Takva, aynı adı taşıyan filmde iddia edildiği gibi modern toplumda sosyal hayatın içinde yaşanmaya kalkışıldığı takdirde kişiyi derin buhranlara sürükleyecek bir hal mi, yoksa manevî krizlerden koruyan bir zırh ve siper mi?
Bu sualin cevabını aramaya girişmeden önce, söz konusu filmin kahramanının, dünyadan tümüyle el etek çekip dinin helâl kıldığı şeyleri dahi kendisine yasaklayan tavrını “takva” olarak adlandırmanın yanlışlığını vurgulamak gerekiyor. Bunun takva ile alâkası yok.
Peki, takva ne? Cevabı Bediüzzaman Hazretleri şöyle veriyor:
“Dinin yasakladığı şeylerden ve günahlardan kaçınmak.” (Kastamonu Lâhikası, s. 110)
Bu tarifi yaptığı ve takvaya ilişkin detaylı açıklamalarda bulunduğu mektubunda Said Nursî, takvayı amel-i salihle birlikte yorumluyor.
Bu iki kavramın “Kur’ân-ı Hakîmin nazarında imandan sonra en ziyade esas tutulan” prensipler olduğunu vurgulayarak takvaya söz konusu tarifi getirdikten sonra amel-i salihi de “emir dairesinde hareket etmek ve hayrat kazanmak” olarak tanımlıyor.
Ardından “tahribat, sefahet ve cazibedar hevesat zamanı” olduğuna dikkat çektiği bu dönemde, Mecelle’nin “Zararın bertaraf edilmesi menfaatin celbinden daha önce gelir” anlamındaki prensibi gereği takvanın öncelik kazandığını ifade ederek, “Menfî cereyan dehşetlendiği için, takva bu tahribata karşı en büyük esastır” diyor ve şu önemli ölçüyü veriyor:
“Farzları yapan, kebîreleri (büyük günahları) işlemeyen kurtulur.”
Bu sade, dengeli ve rahatlatıcı ölçünün ardından, Nur talebelerine şu dersleri veriyor Bediüzzaman:
“Bu zamanda en mühim vazife, tahribata ve günahlara karşı takvayı esas tutup davranmak gerektir. (...) Bu dehşetli hadisata karşı ihlâs kuvvetinden sonra bizim en büyük kuvvetimiz, iştirak-i a’mâl-i uhreviye (ahirete yönelik amellerin müşterekliği) düsturuyla, ... (dualarla) her birinin takva kalesine ve siperine kuvvet ve imdat göndermektir.”
Risale-i Nur hizmetinin ihlâs ve manevî şirket gibi anahtar kavramlarıyla iç içe yapılan bu takva izahları, bizlere meselenin ne kadar önemli ve ciddî olduğunu gösteriyor.
Peki, bu mektubun yazıldığı döneme göre manevî tahribatın çok daha şiddetlendiği, dünyevîleştirme ve dünyaya alıştırma cereyanlarının en küçük bir zaaf, ihmal ve boşluğu dahi affetmeden dünyalarımıza sızabildiği çok riskli bir ortamda, biz bu önem ve ciddiyetin ne ölçüde farkındayız? Hassasiyetlerimiz ne durumda?
Bediüzzaman'ın anlattığı takva anlayışı, “Helâl dairesi keyfe kâfidir, harama girmeye lüzum yoktur” ölçüsüyle birlikte, böyle dehşetli bir zaman ve ortamda da insanı huzur ve saadete kavuşturacak dengeli ve mâkul bir dindarlığın pekâlâ mümkün olduğunu ortaya koyuyor.
Ama bu denge son derece ince ve hassas bir çizgide duruyor.
Ve özellikle “büyük günahlardan kaçınma” hassasiyetinin aşınmasını netice verecek lâkaydlıkların şu veya bu kılıf ya da bahane ile dünyalarımıza girip bir şekilde yer edinebilmesi, bizleri her an bu kritik dengenin çok uzaklarına savrulma tehlikesiyle karşı karşıya getirebiliyor.
Takva kalesini ve siperini muhkem tutabilmek için çok dikkatli ve müteyakkız olmamız şart...
17.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|