Biz kendi kendimize her kaldığımızda, küçük dünyamızın penceresinden var olan acılarımıza ya da umutlarımıza odaklanıyoruz. Oysaki sür'atle kabire giden bir hız treninin içindeyiz. Her durakta bir ölüm var. Her kapı açılışında yüreğimiz çarpıyor ve o biz değilsek (vadesi dolan) daha çok yolumuz var sanıyoruz. Korkular anlık gelip geçiyor.
Dünya sevgisi öyle sarmalamış ki bizi, onu bir süs, bir oyun ve oyalanma yeri olarak görmekten çok uzaklaşmışız. Kendi başımıza yağan karı eritiyor, gün geçtikçe daha da bireyselleşiyoruz. İçimize kapanıyor, içe doğru genişlemek yerine kararıyoruz.
Biz (inananlar) hakkındaki önyargıların en büyük sebebinin yine kendimiz olduğunu fark ediyorum. ‘BİZ’i yeterince anlatamadık. (Asr-ı Saadet’ten bu yana ne kadar ‘biz’ olabildik, burası da tartışılır ya!) Anlaşılmayı bekledik. Fakat düşman safları boş durmuyordu. Gece gündüz demeden veri topluyor, en zayıf anımızda gelip bizi arkadan vuruyordu. Sürekli yeni yeni silâhlar icat ediliyor, üzerimizde atış talimi yapılıyordu. Bütün bunlara karşı duracak bir gücümüz, mürettebatımız, alet ve edavatımız yoktu. Çünkü bu dâvâ hayatımız kadar değer taşımamıştı. Birey olarak, vatandaş olarak ya da her neyse ‘BEN’in derdindeydik biz.
Yeterince mert değildik. Medine’ye hicret eden sahabelerin tebliğ yaparkenki duruşları “Önce beni bir dinle, söylediklerimi beğenmezsen öldürürsün. Sana bunun için karşı koyacak değilim” idi. Öylesine civanmert öylesine gözü kara bir duruştu ki o, tarihe altın harflerle kazınmıştı.
Bizler ise canımızı ortaya koymak şöyle dursun, karşımızdaki insanın artık bizimle konuşmayacağı ya da hakkımızda yanlış düşüneceğinden korkuyorduk. Korkumuzdan her adımda geri kaçıyorduk onlardan. Bu korkaklığın bedelini, hayatı boyunca (belki elli altmış yaşına kadar) Müslümanlar hakkında önyargı taşıyanları görünce ödüyoruz. “Ben Müslümanlar hakkında daha önce çok farklı şeyler duymuştum, onların bu kadar medeni olduklarını bilmiyordum” diyor bir yabancı. Kimbilir neler ile büyüdü, nasıl tanıştık onlarla vakti zamanında. Aradan yıllar geçse de bilinen şeylerin üstüne yenisi konmamıştı. O kendi bildiğinden şaşmadı. Bir fikri sabitlikti belki ama ona aksi hiç ispatlanmamıştı.
Ne oldu da başka türlü düşünmeye başladı sizce? Hicret edenler vardı kendilerinden, dünyayı kalben terk edenler vardı. Tek dâvâsı Allah (c.c.) rızası olup da bu uğurda yılmadan, usanmadan çalışanlar vardı. İşte onlar sayesinde az buçuk birşeyler değişti. Onlar dünyanın en iyi üniversitelerinde ilim tahsil ettiler. “Kalabalığın içinden yine kalabalığa seslenmen çok zor. İşte bu yüzden yüksek bir taşa çıkman, önce duruşunla dikkat çekmen, sonra anlatman gerek!” dediler ve bunu başardılar.
Şimdi yavaş yavaş dengeler lehimize değişmeye başladı. Bu ahengin bozulmaması için akl-ı selim her insanın bu dâvâyı sahiplenmesi ve bulunduğu yerden çok yukarılara kaldırması gerekir. Bu dâvâ bir kaç grup insanın dâvâsı değil. Bu dâvâ hepimizin boynunun borcudur.
29.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|