Devletin adaleti mi, güçlünün adaleti mi? (1)
“İstanbul Beykoz’da koruma altındaki ormanı talan eden ve güçlü görünen bir ailenin adaleti mi, yoksa devletin adaleti mi geçerli?” diye sorarsanız, bu memlekette her zaman “güçlünün adaleti”nin geçerli olduğunu, bu olay bir sonuca bağlandığında göreceksiniz.
“Adalet” dendiğinde, herkesin aklına önce “eşitlik” gelir. Bu tabiî ki, kanun önünde eşitlik anlamındadır. Arapça olan “adalet” sözcüğünün esas açılımı ise, “herkese kanunlarla tanınmış olan hakkını vermek, bu hakka ilişmemek ilkesi ya da eylemi” demektir. Bu sebeple, toplumda düzeni sağlamanın yegâne şartı “adalet”tir.
Yüce Yaradan, gönderdiği bütün dinlerde, insanlar arasında birbirlerine karşı adaletli davranmayı şart koşmuş, insanlar da bu sebeple adaleti, yeryüzünde “Allah’ın gölgesi” olarak kabul etmişlerdir. Son ve ebedî din olan İslâm dininin kitabı Kur’ân’daki 12 sûrede yer alan toplam 20 âyette, “adalet”ten söz edilmektedir.(*)
Ne var ki, bir türlü doymayan insanın nefsi, “beşerî adalet” ile Allah’ın adaletini, yani “İlâhî adalet”i, hiçbir zaman örtüştürmemiştir. Toplumda adaleti sağlamakla yetkili ve yükümlü olan devlet de adil olamayınca, insanlar İlâhî adalete teslim olmaktan başka çare bulamamışlardır. Çünkü, bir çok toplum düzeninde devlet, haklının değil de güçlünün yanında yer alınca, toplumda hep “güçlünün adaleti” egemen olmuştur.
TOPLUMDA, “GÜÇLÜNÜN ADALETİ”Nİ
GÖSTEREN SAYISIZ ÖRNEKLER VAR
Bütün toplumlarda, “güçlünün adaleti”ni gösteren sayısız örnekler vardır. Yaşadığımız toplumda ise, bunun örnekleri çok daha fazladır. Düşünün ki, kanun yapanlar bile kanuna uymazsa, uygulayanlar taraflı davranırsa, güçlü olanlar hiçbir zaman haklarına razı olmazsa ve nihayet haklı olup da gücü olmayanlara hak arama kapıları kapanır ya da hak arama zorlaştırılırsa, bu adalet biçimi kuşkusuz ki “güçlünün adaleti” olur.
Aslına bakarsanız, “güçlü adaletli olmaz.” Çünkü, kendileri uymasa da, toplumdaki kuralları hep güçlüler koyar. İşlerine gelmediği zaman yine güçlüler değiştirir. Haklı olup da, gücü olmayanlara ise, bu kurallara sadece uymak düşer.
Devletin otoritesini temsil ettiğim uzun yılları kapsayan memuriyet hayatımda, bunları birebir gördüm ve yaşadım.
Yalnız, şunu unutmamak lâzım ki, hak paylaşımında insan, yaradılışından beri hep bir kavganın içinde olmuştur. İlkel kural şudur; “Ben yiyeyim sen yeme, ya da sen yeme ben yiyeyim.” Yani demek oluyor ki, “Hep ben yiyeyim, sen hep seyret” doymak bilmeyen insan nefsinde, bugün de hiçbir değişiklik olmamıştır.
DEVLETİN GÜCÜ, GÜÇLÜ’YE
ACABA YETİYOR MU?
Bizim ülkemizde yetmediği ortada. Bu günlerde, bu yazıyı yazmama sebep olan canlı bir örnekle karşı karşıyayız. Olay şu; Güçlü görünen bir aile, kurduğu bir şirketi kullanarak, İstanbul Beykoz’daki ormanlık bir alanı ele geçirir. Bunu yaparken, sadece kendi gücünü kullanmaz. Bir takım devlet ve hükümet yetkilileri ile yargı organları temsilcilerini de gücüne katar. Bu iş hatırla değil, tabiî ki menfaatle olur. Ve devletin koruma altındaki ormanlık alanı talan edilir. Ortada “adalet” yok, haksızlık vardır, ama toplumda egemen olan “güçlünün adaleti”dir.
13 yıl önce, dönemin Orman Bakanını da talanın içine katan bu aile, ormanlık alanda kendince iktisap ettiği 2 bin 345 dönümlük araziye, tam 833 villanın yapımını planlar. Daha önce yapılan villalardan, kimilerine göre 13, kendi açıklamasına göre ise, bakana 7 villa verilir. Bir söyleme göre bakan, arazinin % 5’ i, başka bir söyleme göre ise % 11’inin kendisine ait olduğunu söylese de, ormana ait bir arazinin Orman Bakanının mülkü olması, kafaları iyice karıştırır.
Bu aile şirketine verilen ruhsat, arazinin % 6’sına inşaat yapılabileceğini gösterse de aile, arazinin % 96’sını inşaat alanına alır. Bu arada, sıradan vatandaşların başvurusunda kılı kırk yaran Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu, korunması gereken bu ormanı birinci dereceden çıkarıp, üçüncü derece doğal SİT alanına çevirir ve inşaata açar. Kurul üyeleri hakkında daha sonra soruşturma açılsa da, adalet “güçlünün adaleti” olunca, soruşturmadan hiçbir sonuç çıkmaz.
İş bilen ve iş bitiren aile bu talanı yaparken, yargının ve devletin gücünü temsil edenleri, halkın tabiri ile iyice “kafaya alır.”
Önce, bu araziye ait dâvâların görüldüğü Beykoz Adliyesi’ndeki iki savcı ile ilişki kurar. Birinin oğlunu dil öğrenmek için İtalya’ya gönderir. Diğerine ise, “Piyangodan çıktı” diyerek, bir otomobil hediye eder. Bu arada, savcılardan birinin oğlu, bu şirkette işe alınır. Bilinmeyen ya da açıklanmayan diğer ilişkileri ise, işin cabasıdır. Böylece aile, yargıdan istediği kararları çıkartır. Yani, Beykoz Adliyesi’nde görülen konuyla ilgili bütün dâvâlar, daha savcılık aşamasında iken, bu ailenin hep lehine ve “takipsizlik”le sonuçlanır. Gerçi, şikâyet üzerine durum fark edilir, ama Adalet Bakanlığı ne hikmetse, bunun hesabını sormak yerine, savcıların sadece İstanbul içinde yerlerini değiştirmekle iktifa eder. Dedik ya, adalet haklının değil,” güçlünün adaleti”dir.
İş bitiren aile, bu arada Orman Bölge Müdürlüğünün üst yöneticilerinden kimilerini istifa ya da emekli ettirip, yanına alır. Bu arada, dâvâ konusu durumlarda kurulan Bilirkişi Komisyonu’na Başkanlık eden Orman Bölge Müdürlüğünde Yüksek Mühendis olan zatın eşinin, bu şirketin kurduğu bir özel okulda Muhasebe Müdürü olduğu anlaşılır. Ve, Bilirkişi raporu, ailenin lehine çıkar.
Öte yandan, Beykoz Belediyesi’nin verdiği usulsüz inşaat ruhsatına itiraz etmesi gereken Orman Bölge Müdürlüğü’nün iki yetkilisi, süresi içinde bu itirazı yapmayınca, ruhsat kesinleşir ve inşaat başlar. Bu ihmalinden ya da işlediği bu suçtan ötürü görevinden alınan bu iki yetkiliden biri, hemen bu şirkette işe alınır ve bir birimin müdürü olur.
Bu kişilerle şirketin arasında daha sonra ihtilâf çıksa da, hatta mahkemelik bile olsalar, aile duruma daima hakimdir.
Aile, bu kadarla da yetinmez. Bu arada Zonguldak ve Batman’da valilik yapmış olan bir kişiyi de emekli ettirip “danışman” olarak yanına alır. Eşi de bu şirkette çalışmaya başlayan danışman vali, danışmanlık yaparken kısa sürede gayrimenkul zengini oluverir. Valinin geçmişine bakanlar, onun Batman Valisi iken usulsüz silâh alımı yaptığını ve bu alımda büyük bir yolsuzluğa bulaşıp, yargılandığını görür.
(*) Bakara 282, Al-i İmran 18, 21, Nisa 3, 58, 105, 135, Maide 8, 42, Araf 29,159,181, Nahl 76, 90, Enbiya 47, Ahzab 5, Şura 15, Hadid 25, Mümtehine 8, Hucurat 10.
–Devam edecek–
|
Naci AKAY
/ (E.) İstanbul Millî Eğitim Müd
09.12.2006
|
|
Regensburg'un izleri silindi mi?
Bir süredir Papa’nın Türkiye ziyaretine İslâm dünyasının nasıl tepkiler verdiğini takip ediyoruz.
Bu ziyaretin İslâm ülkelerinde istenen derecede yankılar uyandırmasa da kısmen etkili olduğunu müşahade ediyoruz.
Şöyle ki, Papa’ya Regensburg’dan dolayı kızgın olan İslâm dünyası Türkiye’ye yaptığı ziyaret sonrası Papa’nın arayı yumuşatmaya çalıştığını çok net bir şekilde algılamış oldu. Bunu Şam Üniversitesinden değerli dostum Dr. Murad Mevlevi’ye sorduğumda cevabı aynen şu şekildeydi: “Papa yol yapmaya çalışıyor.”
Kendisi, İslâm ülkelerinde yaşayan insanların Papa’nın samimiyetine inanmadığını söylese de, en azından siyasî bir taktik anlamında arayı yumuşatmaya çalıştığına kani olduğunu ifade ediyor. Aynı zamanda İslâm ülkelerinin devlet yetkililerinin bu mesajları doğru bir şekilde anladıklarını ve de Papa’ya önceye göre daha sıcak yaklaştıklarını da sözlerine ekledi.
Şu kadarı var ki; Papa’nın bu ziyareti laik bir ülke olan Türkiye’ye yapmış olması bazı Müslüman ülkelerde “aynı ziyaret İran yahut Suudi Arabistan’a yapılsaydı şüphesiz daha etkili olurdu” yorumlarına sebep oldu. Ancak önde gelen İslâmî haber ajansları “çoğunluğu Müslüman olan Türkiye’ye yapılan ziyaret” şeklinde nitelendirmelerde bulundular. Bunun yanında Papa’nın davranışlarını “jest” olarak adlandırıp bunun çoğu Müslümanlar tarafından “sıcak bir şekilde” karşılandığını da ifade ettiler.
Peki Arap ülkelerindeki medya genel olarak nasıl yaklaştı bu olaya?
Şöyle bir göz atacak olursak:
Suudi Arabistan basını Papa’nın her şeye rağmen yine de “özür dilemesi” konusunda ısrarcı olurken, Papa’nın samimiyetine Arapları inandıramadığını yazdı.
İran basınında ise meselâ İran News gazetesi, Papa’ya Türkiye’de çok ilgi olmadığının altını çizerek “Hiç kimse hava alanına karşılamak için koşmadı ve orada çiçek ve çocuklar da yoktu” yorumunda bulundu. Ayrıca gazetede Müslüman-Hıristiyan diyaloğuna en fazla kösteğin ABD’nin İsrail’i destekleme politikası olduğu ve Bush’un başkanlığı süresince yakınlaşmanın çok zor görüldüğü de vurgulanıyordu.
Bunların yanında başta bahsettiğimiz gibi çok olumlu yankılar da vardı tabiî ki.
Örneğin Tunus basınında Papa’nın gezisinin amaçlarının “İslâm dünyasını rahatlatma, diyalog ve kardeşlik değerlerini yerleştirme, farklı kültür ve dinlerin doğru uzlaşması” şeklinde yansıtılması dikkatleri çekti.
Mısır basınında ise çoğu Müslüman olan Türkiye’de Papa’nın ziyaretinden kimsenin memnun olmadığı ileri sürülürken, ziyaretin her şeye rağmen “beklenmedik bir şekilde” olumlu geçtiği de ifade edildi.
Filistin basınında da Papa’nın Sultanahmet görüntüleri “Papa Kâbe’ye yöneldi” başlıklarıyla yer aldı.
Lübnan’da da Papa’nın davranışlarında Müslümanlara kin besleyen bir imaj bulunmadığına dikkat çekildi.
Cezayir basını da, ülkemizin laikliğine vurgu yaparak, Türkiye’nin AB’ye üyelik müzakereleri açısından çok olumlu bir ziyaret gerçekleştiğini duyurdu.
Bu ziyareti en olumsuz karşılayanlardan biri şüphesiz Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) medyası oldu. BAE medyasında Papa’nın yine özür dilemediği öne çıkarılırken, bu durumun 16. Benedictus’un yakın zamanda yine İslâmî değerlere saldırabileceği anlamına geldiği yorumunda bulunuldu.
Bütün bunlar gösteriyor ki, bu ziyaret sadece küçük bir adımdı.
Nitekim, Uluslar arası İslâmî Haber Ajansı’nın (International Islamic News Agency-IINA) verdiği haberde Müftü Çağrıcı’nın “bir çiçekle bahar gelmeyeceği” bunun için ileriki zamanlarda diyalog zemininde “bir çok çiçeklerin açması gerektiği” sözlerine özellikle vurgu yapması da dikkat çekiciydi.
Dostum Dr. Murad Mevlevi’nin söylediği gibi: “Biz ağızdan çıkanlarla yahut siyasi mesajlarla ilgilenmiyoruz, biz kalpte olanlara ve de icraate dökülenlere bakıyoruz”…
Neticede hakiki diyalog için fiiliyata dökülecek karşılıklı işbirliği niyeti ve de tarafları tatmin edecek kalp samimiyeti gerekmektedir.
|
Umut YAVUZ
09.12.2006
|
|
Küresel ısınmanın ekonomisi
“Hiç kuluna zulmeder mi Mevlâsı? Kulun çektiği kendi cezasıdır cezası” diyen, ne güzel söylemiş. Bugün yeryüzü ve insanlık bir yok oluş tehlikesiyle karşı karşıya ise, bunun müsebbibi yine insandır. Her geçen gün bir başka tabiî kaynağı yok eden ve kendi elleriyle ürettikleri zararlı maddeleri yine kendi elleriyle tüketen insan, farkında olmadan kendi sonunu kendisi hazırlamaktadır
Küresel ısınma sorununun, insanlığın bir ölüm-kalım meselesi olduğu artık iyice anlaşıldı. Şimdi, petrol, kömür, doğalgaz gibi fosil yakıtların yoğun kullanımı sonucu atmosfere püskürtülen karbondioksit vd. gazların atmosferde meydana getirdiği sera etkisiyle küresel ısınmaya sebep oldukları, karbondioksit emisyonu hızla düşürülmezse bunun insanlık ve yeryüzündeki hayat şartları için tam bir kıyamet anlamına geleceği biliniyor. Küresel ısınmanın asıl sebebi, derin bir anlam krizi yaşayan, geleceğini ve sürdürülebilirliğini yitirmiş olan tüketime dayalı modern kapitalist hayat biçimidir.
Tüketim toplumunu, modern hayatın vazgeçilmezleri olarak kabul edilen hayat tarzını sorgulamadan küresel ısınmanın sonuçlarından ne korunabilir, ne de karşı bir söylem geliştirilebilir. Dünyadaki kaynakların sorumsuzca tüketilerek gelecek nesillerin yaşama hakkının gasp edilmesine karşı çıkarken, bireysel olarak da üretim sistemi olarak da bu felâketi meydana getiren hayat felsefesini sorgulamıyor, alışkanlıklarımızdan vazgeçmiyorsak üzerimize düşeni yapmıyoruz demektir.
İngiltere hükümetinin baş ekonomik danışmanı olan Sir Nicholas Stern, küresel ısınma ve iklim değişikliğinin risklerini ihtiva eden bir rapor hazırladı. Kyoto Protokolü’ne uymayan ABD başta, Çin, Hindistan gibi milyarlık nüfuslarıyla hızla büyüyen ülkelerin atmosferi bu hızla kirletmeye devam etmeleri halinde olacaklara dikkat çeken Stern, 1930’dakilere benzer “buhran” uyarısında bulunuyor. Hızla tükenen tabiî kaynaklar, yok olan ormanlar, kuraklık ve seller sonucu daralan tarım alanları, okyanuslarda azalan balık yatakları “kıyamet”in habercisi. Tedbir alınmazsa küresel ekonomi yüzde 20 küçülecek.. diyor Stren.
Sir Nicholas, hazırladığı rapora göre, ülkeler yıllık gayrisafi iç hasılalarının yüzde birini küresel ısınmayla mücadeleye ayırmazsa daha sonra bunun 5 ila 20 katını ödemek zorunda kalabilecek. ‘Görev acil’ diyen Nicholas Stern, ‘mücadelede 10-15 yıllık bir gecikmenin bile bizleri tehlikeli sulara sürükleyeceğini’ kaydetti. Stern, iyimser olduğunu da belirterek, “İyimserim; çünkü harekete geçmek için vaktimiz de var, paramız da.” (Zaman 31.10.2006)
Sir Nicholas Stern, ayrıca küresel ısınmayla mücadelenin ülkelerin tek tek çabasıyla değil, uluslar arası koordinasyonlu topyekûn bir oluşumla yapılması gerektiğinin altını çiziyor. Gelişmiş ülkelerin küresel ısınmaya sebep oldukları oranda, bunun maliyetini de üstlenmek mecburiyetinde olduklarını ifade eden Stern’ün dikkat çektiği başka bir nokta ise zengin ülkelerin ürettiği gazların, fakir olan halkların hayatını daha da zorlaştıracak olması. Stern ve Al Gore gibi birçok uluslar arası çevreci, küresel ısınmanın maliyetinin bu sebeple esas sorumluları gelişmiş ülkeler tarafından karşılanmasını savunuyor.
Bizde bu görüşe katılıyoruz. Dünyayı kirleten temizlemeli… Yaşadığımız dünyanın bugünkü durumuna gelmesinde en büyük etken çevreyi kirleterek, dünyanın dengesini bozarak yapılan teknolojik gelişmeler ve üretim sistemidir. Tüketmek için şuursuz bir üretim. İsrafa dayalı tüketim. Çevreyi kirleten, üretim ve tüketim. Suçlu insan, beşerin bulaşık eli…. Dünya toplumunun fertleri hükmündeki devletler… Çözüm, beşer bulaşık elini temizlemeli…
Son söz, “Beşerin bulaşık eli karışmamak şartıyla, hiçbir şeyde hakikî nezafetsizlik ve çirkinlik görülmüyor.”
|
Mehmet Abidin KARTAL
09.12.2006
|
|
Yeni plan BOP'u bozar!
Bush’un talimatı üzerine kurulan partiler üstü Irak Çalışma Grubu bir teklif raporu hazırlamış. Rapor, 142 sayfa, tekliflerin tümünü değerlendirmek mümkün olmasa da temel yaklaşımı ile ilgili bir iki şey söylemek mümkün.
Teklifte “Irak’taki “vahim ve tehlikeli” durumdan kurtulmak için, Amerikan muharip güçlerinin 2008’in ilk üç ayı içinde çekilmesi” isteniyor. Yani, Irak’ta ABD için “vahim ve tehlikeli” bir gidişat var.
Düşman ilân ettiği Suriye ve İran’la “yapıcı” diyalog kurulması istenmiş. Bununla da kalmamış bu diyalog genişletilerek “Filistin-İsrail anlaşmazlığına doğrudan görüşmeler yoluyla çözüm aranmalı” denmiş. Yani, artık düşman ilan ettiği İran ve Suriye ile doğrudan görüşmek suretiyle problemleri çözecek. Buna göre, bu iki ülkenin işgali de rafa kaldırılmış olacak.
Bir de ABD askerlerinin “savaşmak” yerine Irak güçlerine “eğitim” vermeye odaklanması talep edilmiş. En önemlisi ve en dikkat çekeni “Irak’taki şiddete son verilmesinin mucizevî bir yolunun olmadığı bilinmeli” şeklinde. Eserleri ile iftihar edebilirler.
Ayrıca teklifi yeni bir barış planının yapılmasını da teklif ediyor. Özetle Çalışma Grubu bu raporla; ABD’nin daha önce yapmış olduğu Büyük Ortadoğu Projesinin çöpe atılmasını istemiş.
Bush’un teklifi paketine ilk tepkisi ise şöyle olmuş: “İlginç, sağlam bir değerlendirme. Gereğini yapacağız.” Yani, rapor önemsenip uygulanacak. Aslında gelişmeler, önerilerin dikkate alınmaya başlandığını gösteriyor. “Suriye ve İran’la “yapıcı” diyalog kurulmalı” maddesi bir anda Türkiye’nin gündemine oturdu bile. Başbakanın önce İran, daha sonra da Suriye ile görüşme yapması tesadüf müdür?
Her şey bir tarafa özellikle şu husus kabul edilmelidir ki, bu rapor; ABD’nin Irak’ta sıkıştığının, acil tedbirler alamadığı takdirde de iyice batacağının sinyallerini veriyor.
Hem anlaşılıyor ki, bundan sonra Türkiye yapılacak yeni planda önemli yer alacak. Madem diyaloğa ağırlık verilecek bu durumda çevre ülkelerinin önemi artacaktır. Özellikle savaşa müdahil olmamış ve etkisi önemli bir ülke olan Türkiye daha da önemli bir yer alacaktır. Türkiye bu durumu iyi değerlendirmelidir. Özellikle, Müslüman bir ülke olması ve masum ve mazlum aile, çoluk, çocuğun daha fazla telef olmaması, ticari anlamda yoğunluk kazandığımız bir ülke olması sebebiyle özen göstermelidir.
Teklifte yer alan önemli görüşlerden biri olan “Irak’taki şiddete son verilmesinin mucizevi bir yolunun olmaması bilinmeli” hakikatinin bize göre üç temel sebebi var. Birincisi; çeşitli (iktidar kavgaları, toprak anlaşmazlıkları, ticarî çekişmeler gibi) sebeplerden kaynaklanan terör saldırıları. İkincisi; işgal güçlerine karşı girişilen haklı direniş hareketi. Üçüncüsü ise; mezhep çatışmasının iç savaşa sebep olacak kadar ileri gitmesi ve etnik çatışmalar. (Türk, Kürt, Arap milliyetçi akımlarının birbiriyle çatışmaya girmesi).
Ülkenin bu hale gelmesini —malûm— ABD hazırladı. 1991 Kuveyt savaşından sonra Irak’ı üç bölgeye ayıran o değil miydi? Alt bölge Şiilerin denetimine, yukarı bölge Kürt grupların denetimine orta bölge ise Saddam’ın denetimine bırakılmamış mıydı? 20 Mart 2003 tarihinde işgal kuvvetlerinin Irak’a girmesine kadar bu böyle devam etmişti. Adeta o günlerde Irak’ın geleceği planlanmış ve uygulamaya konmuştu, diyalogdan, diplomatik çözümden hiç bahsedilmiyordu ve hiçbir zaman da bahsedilmedi. Yapmacık bazı yaklaşımlar haricinde..
Şimdi o üç bölge insanının bir araya gelip birlikte yaşaması isteniyor. Kuzeyde Kürtler kendilerine göre bir düzen kurmuş tadını çıkarırken, güneyde Şiiler aynı hevesle kendilerinin yönettiği bir ülke kurma yolunda büyük adımlar atmışken geri dönüş mümkün mu? Birbirlerini bu denli incittikten sonra… Türkiye’nin bu yöndeki çabaları da sanırım pek netice vermeyecek. Oysa şimdi gelinen nokta o kadar “vahim ve tehlikeli” ki, (ABD halkının seçimdeki tercihinin hakkını da vermek lâzım) zararın neresinden dönülse kârdır anlayışı hakim olmuş görünüyor.
ABD çok iyi bilmelidir ki, hiç kimse yaptığı kötülüklerden dolayı kolay kurtulamamıştır. Mutlaka bunun bir bedeli olacaktır. Bu bedeli ister istemez ödeyecektir. Buna hazırlansa iyi eder.
|
Nurettin HAYAT
09.12.2006
|