Hâlen oturmakta olduğum evime, yaklaşık on beş-on altı yıl önce yeni taşınmıştım. Yaklaşan kışa hazırlık için, yakacak odun kömür almak üzere yakınımdaki bir kömür ardiyesine uğradım.
Ardiye sahibi, köylü kıyafetli, fakat ağzı iyi laf yapan, biraz da özentiyle aslında saf bir köylü olduğu halde şehirli olabilme görüntüsü vermeye çalışan bir adamdı.
Tanışma esnasında, adam hakkındaki düşüncelerimin tam da doğru olduğunu anladım. Önce ben kendimi tanıttıktan sonra, özellikle doğduğum ilçenin adını söyler söylemez, adam hemen söze girdi. Aynı ilçenin ....... köyünden olduğunu, dolayısıyla hemşehri olduğumuzu söyledikten sonra, kendisini oldukça soylu “ağa” diye tabir etti. Zengin ve köyün meşhur bir ailesinin mensubu olduğunu ve o çevrede çok tanınmış anlı-şanlı bir adam olduğunu söyledi. Onun bu söylediklerini pek inandırıcı bulmasam da, o an inanıyor gibi görünerek onu nezaketen de olsa dinledim ve fiyatlardaki bir anlaşmazlıktan dolayı yakacağı alamadan oradan ayrıldım.
Meğer bu hemşehrimle olan dostluğum buraya kadar imiş... Bana olan yakın ilgi ve alâkası, döktüğü o kadar medih ve övgü dolu diller, alış verişe yönelik beni celbetme çabalarıymış...
Ondan sonraki karşılaşmalarımızda adam beni görünce görmezlikten geliyor, yön değiştiriyordu. Selâmı, konuşmayı kestiği gibi, konuşmalarıma cevap bile vermiyor, verdiğim selâmları dahi artık almıyordu. Hatta yine bir defa verdiğim selâmı almayınca; yanına usulca yaklaşarak, şaka ile karışık olarak, “Komşu, aramızdan kara kediler mi geçti? Köyde ağa olduğunu, sözü dinlenir bir adam olduğunu söyledin. Böyle olan insanlar, hoşgörülü olurlar, insanların kusurları varsa affederler. Verdiğim selâmı dahi almıyorsun. Ne oldu böyle sana?” deyince adam oldukça seri bir şekilde “Öyle icab ediyor... Ben öyle her selâmı almam” diyerek kesip attı. İstemeyerek de olsa hem hemşehrim, hem komşum, daha da önemlisi dindaşım olan bu adamla, samimiyetin ötesinde en azından normal insanlık münasebetlerimizi sürdürmek için bazı girişimlerde bulundum, selâm verdim. Ama nafile... Ve hiç de haklı bir sebebi olmayan bahanelerle adam on beş yıldır benimle konuşmuyor.
Hayatın acı ve üzüntü verici gerçekleri... Ehl-i din adına üzülmemek mümkün değil böylesi durumlara... Adamın görünürde aklı başında görünüyor. Namazında niyazında bir ehl-i din. Hiçbir kırıcı, rencide edici söz veya davranış olmadan, beklediği bir alış veriş olmadı diye on beş yıl, belki de ölünceye kadar dargın durmayı tercih etmek... Sağlam ve sağlıklı bir halet-i ruhiyesi olmasa gerek bu gibi insanların... İnsanlardaki enaniyet, gurur hastalıklarına bir de gabavet ve cehalet eklenince, bu gibi hiçbir haklı izahı olmayan hâl ve davranışlar vuku buluyor maalesef.
Bu gibi durumların istisna olduğunu, belki birer uç durum olduğunu biliyor ve bundan tesellî buluyorum. Lâkin bizzat içinde bulunduğum bu olay kadar olmasa da insanların çok sudan bahanelerle karşılıklı dargınlıklara, kırgınlıklara, küskünlüklere girdikleri de acı bir gerçektir maalesef.
Dini bir, kitabı bir, kıblesi bir, inancı bir olan mü’minlerin, sebebi ne olursa olsun, önemli manevî bağları zaafa uğratacak kırgınlıklardan, dargınlıklardan uzak durmaları gerekir. Bizi birbirimize çok kuvvetli bir şekilde bağlayan bu manevî bağların daha da kuvvetlenerek devam etmesi için, sıcak ve samîmî hâl ve davranış içinde bulunmamız gerekir.
Bu meyanda Bediüzzaman da mü’minler arasında kırgınlıklara, küskünlüklere kapı aralayan sebepleri “çakıl taşları”na benzetiyor; mü’minleri birbirine bağlayan manevî bağların da hakikat-i halde kocaman küreleri, gezegenleri dahi birbirine bağlayacak güçte, kopmaz zincirler hükmünde olduğunu beyan ediyor.
Bütün ehl-i dinin bu sese kulak vermesi aklın yolu olsa gerek.
04.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|