|
|
Zengin medeniyetin fakir çocukları
Öyle bir zamanın içindeyiz ki, basit ve kalitesiz hayatlara talip olduk farkında olmadan. Teknolojinin her alanda hayatımızı kuşatması, kıt'aları birbirine yaklaştırırken insanları birbirinden uzaklaştırmış durumda. Hangimizin kalabalıklar içinde yalnızlığı yaşadığı anlar olmuyor ki? Biz dostlarımızı ihmal ettikçe bizler de ihmal edildik. Biz aramadıkça, bizi de arayan olmadı. Biz yazmadıkça bize de yazan olmadı. Biz gidip birilerinin kapısını çalmadıkça bizimde kapımızı çalan olmadı. Teknoloji zengini ama sevgi-dostluk-vefâ fukarası çocuklar olarak hep özendik büyüklerimizin geçmiş zaman hikâyelerine. Halbuki onlar da her fırsatta bize “Biz bu imkânların hiçbirine sahip değildik, sizler çok şanslısınız” diyorlardı. Biz ise, imkânlar içinde imkânsızlıkları yaşıyor, varlık içinde yokluğu yaşıyorduk.
Bugün bir çoğumuzun elinin altında bulunan bilgisayarlar, birbirimizle olan iletişimimizi kolaylaştırıyor ama çoğu zaman en yakınlarımıza bile kısaltılmış kelimelerle yazılmış bir iki cümlelik elektronik postalar atmakla yetiniyorduk. Bahanemiz yoktu. Çünkü zamanımız da vardı, imkânımız da. Hangimiz bir dostuna üşenmeden uzun uzun destansı bir mektup yazdı ki? Tabiî yazmadığımız için böyle güzel mektuplar almaktan da mahrum kaldık. Babamın askerdeyken anneme yazdığı mektuplar ve annemin de babama yazdığı mektuplar eskimiş tahta çantaların içinde durur hâlâ. Zarfından mektup kâğıdına ve kullanılan kalemin mürekkebine kadar özenle seçilmiş, kat izlerinin olduğu yerler yer yer yırtılmış mektuplar... Her satırında san'atkârâne bir üslûp; derin bir muhabbetin içinde de saygı ve edep barındığı için bugün çocuklarının okumasından da hicap duymazlar. Birbirinden anlamlı ve güzel hitap kelimeleriyle başlanmış, zengin bir kelime dağarcığıyla yazılmış mektuplar... Evet şimdi biz şanslıyız, çünkü bilgisayarlarımız var! Biz hiç sevdiğimiz birine mektup göndermek için zarf ve mektup kâğıdı almak üzere yollara düşmedik karda, yağmurda, ayazda. Kim katlanırdı ki o zahmete! Sonra hadi katlandık ve aldık diyelim. Kim yazacak? Ne yazacak? Sonra kim gidecek postaneye mektubu bırakmaya? Bunun bir de cevap beklemesi var... Zor iş... Bize göre değil. Hadi bunlar bize göre değil diyelim, ya elimizdeki son teknolojik imkânlar? Bunlarda mı bize göre değil? Zaten bildiğimiz çok az kelime var (çoğu da yabancı) bunları dahi kısalta kısalta anlamsız “mail”ler attık birbirimize. Kısaca mail diyoruz, ama elektronik posta dememiz gerekiyor.
Evet, öyle bir zamanın içindeyiz ki, ortaokul-lise öğrencisi gençler cep telefonu modeli ve markalı kıyafet yarışındayken öğrencilik vazifelerini unutmuş durumdalar. Çocuklarının bu durumundan şikâyetçi olan anne babaların da, bu konuda onlara kızmaya pek hakkı yoktur esâsında. Zirâ aynı gün baba da belki arabasını bir üst model arabayla yenilemiştir. Durumu, cep telefonunu bir üst modelle değiştirmek isteyen çocuğundan farksızdır. Anne de o gün hiç ihtiyaçları yokken mobilyalarını en son moda olanla yenilemiştir belki. Bu açıdan bakıldığında bu zamanın çocuklarını derslerinden, okullarından geri bırakan küçük oyuncakları olduğu gibi, büyüklerin de onları çocuklarına gösterecekleri ilgiden şefkatten uzak bırakan büyük oyuncakları oldu. Medeniyetin bu oyuncakları gözleri öyle kör etmişti ki, göz gözü görmüyordu. Aile içinde bile, televizyon programlarından gözlerini alamayan hanım, eşini ve çocuklarını görmezken; bilgisayar oyunlarından gözünü alamayan çocuklar da anne ve babalarını, okullarını, derslerini görmediler. Asansörde, otobüste, vapurda bir araya gelen insanlar da sanki hepsi ayrı dünyadanmış gibi birbirleriyle göz göze gelmekten kaçındılar. Bir merhabayı ya da gülümsemeyi çok görüp kimisi cep telefonuyla oynarken, kimisi de laptopuyla ilgilendi.
Eğer birçok imkâna sahip olmamıza rağmen, hiç sahip olamadığımız şeyler için üzüntü duyuyorsak bir yerlerde hata yapıyoruz demektir. Zirâ medeniyetin harikaları bizler için bir nimettir. Ve biliriz ki her nimet şükür ister. Şükür ise bu nimetlerin insanlığın hayrına kullanılmasıyla yerine getirilebilir. Günümüzde ise insanlar bu nimetleri maalesef daha ziyade hevâ ve hevesleri, sefahat ve eğlenceleri için kullanmaktadırlar. Hayra kullanılmayan yani şükürsüz sarfedilen her nimet de muhakkak bir musibet ya da zarar verecektir. Bunları düşününce neden imkânlar içinde imkânsızlıkları yaşadığımızı, neden çareler içinde çaresiz kaldığımızı daha iyi anlıyoruz. Bir tuşla dünyanın öbür ucuna ulaşabilecek kadar özgürken, bir duvar yanımızdaki kardeşimizden uzak kalacak kadar dört duvar aralarındaki esaretimizi; teknoloji zengini iken sevgi, kardeşlik, vefa ve maneviyât fakirliğimizi şimdi daha iyi anlıyoruz. Zengin medeniyetin fakir çocukları olarak sanırım bir süre daha hiç yaşamadığımız zenginliklere özlem duyacağız.
[email protected]
|
Mehtap YILDIRIM
27.01.2007
|
|
Aşûra günü
Yasin Topal
Aşûre kelimesinin İbranice’den geldiğini söyleyenler olmuşsa da, âlimlerin çoğunun kabul ettiği görüşe göre bu kelime, on sayısı ile ilgili olan “aşr” ve “âşir” veya develerin güdülmesiyle ilgili “ışr” kökünden türemiş Arapça bir kelimedir.
Aşûre’nın menşei hakkında çeşitle görüşler mevcut olmakla birlikte, bunları iki kategoride toplamak mümkündür. Birinci görüşe göre aşûre, Hz. Musa (a.s) ve kavminin Firavun’un zulmünden kurtulduğu ve Yahudilerin oruç tutmakla mükellef kılındığı gündür. Müslümanların mübarek bir gün olarak kabul edip oruç tuttukları bir gün olan Aşûre’nın menşeiyle ilgili olan bu görüş daha ziyade müsteşrikler tarafından benimsenmiştir. Diğer görüşe göre aşûre günü, Hz. Nuh’tan (a.s) itibaren bütün Sâmi dinlerinde mevcut olmakla birlikte, Câhiliyye devri Arapları arasında da Hz. İbrahim’den (a.s) beri önemli görülen ve oruç tutulan bir gündür. Bu görüş Hz. Aişe (r.a) ile Abdullah b. Ömer’in (r.a.) rivayetlerine dayanmaktadır ki, bunlar sırasıyla şöyledir: “Aşûre, Kureyş’in Câhiliyye devrinde oruç tuttuğu bir gündü. Resûlulah’da (a.s.m) buna riayet ediyordu. Medine’ye hicret edince bu orucu devam ettirmiş ve başkalarına da emretmişti. Fakat Ramazan orucu farz kılınınca kendisi aşûre gününde oruç tutmayı bırakmış, bundan sonra Müslümanlardan dileyen bu günde oruç tutmuş, dileyen tutmamıştır.”1
“Aşûre Cahiliyye devri insanlarının oruç tuttuğu bir gündü. Fakat Ramazan orucu farz kılınınca Resûlullah’a aşûre konusu sorulmuş, o da, ‘Aşûre Allah’ın günlerinden bir gündür, dileyen bu günde oruç tutsun dileyen tutmasın’ buyurmuştur.”2
Bu rivayetler Cahiliyye devri Arapları nezdinde Aşûre’nın kıymetli bir gün olduğunu ifade ettiği gibi, Hz. Aişe’nin (r.a) aşûre gününde Kâbe örtülerinin değiştirildiğini anlatan bir diğer rivayeti de bu kanaati desteklemektedir.3 Mevcut rivayetlerin bütününün incelenmesi sonucunda ortaya çıkacak tabloya göre Araplar’ın, aşûre günü doğduğu rivayet edilen ve Kâbe’yi inşa eden Hz. İbrahim’in (a.s) hatırası hürmetine bu günü yaşatmış oldukları, Hz. Peygamber’in meseleye yaklaşımı da dikkate alınarak, söylenebilir. Bunun yanında Hz. Musa ile İsrailoğulları’nın Firavun’un elinden aşûre günü kurtulduğunu ve Hz. Nuh’un gemisinin Cûdî dağına aynı gün oturduğunu söyleyen yahudileri Hz. Peygamber yalanlamamış, hatta ve hatta “Biz Musa’ya uyma hususunda sizden daha yakın ve lâyıkız. Zira Hak dinin esaslarında ayrılığımız yoktur. Biz ona da getirdiklerine de inanıyoruz” diyerek bu günde oruç tutulmasını emretmiştir ki, bu da aşûre’nın Hz. Nuh’tan itibaren semavî dinlerde kıymetli bir yer teşkil ettiğinin göstergesidir. Bütün bu zikrettiklerimizin dışında, Hz. Âdem’in (a.s) tevbesinin bugün kabul edildiği, Hz Yunus’un (a.s) balığın karnından bugün çıkarıldığı, Hz. Musa (a.s) ve Hz.İsa’nın (a.s) bugün doğduğu, yine Hz. Süleyman’a (a.s) mülkün verilmesinin, Hz. Davud’un (a.s) tevbesinin kabul edilmesinin, Hz. Peygamber’in (asm) geçmiş ve gelecek bütün günahlarının affedileceğine dair kendisine Allah tarafından teminat verilmesinin bugün gerçekleştiği şeklinde birtakım rivayetler de mevcuttur.
Bütün Sâmi dinlerde makbul sayılan Aşûre günü oruç tutmanın Yahudilere farz kılındığı, Yahudilerin bu günü bayram kabul ederek bazı merasimler düzenledikleri ve bir yıllık günahtan temizlenmek için oruç tuttukları bilinmektedir.4 Cahiliyye devrine baktığımızda ise Kureyş tarafından tutulan bu orucun, bi’setten önce Hz. Peygamber (asm) tarafından da tutulduğunu, kendisi bir ara bu orucu terketmişse de Medine’ye hicretinin ardından Hz. Musa’nın (a.s) şeriatına uyarak Ramazan orucu farz kılınıncaya kadar bir kaç sefer yine bu orucu tuttuğunu ve Müslümanlara da tutmalarını emrettiğini görmekteyiz. Öyle ki konuya ilişkin bir emir bulunmadığı halde, Resûlullah (asm) münâdiler çağırmış ve Aşûre orucunu halka duyurmuş, geceleyin oruca niyet etmeyenlerin günün yarısında haberdar olsalar bile günün kalan kısmını oruçlu olarak tamamlamalarını emretmiştir.5 Ramazan orucunun farz kılınmasından sonra bu oruç isteğe bırakılmıştır. Ebû Hanife ve birtakım Şafiiler aşûre orucunun daha önce vacip olup Ramazan orucuyla bu hükmün neshedildiğini söylerken, Hanbelîler ve bir kısım Şafiîler müstehap olduğunu ifade etmişlerdir. Aşûre ile ilgili olarak, Resûl-i Ekrem’in Yahudileri taklitten kaçınmak ve hurafelerin İslâmiyet içerisine girmesine engel olmak için sadece Aşure günü değil, Muharrem’in dokuzuncu ve on birinci günlerinde de oruç tutmayı tavsiye ettiğini unutmamalıyız.
Aşûre gününün İslâm tarihi açısından siyasî bir yönü de söz konusudur ki, vâkıa Hz. Hüseyin’in (r.a) Kerbelâ’da 10 Muharrem 61’de (1 Ekim 680) şehid edilmesinden dolayı bu günün Şia mezhebi için ayrı bir önem kazanmasıdır. Ve bu gün, onlar açısından Hz. Hüseyin’in intikamını alma ahdinin tazelendiği bir matem günü olmuştur. Şiî-Fatımî devletinin kontrolü altında merasimler tertiplenmiş, Şiîlerin dövünerek ve kendilerine işkenceler ederek tuttukları matem orucu için düzenlenen bu merasimler daha sonra İran’da bir geleneğe dönüşmüş ve aslında dine aykırı olan bu tutum Şiî inancının canlılığını muhafaza etmesinde ve mezheb içi bütünlüğün sağlanmasında etkin bir rol oynamıştır. Emevîler döneminde ise, yas günü ilân edilen Aşûre, Kerbelâ faciasının unutturulması için bir fırsat kabul edilmiş ve neredeyse bir bayram kabul edilmiştir. Fatımî devleti sonrasında da şenlikler düzenlenmiş ve tatlı yiyecekler pişirilmiştir.
Çok eski zamanlardan beri devam eden aşûre aşı, Osmanlılar döneminde saraylarda pişirilmiş, hazırlanan bu tatlılar “aşûre testisi” adı verilen özel bir kapta saraydakilere ve halka Muharrem’in onundan itibaren birkaç gün süreyle dağıtılımıştır. Yine o dönemde özellikle Anadolu’da aşûre dağıtımının ardından kurban kesildiği de bilinmektedir.
Hz. Peygamber yine Hicrî takvimin ilk ayı olan Muharrem ayında tutulan orucun ne kadar kıymetli olduğunu hadis-i şeriflerinden birinde şöyle ifade etmektedir: “Farz namazdan sonra en faziletli namaz, gece yarısı kılınan namazdır. Ramazan ayından sonra en faziletli oruç, Allah’ın ayı olan Muharrem orucudur.”6 Netice olarak muharrem ayının hususan dokuzuncu, onuncu ve onbirinci günü ile diğer günlerini oruçla geçirmek; aşûrenin sünnete ve peygamberler tarihindeki kıymettar hadiselere dayanan âşikâr hikmetleri içermesi ve hicrî takvimin ilk ayının oruç gibi bir terbiye haliyle idrak edilmesi açısından son derece önemlidir. Namaz kılmak, Kur’ân-ı Kerim okumak, Cevşenü’l-Kebîr ve Risâle-i Nur okumak, gusl etmek, tevbe etmek, tefekkür etmek, ikramda bulunmak ve çeşitli şekillerde tasadduk etmek gibi mübarek gün ve geceleri idrak etmeye çalışırken yaptığımız her türlü ibadet ve amel-i salihi bu günler içerisinde de işleyerek; istiğfar ile temizlendikten sonra, iki makbul duâ ortasındaki duanın makbul olacağı hakikatinden hareketle başında ve sonunda salâvât-ı şerifeyi şefaatçi gibi zikrederek bol bol duâ etmeli7 ve mağfiret dilemeliyiz. Soluduğumuz her imtihan ânını ve özellikle çok büyük fırsat olan mübarek gün ve geceleri en kârlı bir şekilde geçirebilmek duasıyla…
Dipnotlar: 1- Buhârî, “Savm”, 69; Müsned, VI, 29-30 2- Müsned, II, 57, 143 3- Müsned, VI, 244 4- Levililer, 16/30-34, 23/27 5- Buharî, “Savm”, 69 6- Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, Davudoğlu, Ahmed, Sönmez Neşriyat, c. 6, s. 236 7- Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, Yirmi Üçüncü Mektub, s. 270
[email protected]
|
Yasin TOPAL
27.01.2007
|
|
Kızlarımdan marifet dersleri
Resûlullah (asm) “Tek kollu olanlara yardım ediniz” diyor. “Tek kollu kimlerdir ya Resûlullah?” diye sorulduğunda “Küçük çocuğu olan kadınlardır” diyor.
Bugünlerde ben de tek kollulardanım. Ama halimden hiç de şikâyetçi değilim. Çünkü; İslâmiyete göre bir kadının çocuklarını eğitimi ve eşinin meşrû isteklerini yerine getirmekten başka sorumluluğu olmadığını bilmenin huzurunu ve mutluluğunu yaşıyorum. Diğer yaptığım ev işlerini yapma zevkinin fıtratıma yerleştirildiğini ve tek kolluluk döneminin geçici olduğunu bildiğim için de rahatım. Küçük bebeğimle uğraşmak beni bayağı yoruyor ama onun bir tatlı gülümseyişi tüm yorgunluğumu unutmama vesile oluyor. Ayrıca Resûlullahın (asm) ve İslâm büyüklerinin sözleri de beni mânen tesellî ediyor. Nasıl mı? İşte böyle: “Siz kadınların, evinizde işlerinizi yaparken çektiğiniz sıkıntı, inşallah, Allah yolunda cihad edenlerin cihadına denk olur” (Hadis-i Şerif).
Şu anda dört çocuk annesiyim. Bir tane de Cennet bebeğim var. Eğer dünya imtihanını başarıyla verebilirsem sonsuza dek bebek sevme duygusundan mahrum kalmayacağım. Bazen bana “Fatma ne yapıyorsun?” dediklerinde ya bebek bakıyorum, ya işleri yetiştirmek için koşturuyorum, ya yemek yiyor ve uyuyorum diyorum. Ben de öyle part-time falan çalışma yok, full-time çalışıyorum. İşyerim de evim olduğu için öyle işe giderken de dinlenmek, otobüste, minübüste kestirmek diye bir şey yok. Ama bebeğimle birlikte mışıl mışıl uyuma hakkına sahibim. Tabiî ki her zaman değil. Ne zaman mı? Bebeğimi uyuması için sallayıp uyuttuktan sonra ve herkesin uyuma saati gelmişse...
Tüm gün maratoncular gibi koşturuyorum. Hele akşamüstü yemek vakti tam bir koşturmaca. Eşim eve gelir gelmez altın topumuzu babasının kucağına attığım gibi ya hemen namaza koşuyorum ya da sofra kurmayla ilgileniyorum. Zaten akşam yemeğinden sonra bebeği uyuturken bir yandan da ben uyuyorum.
Evet bebeğimin sevilmeye, benim de onu sevmeye ihtiyacım var. O, acz ve fakrın insanı sevdirdiğini anlatıyor. Uyurken de, elleri kulaklarının yanında yatarken de lisan-ı halle “Anne, Allah ekberdir ve namazlarını ihmal etme, çünkü bebekli anneler bebeklerini bahane ederek namazlarını ihmal edebiliyorlar. Sakın sen öyle annelerden olma” diyor. “Görüyorum ki sen beni çok seviyorsun ama bana Cenâb-ı Hakk’ın bir hediyesi ve emaneti ve Onun cemalini gösteren bir ayinesi olarak bak. Gerçi beni severken ‘Kurban olsun annesi bu güzeli verene’ diyorsun ama bu sözü diline dolarken de dimağına nakşetmeyi unutma” diyor.
Bu koşturmaca içinde bebeğim benim için yeni bir marifetullah ve muhabbetullah vesilesi.
Bu yazı bebeğimi uyuturken aklıma geldi. Yazarken bebek uyandı, bir ara ablamız Reyyan yanıma getirdi. “Kızım, aklıma bir yazı geldi” deyince, bebeği diğer odaya götürdü. Yazının karalaması bitince bebeğe bakmaya gittiğimde Reyyan “Bebeği uyuttum” dedi.
Sevgili kızlarım Meryem Nurdan ve Reyyan’a teşekkür ediyorum. Meryem Nurdan “Anne, ben senin için yeni bir marifet ve muhabbet kapısıyım” dediği için... Reyyan’a da “Anne, sen marifetullah ve muhabbetullahla meşgul olursan, her şey sana musahhar olur. Allah’ın rahmet ve yardımı gibi. Sen de benden bu dersi al” dediği için...
[email protected]
|
Fatma ÖZER
27.01.2007
|
|
|
|