Ailesi Adapazarı'nda oturan Emin kardeşimiz, Kocaeli Üniversitesinde okuyor.
Kendisiyle bundan 8–10 sene evvel tanıştık. O zamanlar henüz ilkokula gidiyordu.
Tanışmamızdan bir müddet sonra, bize bir mektup yazıp göndermişti. Biz de, köşemizde o mektuba yer vermiş ve yayınlamıştık.
Aradan sekiz sene geçtikten sonra, şimdi Emin kardeşimden ikinci bir mektup geldi. Mektubunda şimdiki durumunu anlatıyor. Buyrun, birlikte okuyalım...
* * *
Latif Abi,
Sana mektup yazmayalı tam 8 sene oldu. Hani, henüz ilkokul 5. sınıftayken yazdığım kompozisyonumu gazetede yayınlamıştın.
İşte, o ilkokul öğrencisi şimdi üniversiteli oldu. Kocaeli’nde okuyor kafadengi arkadaşlarıyla birlikte kalıyor. Hayatından öyle memnun ki, bu haline her zaman şükrediyor.
Bu mektubumu, gazetemizi okuyan özellikle liseli genç kardeşlerimiz için yazıyorum.
İnşaallah, onların kafalarında, bizim hayat tarzımızı tercih etmelerinin ne kadar büyük bir nimet olduğu konusunda bir fikir oluşur.
Öncelikle, ben buraya geldiğimde kimseyi tanımıyordum. Ama şimdi şükürler olsun yedi kişiyle kardeş olduk. Hem de ne kardeşlik...
Sonra, kendimize bizim gibi daha başka kardeşleri de bulduk. Herbiri diğerine muhabbetle yaklaşıyor, herkes herkese elinden gelen yardımı yapmakta adeta yarışıyor.
Böylelikle, üniversite hayatı bizim için, kelimelerle anlatılamayacak kadar güzel bir hayat devresi oldu.
Öte yanda, evde yemeğimizin pişmediği gün yok. Bu sebeple, başka yerlerde olduğunu duyduğumuz bayat yemeklere talim etmekten de kurtulmuş oluyoruz.
Bu arada, herbirimiz kendi memleketinin mahsulâtından getirterek, ihtiyaçlarımızı hem daha leziz kılıyor, hem daha ucuza mal etmiş oluyoruz.
Meselâ, Çanakkale’den ayvamız, böreğimiz; Van’dan peynirimiz; Sakarya’dan fındığımız, kekimiz; İskenderun’dan salçamız, zeytinimiz geliyor.
Ayrıca, intizam ve temizlik konusuna da çok dikkat ediyor ve birbirimizin eksiğini tamamlamaya çalışıyoruz.
Evde televizyon, internet gibi oyalayan, bağımlılık yapan ve zaman israfına yol açan meşguliyetler de olmayınca, ders çalışmaya ve kitap, risâle okumaya bol bol vaktimiz oluyor.
Hele, akşamları kırmızı çaylar eşliğinde kırmızı kapaklı eserlerin okunmasının ve birarada bunların müzakereler tarzında sohbet konusu edilmesinin tadına hiç doyum olmuyor.
Latif Abi, yani diyeceğim o ki, hem madden, hem de mânen tam bir huzur içindeyiz.
Namazlarımızı da çoğu zaman birlikte ve "tâdil–i erkân" ile kılmak sûretiyle, cemaat sevabını almaya gayret ediyoruz.
Bu sene sınava girecek kardeşlerimize şimdiden başarılar diliyor, size de sevgi ve saygılarımızı sunuyoruz.
Kardeşiniz Emin
MİZAN
Amaç–araç paradoksu
Dindar ve mânevî eğerlere saygılı diye bildiğimiz bazı meslektaşlarımız, Hrant Dink cinayeti sebebiyle seslendirilen "Hepimiz Ermeniyiz" sloganını kabul ve hazmetmenin ötesinde, buna itiraz edilmesini ise bir türlü anlayamadıklarını ifade ediyorlar.
Meselâ, şunu diyorlar: "Birleştirici amaçla yapılan bu jestler, ayrımcılık için kullanılmamalı."
Oysa, bu gibi jestlerin bizatihi kendisi ayrımcılıktır ve hatta ırkçılık kokusu yaymaktadır. Tam bir paradoksu yansıtıyor.
Efendim, "amaç birleştirici olmak"mış... Yâhû, amaca itiraz eden yok ki.
Birleştirici amaç, elbette ki güzeldir.
Peki ya kullanılan araç? O nasıl? Güzel mi?
Bizce kullanılan araç, hiç de güzel değil ve hiç de şık durmuyor. Ayrıca, o güzel amaca da, maalesef hiç hizmet etmiyor.
Dolayısıyla, amaç kadar, kullanılan araç da doğru, güzel ve şık olmalı ki, işin hazmı kolay olsun.
Bizce, bu gibi hadiselerde hazmı en güzel ilâç şu olmalı: Hepimiz insanız. İnsan olarak hepimiz zulme, şiddete, saldırıya karşıyız.
Bu ilâç, bilumum içtimaî dertlerimizin merhemi değil mi?
* * *
Bu gibi hususlarda dikkat edilecek en önemli noktalarda biri şudur: Bir yanlışlığa karşı gelirken, ikinci bir yanlışa düşmemeye, bir haksızlığa karşı gelirken, ikinci bir haksızlığı irtikâp etmemeye, bir zulmü bir başka zulümle karşılamamaya, âzamî derecede dikkat ve hassasiyet gösterilmeli.
Ayrıca, tahkir ve tahriklere yol açacak, aksülameller meydana getirecek davranışlardan da şiddetle kaçınmak gerekir.
İyi niyetle olsa bile, dikkatsizce, düşüncesizce, nezâketsizce, patavatsızca söylenecek her söz, atılacak her adım, tersine döner bir başka yaranın açılmasına sebebiyet verir.
Dolayısıyla, zulme, şiddete, saldırganlığa bütün içtenliğiyle karşı geldiği halde, meselâ "Hepimiz Ermeniyiz" gibi bir söyleme itiraz ediyorsa, bunu kabullenmiyorsa, yadırgamak bir yana, bunu saygıyla ve takdirle karşılamak gerekir.
Kanaatimiz şudur ki, eğer o nâhoş slogan yerine, meselâ ortak payda "Hepimiz insanız" tarzında ortaya konulsaydı, durum çok daha farklı olurdu, belki de cenazeye iştirak iki misline çıkardı.
Onun için, gelin münakaşa etmeyi bırakalım da, birbirimizi doğru anlamaya çalışalım.
GÜNÜN TARİHİ 29 Ocak 1921
Komünist Suphi'yi kim boğdurdu?
Türkiye Komünist Partisinin ilk merkez komitesi başkanı Mustafa Suphi (1883–1921) ve arkadaşları, siyasî muhaliflerinin hazırlamış olduğu bir sûikast sonucu, Trabzon'a giderlerken Karadeniz'de boğdurularak öldürüldüler.
Trabzon'dan Rusya'ya gitmek üzere yola çıkan M. Suphi başkanlığındaki komünist grubun, Türk kayıkçı ve balıkçıların saldırısı sonucu öldürüldükleri biliniyor.
Ancak, bilinmeyen ve asıl bilinmesi gereken husus, boğdurulma emrinin kim, ya da kimler tarafından verildiğidir.
İşte, 86 senedir cevabı bilinmeyen soru budur: Suphi ve yoldaşlarını kim niçin öldürttü?
Şimdiye kadar tahminlere dayalı olarak ortaya bir çok isim atıldı: Karabekir Paşa, Enver Paşa, Topal Osman, Mim Kim, Stalin, vs...
Ne var ki, hadisenin kim/kimler tarafından planlandığı ve bu adamların niçin ortadan kaldırılmak istendiği hususu, bir türlü açıklık kazanmadı.
Bu durumda, karanlıkta kalan bu hadisenin aydınlatılabilmesi için, şöyle bir mantığın yürütülebilmesi mümkün: Stalin, o dönemde kendi ülkesindeki yeni durumla meşguldür. Enver Paşa, zaten yurt dışında sürgün hayatı yaşıyor. Dolayısıyla, hariçte bulunan kimselerin böyle bir emir ve organizasyonun sahibi olmasına pek ihtimal verilemez.
Buna mukabil, eski İttihatçılara muhalif ve muarız olarak bilinen Suphi ve arkadaşlarının öldürülme emrinin Türkiye'nin içinden verildiği ihtimali kuvvet kazanıyor.
Yani, bu işi "tekelci" bir anlayışın sahip ve mimarlarının yaptırmış olabileceği ihtimali çok daha yüksektir. Bunlar, kendilerine rakip olacak hiçbir varlığa, hiçbir unsura, hatta hiçbir şahsa asla tahammül edemiyor.
Nitekim, aynı anlayışın en popüler isimlerinden olan eski Ankara Valisi Nevzat Tandoğan, yıllar sonra yakalatıp karşısına çıkarttığı komünist gençleri azarlayarak şöyle diyecektir: "Siz ne yaptığınızı zannediyorsunuz? Eğer bu memlekette komünizme ihtiyaç varsa, onu da biz getiririz!"
Evet, bu nokta–i nazardan hareketle, hadisenin üzerindeki sis perdesini bir nebze de olsa aralamak imkân dahiline girebilir.
Nasıl ki, 1940'lı yıllarda işlenen "Ankara cinayeti" hadisesi, vali Tandoğan'ın üzerini örttüğü sır perdesinin yırtılmasıyla aydınlığa kavuşturulduysa, 86 yıl önceki hadisenin vüzûha kavuşması da, yine benzer bir yöntemin takip edilmesiyle mümkün olabilir.
29.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|