Yaratılıştan mükerrem; yâni, akıl, şuûr, idrak gibi pek çok duygu, lâtife ve melekelerle donatılan varlıklarız. Bu özelliğimizden ötürü gerçeği arar;1 hâdiselerin sırrını, “aklın ışığı ve fen ilimleriyle”2 çözmeye çalışırız.
Başta kalp olmak üzere, duygularımızı ancak delil ve bürhanlarla tatmin edebiliriz. Hakikati araştırıp, doğruyu bulmak da ilim ile olur.3 İlim ise, inceleme, deney ve tecrübelerin sonucudur. Fakat, bizde işleri ayarlamada ekseriyâ üstün olan ya efkâr (düşünceler) veya hissiyât (duygular); veyahut ya hak veya kuvvet; veyahut ya hikmet veya hükûmettir. Veyahut ya kalbî meyiller veya aklî temayüllerdir. Veyahut ya hevâ (nefsî arzular) veya hüdâdır (doğru yol, Kur’ân).4
Şüphesiz “Kalbimle inandım, dilimle tastik ettim” şeklindeki kuru bir inanç, doğruyu bulmaya yetmez; nefis, his ve aklımızı kalb çizgisine çekmez. Günümüz yolunu şaşırmış felsefesinin hücüm ve “inkâr” dalgaları, onu zaafa uğratır. Nefsimiz ve en büyük yardımcısı şeytan da “şüphe ve vesveseleriyle” kuvve-i mâneviyemizi kırıyor, moralimizi bozuyor. Şüphe gediklerini kapama ve vesvaslara karşı direnme gücü, ancak “delil ve ispatla” takviye edilen imân gücüyle sağlanabilir.
Buna binâen, gerçeği bulamama veya inkârın sonuçlarından birisi de, “mâsiyet” denen hatalar, günahlardır. Günaha devam eden, onunla ülfet peyda ederek ona hoş bakar. Sonra ona âşık olup müptelâ olur, bağımlı hâle gelir. Bir daha onu terk edemez. (Sigara tiryakiliği, alkol ve uyuşturucu bağımlılığı gibi.)
Bağımlılık devam ettikçe, “inkâr-küfür” tohumu da yeşermeye başlar. Böylece, günahı, günah merciini, yasağı, yasak koyucuyu ve âhirette cezâyı inkâra yeltenir.
Meselâ, işlenen günahın utancı; o işin “günah olmadığı” düşüncesine; şiddetli utanç, “onu gören her yerde hazır ve nazır olan meleklerin bulunmadığı; nihayet öldükten sonra tekrar dirilip hayatın hesabının verilmeyeceği” temennisine götürür. Şâyet, hesap gününün gelmeyeceğine dâir vehmî (aslında olmayıp vücut rengi verilen) bir işâret bulsa onu kocaman bir bürhan kabul eder ve bir delil gibi yapışır. Ve sonunda, o günahı terk edemeyenlerin kalbi inkâr ile de kararır ve mahvolur gider.5
Binbir girift olayın sırrını çözememek aşırı korku, heyecan, stres ve sıkıntı getirir. Bu, son derece rahatsız ederken; tabiî hâdise, musîbet ve meseleler karşısında direnme gücümüzü kırar. İspat ve izâh; aklı doyurur, kalb ve vicdânı tatmin ile enerji enjekte ederek; nefsî, behimî, korkutucu, yıkıcı, elem, endişe verici hâdiseler karşısında mukavemet gücü aşılar.
Ruh gücümüzün iletkeni de, inançlarımızdır. İnançlarımız, ne kadar doğru, ne kadar çok delil ile ispata dayanırsa mânevî gücümüz de o derece yüksek olur. Çünkü, hak gelirse bâtıl, doğru gelirse yanlış yok olur. Hak aldatmaz, hakikatbîn (gerçekleri gören) aldanmaz. Kuvvet de haktadır.6 Dolayısıyla, hak ve doğruluk, güç ve enerji üretim ve birikimi demektir. Deliller ortaya çıktıkça da, imân yenilenir, ziyâdeleşir.7
Dinî, ferdî (iç dünya, psikolojik) ve sosyal hayatın selâmetini, fikrin sağlığını, görüşünün doğruluğunu ve kalb huzûrunu isteyen; Kur’ân ölçüsü ve Sünnet-i Seniyyenin terazisiyle fikir ve işlerini tartmalıdır.8 Tecrübe edilmiştir: Taassup yerinde hak, safsata yerinde delile dayananın, dünya birleşse hak olan mesleğini değiştiremez.9
Güçlü imân delil ve belgelere dayanan tahkikî imandır. Hakikî iman eden maddî-mânevî tekâmül eder; huzûr ve sonsuz mutluluğu yakalar.
Dipnotlar: 1- Mesnevî-i Nûriye, s. 210.; 2- Münâzarât, s. 127.; 3- İşârâtü’l-İ’câz, s. 102.; 4- Muhakemât, s. 40.; 5- Mesnevî-i Nûriye, s. 108.; 6- Sözler, s. 498.; 7- İşârâtü’l-İ’câz, s. 44.; 8- Lem’alar, s. 91-92.; 9- Muhakemât, s. 41.
13.01.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|