Ne gariptir ki, taşıdığımız ve göğsümüzün dolu dolu olduğunu söylediğimiz imanın derli toplu, ilmî veya fikrî tanımını yapamadığımız gibi; onu tahkike çıkarıp geliştirmenin, yükseltmenin metodlarını da pek bildiğimiz söylenemez. Hâlâ, ulaşım vasıtasının at arabası ve savaş âletlerinin kılıç-ok olduğu devirlerdeki bilgi birikimiyle yapılan tanımlamalarla yetiniyoruz. İman ve şartları ise, çocuklarımıza Kur’ân kurslarında belletilip geçilen, imam-hatip liselerinde, İlahiyat fakültelerinde biraz daha tafsilatlı tekrarlanan bilgiler şeklinde öğretiliyor. İtiraf edelim ki, imanın ne olduğunu tam olarak bilemediğimiz gibi, güçlü bir imanın çalışma, ilim ve tefekkürle nasıl kazanılabileceğinin de pek farkında değiliz.
İmân yalnızca, dil ile “Kabul ediyorum, inanıyorum” sözünü seslendirip kalben kuru ikrardan ibâret midir? Yoksa dimağımızın merhalelerinde yoğrulan ve bilgi boyutlarında oluşan muhteşem bir güç kaynağı mıdır? “İnanıyorum!” sözü olsa olsa, taklidî bir imanın tanımı olabilir. Akıl, kalb, vicdan ve ilim ile irtibatlı; insana, duygularına, kâinata, eşyaya, olaylara bir anlam yükleme ve yüce bir anlam kazandırma olan İslâm imânıyla, pratikten kopmuş sâir inançları karıştırmamak gerekir.
Kur’ân, “Ey iman edenler! Allah’a, Peygamberine, indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse derin bir sapıklığa düşmüş olur”1 şeklinde uyarır bizi. Birinci cümlenin başlangıcı ile, ikinci cümlenin sonuna dikkat edilirse, “Ey iman edenler! İman edin” şeklinde vurgu yaptığı görülecektir. Bu iki kelime nasıl telif edilebilir? İnanan kimseye “mü’min, Müslüman” dendiğine göre, bu âyetin “Ey iman edenler! İmân ediniz!” diye vurgu yapmasının bir inceliği olması gerekir. Mü’minleri gerçek, tahkikî imâna yöneltmek, onları taklitten kurtarıp “gerçek imân”ı kazandırmak için tahşidât olduğu gayet açık değil mi?
Gerçek imana ulaşmak için de kendimizi ve inandıklarımızı yeniden tefekkür etmeliyiz.
Taklidî, basit iman, sapkın, yanlış fikirlerin hücumuna; nefsin ve şeytanın vesveselerine dayanamaz. Ancak tahkikî imân; fiiliyata, aksiyona, pratiğe dönüşür. Taklidî imân; tazyiksiz akan su, düşük voltajlı elektrik gibidir. Tahkikî imân ise; tazyikli su; yüksek voltajlı elektrik enerjisi gibidir. Mum ışığına hafif yollu “Puf!” etsek, söner. Barajdan beslenen ampül kırılmadığı müddetçe ışığı şiddetli rüzgârlara direnir. Güneşe, dünyanın bir milyon kat fırtınası saldırsa bile onu asla söndüremez! İşte, tahkikî, yâni araştırarak, akıl ve ilimle elde edilen gerçek imânı; felsefe veye Deccalizmin en büyük inkâr fırtınaları söndüremez, deviremez.
***
Anlatılır ki, Fatih Sultan Mehmet, bir gün Kur’ân okurken şu ayetin manasına takılmış: “Ey iman edenler! Allah’a, Peygamberine ve Peygamberine indirdiği Kitaba iman ediniz!”
Kendi kendine şöyle düşünmüş: “Âyet, zaten iman edenlere sesleniyor. Ardından tekrar imanı emretmesi acaba neden?”
Ulema ile sohbeti esnasında konuyu kendileriyle paylaşmış. “Bu konuda ne dersiniz?” demiş.
Âlimler birbirlerine bakmışlar. Derken bakışlar Fatih’in hocası Akşemseddin’de odaklanmış. Akşemseddin, “Sultanım,” demiş. “Dışardan gelen seslere kulak verin, cevabınızı alın.” Dışarıdan mehteranın kös sesleri geliyormuş.
Fatih, “Efendim, meseleyi biraz açar mısınız?” demiş. Bunun üzerine Akşemseddin anlatmaya başlamış: “Sultanım, mehteranın davullarından ‘düm düm’ sesleri geliyor. ‘Düm’ kelimesi sizin de bildiğiniz gibi Arapça’da ‘Devam et’ anlamına geliyor. Âyetin de mânâsı işte budur. Bu âyet, ‘Ey iman edenler! Allah’a, Peygambere, Kitaba olan imanınızda devam edin!’ mesajı vermektedir.”
Şöyle bir incelik de düşünülebilir: “Ey iman edenler! İmanınızı kontrol ediniz. ‘Allah’a inandım’ diyor, ama O’na itaat etmiyorsanız, ‘Peygambere inandım’ diyor, ama onun yolundan gitmiyorsanız, ‘Kitaba inandım’ diyor, ama Kitaba göre yaşamıyorsanız, gelin imanınızı kontrol edin.”
Dipnot: 1- Nisa Sûresi, 136.
27.01.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|