Bediüzzaman, 1935 yılında “Eskişehir Mahkemesi müdafaatından bir kısmı” metninin devamında “iki tetimme” daha kaleme alır.
Müdafaatın ikinci tetimmesinde, “Eğer denilse” diye başlayan bir iddia ve ithama verdiği cevap vardır.
İddia şu: “Sen vazifesizsin, milletin hürmetini kabul edip vazifedarlar gibi dini ders veremezsin. Hem, dini ders verecek resmî bir daire var; onun müsaadesi lâzımdır.”
Verilen cevabın ilk cümleleri ise şöyle:
“Elcevap: Evvelâ, benim matbaam ve kâtiplerim yoktur ki vazife-i neşri yapsınlar. Bizimki hususidir. Hususî işlere, hususan imanî ve vicdanî olsa, hürriyet-i vicdan düsturu, onun serbestiyetini temin eder” diyerek iddiaya karşı hukukî ve insanî perspektifte bir yaklaşım getirir.
İddiadan cevaplara doğru isterseniz bir silsile halinde devam edelim:
“Sen vazifesizsin” ithamı ile hakikati araştırma, anlama ve anlatma hakkını görevlilere, muhtemelen “kamu görevlileri” ile tecrit etmek ve dinî konuları resmîleştirmek mantığının bir tezahürü karşımıza çıkmaktadır.
Devamında “Milletin hürmetini kabul edip vazifedarlar gibi dinî ders veremezsin” yaklaşımı, zihnî çarpıklığı fazlasıyla gözler önüne sermektedir.
İsterseniz, burayı biraz açalım: Hürmet edilen biri var. Demek ki, millet hürmete lâyık görmüş. Üstelik hiçbir ücret ve zorlama olmadan hürmet etme, tercihe bağlıdır. Bireyin iç isteğiyle oluşan tamamen hasbî ve gayr-i resmî bir haldir.
Ancak gel gör ki, hürmet edilmemesini sağlamaya çalışan bu anlayışa göre, hürmetin kabul edilmesi, isteğinizin dışında bile teveccüh olsa kabul edilmemeli.
Neden mi? Çünkü “vazifedarlar gibi” oluyorsun.
Öyle ya! Dinin doğrularını anlatmak sadece “vazifedarlara” mahsus kalacak. Başkası “vazifesiz” kabul edilecek. Buna rağmen millet hata (!) yapıp, “vazifesiz”lere hürmet ederse, “vazifesiz” görülen, yani maaş almayan gönüllüler bunu zinhar reddedecek. Aksi halde “vazifedarlar gibi” oluyorlar.
Ay tutulmasından beter bir zihin tutulması.
İthamın sonraki cümlesi, bu hizmetlerin adresini veriyor. “Dinî ders verecek resmî bir daire var; onun müsaadesi lâzımdır.”
Bu mantığa göre, resmî saatler dışında insanlar dinini öğrenemeyecek. Ayrıca resmî görevli değilseniz, dini anlatamazsınız.
İyi niyetle yorumlarsak; acaba dini daha organizeli ve düzenli anlatmak için kamu desteğini verecek şekilde âlimlerin tebliğini kolaylaştırarak aslına sadık kalıp dinin takdimine önem veren bir hassasiyet mi?
Yoksa, dini “resmî daire” sınırlarına hapsedip, “vazifedarlar” üzerinden tanzim etmek ve cârî zihniyetin kontrolü altında tutmak mı amaçlanıyor?
Yakın tarihi tahlile tabi tuttuğumuzda, ikinci şıkkın tatbikatını görmekteyiz.
Bediüzzaman’ın “Evvelâ” diye başlayan birinci bölümün cevabı da enteresan;
Görevliler gibi imkânının olmadığını “Matbaam ve kâtiplerim yoktur ki...” ifadesiyle vurguluyor. Yani kurum şeklinde ve resmiyete tekabül edecek bir tarz ve çalışmanın içinde olmadığını belirtmeye çalışıyor. Anladığım kadarıyla, dinî hayatını ve hizmetini bir rekabet ortamı şeklinde karşı hareket olarak görmediğini ve böylesine bir imkâna da sahip olmadığını ortaya koyuyor.
Buradan anlaşılıyor ki, dinî hayatı teşvik edici hizmetlerin resmî tutulmasını ve kontrollü kalmasını isteyen bir irade var. Buna mukabil gönüllü ve tamamen toplum destekli sivil faaliyetleri ise kendine bir engel ve rakip görmektedir.
Aradan geçen 72 yıl sonra benzer hevesler olsa, köprünün altında çok sular aktığı ve gönüllü teşekküllerin hizmet kalitesinin daha da arttığı bir vakıadır. Zamanla birbirini kabullenen müzakere zeminleri de olacaktır inşallah.
04.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|