin olmuş. Fakirin eline geçmiş, inanmayıp atmış, evi yanmış. Bu duâ kime gelirse mutlaka yedi kişiye göndersin’ diye yazıyor. Bunlara inanmak doğru olur mu?”
Böyle gelen mesajları silip yok etmek ve müsebbiplerini Allah’ın rahmetine havale etmekten başka tavsiye edecek bir şey bulamıyorum. Bir defa burada duâ değil, bedduâ üslûbu var. Ve bu üslûp duâ ruhuna aykırı düşüyor. Hiç kimse, hiç kimseye suçsuz yere bedduâ yapma hakkına sahip değildir. Yaptığı bedduâ kendine döner.
***
İsim belirtmeyen okuyucumuz: “İhramlı iken Mina’da (Arafat vakfesinden önce) hanımıyla cinsel temas kuran birisinin haccı zarar görür mü?”
İhram, hacca niyet ederek, aslında helâl olan bazı davranışları ihram süresi içinde kendisine haram kılmak demektir. İhram, haccın üç farzından birisidir. Haccın diğer iki farzından birisi Arafat’ta vakfe yapmak, diğeri de Kâbe’yi ziyaret tavafı yapmaktır.
Bu sebeple ihram giymekle hac başlamıştır. Diğer iki farzı da yapınca haccın ana omurgası yerine gelmiş olacaktır. Bu sebeple bu üç farzı yerine getirmeden şiddetli bir hac yasağı çiğnenirse, hacca zarar verilmiş olur.
Arafat vakfesinden önce, ihram giyilmiş olduğu halde Mina’da eşiyle cinsel temasta bulunan bir kişi eşiyle birlikte haccını bozmuş olur. Çünkü Kur’ân bunu şu âyetle yasaklıyor: “Hac, bilinen aylardadır. Kim o aylarda hacca niyet ederse (ihramını giyerse), hac esnasında kadına yaklaşmak, günah sayılan davranışlara yönelmek, kavga etmek yoktur.”3
Haccını bozan bir kimse bilâhare (sonraki yıllarda) haccını kaza eder. Ve bu kaza haccı esnasında bir koyun veya keçi kurban eder.
Dipnotlar: 1- Nesâî, Kurban, 12 2- Âl-i İmran, 97 3- Bakara Sûresi: 197
08.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Papa ve özgürlük |
|
Elbette kendimizi kandırmanın bir alemi yok. Ama buna mukabil, boşuna kuruntulara düşmenin de kimseye bir yararı bulunmuyor. Beklenti çıtasını yükselttikçe hayal kırıklığı o oranda büyüyecektir. Şunu bilmeliyiz ki, kavramlar da hizipçilerin elinde hizipçi oluyor. Laiklik kavramının laikçi birinin elinde laikçi bir kimliğe bürünmesi gibi. İslam da alt temsil gruplarının birinin elinde o mahiyette anlaşılıyor. Bu bağlamda, başkaları için özgürlük olan bir şey bizim açımızdan aynı anlama gelmeyebilir. Bazen tersi de olabilir. Binaenaleyh özgürlük kavramı zaviyeden zaviyeye değişecektir. Bundan dolayı her özgürlük eylemcisinin illa da bizim özgürlüğümüzü de istediğini veya istemesi gerektiğini varsayamayız.
Özgürlükler dünya veya ahiret görüşüne göre değişir şekillenir. Aksini iddia, eşyanın tabiatına aykırı olur. Onların özgürlüğü bizim için pranga, bizim özgürlük anlayışımız da onlar için farklı manalara gelebilir. Bundan dolayı öncelikli olarak biz de ne istediğimizi bilmeliyiz. Kavramların sınırlarını iyi belirleyeceğiz. Her kavganın arkasında belirlenmeyen ve tayin edilmeyen sınırlar yatıyor. Fiziki alemin de metafiziki alemin de kavgasının temeli bu sınırlar ayrımıdır. Bu çerçevede ne kendimizi kandıralım ne de başkalarına haksızlık edelim. Sözgelimi, AB’nin özgürlük tanımı kendi içinde bir olmadığı gibi her zaman da bizim özgürlük tanımımıza paralel olmayabilir. Her zaman bizim özgürlük tanımımız onların özgürlük tanımı sınırları içine giremeyebiliyor. Tersi de doğru olur. Fransa gibi ülkelerin laiklik uygulamasında bile çifte standarta rastlanıyor. Sözgelimi, Frnansa’da Hıristiyanlara yönelik olarak uygulanan geleneksel laiklik anlayışı Müslümanlara gelince makas değiştiriyor. Normalde kilise-devlet ayrımı iken cami-devlet ayrımına veya özerkliğinde ve bağlamında durum keskin bir şekilde farklılaşıyor. Normal uygulamada kimse kimsenin harim-i ismetine giremezken durum Müslümanlara gelince İslami kurumlar devletin denetimi altına giriyor. Aslında kimilerine göre bu bile bir lütuf.
Devletin denetim hakkı karşılığında bazı imkânların verilmesi tezine başta Fransız masonları olmak üzere katı laik kesimler karşı çıkıyor. Devlet egemenli laiklik modelini Sarkozy savunuyor. Onun karşısındaki Masonlar ise Müslümanlara hiç hakkı hayat tanımak istemiyorlar.
***
Papa’nın özgürlük anlayışı da kendisini kapsıyor. Hizipçi... ‘Kendisine Müslüman’ denilen cinsten. Türkiye’nin laikliği, onu Katoliklere veya Hıristiyan azınlıklara tanıdığı serbestiyet alanı kadar ilgilendiriyor. Laikliğe sadece azınlıkların dini hürriyetleri zaviyesinden bakıyor. Sözgelimi başörtüsü yasağı furyasında Vatikan’dan kaydadeğer bir ses çıkmadı. Anglikanları temsilen Canterbury Başpiskoposu Rowan William bu hususta ‘ister peçe tak ister haç tak’ diye görüşlerini özetlerken bunun hilafına Vatikan çarşaf takmayı yerel kültürlere ve hassasiyetlere karşı bir saygısızlık ifadesi olarak değerlendirmiştir (“The Vatican has declared that veiling shows disrespected for local cultures and sensibilities” Newsweek, November 27, 2006). Vatikan’ın bu yaklaşımı hafifinden de olsa Straw ve ardından Blair’in ‘peçe bir ayrımcılık unsurudur’ demesine benziyor. Bu bağlamda Ezher Şeyhi Tantavi Danimarka’daki gazetelerin hakaret içeren karikatürler yayınlamasının ardından diyalog adına Kahire’deki Papalık temsilcisiyle Papa’ya ortak bir tavır belirlemeye yönelik bir çağrı mesajı gönderdiğini ama cevap alamadığını söylemektedir (Mecelletü’l Ezher, December, 2006).
Ezher dinler arasında saygı temeli ve hakaretin engellenmesi noktasında inançlar arasında bir mutabakat ve centilmenlik anlaşması teklif ediyor.
***
Dolayısıyla Vatikan’a uzlaşmaya çok açık olmayan, tek yanlı bir özgürlük arayışı ve anlayışı hakim. Türkiye’de iken dini özgürlük olmadığına dair vurgu yapması bekleniyordu. Efes’te üstü kapalı olarak bunu yaptı. Ama Vatikan’a dönüşünde daha açık kondurdu. Ve Türkiye’deki Katoliklerin zor şartlar altında yaşadığını söyledi. Bardakoğlu bu açıklamaya tepki gösterdi.
Türkiye’de laikliğin aşırı yorumunun uygulandığı olaylarla ispat edilmiş ve genel kabul gören bir gerçektir. Bu hususta laiklik ile laikçilik arasında ayrım yapması da yerindedir. Ancak bu ayrımı Müslümanlarla-Katolikler arasında yapması laiklik meselesine hizipçi bir yaklaşımın ürünüdür. İtirazımız bunadır. Aşırı uygulamalara karşı Müslümanların yanında yer alacağı yerde aksine Müslümanlara karşı laiklerin safında yer alabildiğini görüyoruz. Bu da seçici ve hizipçi bir özgürlük arayışıdır. Bu durumda antilaik tutumu da seçici ve aynı zamanda siyasi bir zemin kazanıyor. İstanbul’da kıtasal bakışı küresel bakışla değiştirmiştir. Dileriz laiklik konusundaki seçici ve hizipçi bakışını terk eder, belki umumileştirir. Beklentimiz budur.
08.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Türkiye'nin sürpriz teklifi |
|
Türkiye-AB ilişkilerinin bir süreliğine derin dondurucuya kaldırılmaya hazırlandığı bir sırada geldi Türkiye’nin sürpriz teklifi.
Bir anlamda uzatma dakikalarının sonuna gelirken, başlayan “kontra atak” gibiydi. Önce ünlü haber ajansı Reuters “flaş gelişme” olarak abonelerine duyurdu.
AB dönem başkanı Finlandiya medyasına dayanan ilk bilgiler, Türkiye’nin Rumlara bir üs ve havalimanını açmayı teklif ettiği yönündeydi.Bir ölçüde, karşılıksız taviz çağrışımı yapıyordu.Ancak kısa bir süre sonra sürpriz teklifin diğer ayakları ortaya çıktı.
Ercan Havalimanı ve Magosa limanından doğrudan ticaret şartıyla Türkiye’nin de bir havaalanı ve limanı Rumlara açabileceği teklif edilmişti.
Başbakan Erdoğan’ın Suriye’ye giderken ettiği, “B ve C plânlarımız var” sözünün açılımı bu muydu? “B” ilk sırada geldiğine göre bu teklif Türkiye’nin “B plânı” mıydı? Sorular birbirini takip etti, Türkiye, Brüksel, Finlandiya ve KKTC başta olmak üzere AB başşehirlerini içine alan bir haber takibi başladı.
Bu Türkiye’nin “B plânı”ydı. Peki acaba “C plânı”nda ne vardı?
Bu teklifden müsteşar düzeyinde bürokratların bilgisi yoktu. Hatta bazı bakanlar da bizler gibi ilk kez televizyon ekranlarından duydular teklifi. Tabiî Dışişleri’nin ilgili birimleri hariç. Teklif tamamen siyasî bir karar olarak alınmıştı.
AB ile ilişkilerde 90 dakika boyunca maça asılmayan hatta şike yorumlarına sebep olacak düzeyde havlu atan bir Türkiye vardı. Öyle ki Olli Rehn Ankara’ya kadar gelip, kapımızı çalıp, “Tedbirler alın” diye uyarmasına rağmen biz kılımızı kıpırdatmamış, hatta adamı dövmekten beter etmiştik.
“301. maddeyi değiştirin” dediğinde, görüştüğü Adalet Bakanı tarafından fırçalanmış, üs ve limanlar konusunu ağzına aldığında ise Türkiye’yi sattığına karar verip, bir tek sille tokat göndermediğimiz kalmıştı.
Böylesine agresif bir süreç yaşandığı için Türkiye’nin önerisi beklenenden öte sürpriz oldu.
Yarım saatlik bir işle 301. maddeyi bile değiştirmeye gerek duymayan hükümet, üs ve limanları açmaktan söz ediyordu. Teklifin açıklandığı saatlerde Brüksel’de müthiş bir trafik, Ankara’da ise tam tersi bir sessizlik hâkimdi.
Teklifi bir hafta önce oluşturulmuş, Finlandiya Başbakanı Vanhanen’in Türkiye’yi ziyaretinde kendisine iletilmişti.
Ancak Türkiye sadece bu teklifi gündeme getirmedi. Almanya Başbakanı Merkel ile Fransa Cumhurbaşkanı Chirac’ın buluşmalarında gündem 8 başlıkta müzakerelerin askıya alınmasıyla birlikte 18 ya da 24 ay sonra Türkiye’nin AB üyeliğinin yeniden görüşülmesi teklifi ele alınacaktı. Almanya Başbakanı Merkel’in oluşturduğu teklife Chirac’ın da sıcak tuttuğu biliniyordu. Önce bu önlendi. Merkel-Chirac buluşmasından önce Başbakan Erdoğan’ın Merkel ile yaptığı telefon görüşmesi ile iki lider Türkiye’nin üyeliğinin yeniden görüşülmesini dile getirmediler.
İkinci adım da bu teklifi ile geldi. Tabiî 14 Aralık’taki devlet ve hükümet başkanları toplantısına kadar “C plânı” kapsamında bir üçüncü teklifi beklenebilir.
Türkiye, Kıbrıs konusunda BM’nin referandum teklifini destekleyerek ezberi bozmuş ve bundan hem Türkiye, hem KKTC kârlı çıkmıştı. Kıbrıs konusunda yıllardır uzlaşmaz taraf olarak Türkiye hem elini güçlendirmiş, hem de prestij sağlamıştı.
Şimdi ezber bozucu ikinci bir adım daha atıldı. CHP’li Onur Öymen’in, “Türkiye karşılıksız taviz veriyor,” DYP’li Nüzhet Kandemir ise, “Vahim bir gelişme” demesine rağmen, bu olay Brüksel’deki Coroper toplantısında Türkiye’nin elini güçlendirdi. Öyle ki Rum ve Yunanlıların panik halinde öneriyi reddetmelerine karşın başta Alman Büyükelçi olmak üzere AB’nin önemli ülkelerinden, Türkiye’nin teklifi önemli değerlendirmesi geldi.
Türkiye bir manevra yaptı. Sürpriz teklifi ile AB içindeki Türkiye yanlılarının elini güçlendirirken, Türkiye karşıtı cepheyi böldü. Büyük ülkelerin refleksleri böyle çalışır. Biraz geç kalınsa da, iyi hazırlanmış bir ataktı. Altın vuruş yapıldı, ama altın gol olur mu, izlemek gerekiyor.
Hem Irak’taki gelişmeler sebebiyle ABD, İran ve Suriye üçgeninde zorlu bir müzakere yürütüyoruz, hem de AB cephesinde ise kritik bir sürecin içine girdik…
08.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|