Doğu ve Batı’nın birleştiği nokta: “Hak”
Batıda, fert-devlet ilişkisi konusunda kafa yoran siyaset bilimci J. Locke, “Devlet bireylerin yaşama, özgürlük ve mülkiyet haklarını korumak için vardır” şeklinde bir görüşü dile getirmiştir. Aynı şekilde Doğu’da fert-devlet ilişkileri konusunda fikir üreten Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig adlı eserinde “Hükümdarın görevi, halka hizmet etmek ve adalet dağıtmaktır” şeklinde görüş ortaya koymuştur. Yani Doğu ve Batı düşünürlerinin birbirlerine düşünce bakımından yaklaştıkları noktaların odağında “hak” kavramı yer almaktadır.
Totaliter toplumlarda iktidar, liderin elindedir. Lider, o toplum için kurtarıcı kabul edilir. Meselâ bugün Küba için Fidel Kastro büyük kurtarıcı görülür. Dün Irak için Saddam da öyleydi. Totaliter rejimlerde liderler daima toplum için doğruyu gören ve uygulayan olarak düşünülür. Burada egemenliğin kaynağı, halkın lidere karşı duyduğu inançta bulunur. Ancak liderlerin ölümüyle birlikte bu inançlar da yerle bir olur.
İşin aslı kişilerden ziyade sistemlerin kurulması ve işletilmesidir. Demokrasiler daima totaliter rejimlerin alternatifleri olmuştur. Vatandaşlar kendilerini demokrasiye yakın hissettikleri oranda refah toplumlarına yaklaşacaklardır. Aksine bir tercih, ister istemez, yokluk, kıtlık, sefalet ve savaş getirecektir. Dünya tarihi bunların dramatik örnekleriyle doludur. Bunun en son ve en can alıcı örneği komşumuz Irak’ta yaşananlar ve Saddam’ın akibetidir.
Siyaset Bilimci Maks Weber, egemenliğin kullanılış biçimiyle ilgili olarak üç kaynak belirtmiştir:
1- Hukuka ve yasalara uygun iktidar oluşumu. Burada iktidar, gücünü yasalardan alır. Halkın iktidara uyması ise, iktidarın hukuka uygun davranması ve yönetimin bir makam olarak görülmesi sebebiyledir. Demokratik yönetimler bunun örneğidir.
2- Geleneksel anlayışa göre, iktidarın bir güç, itaat edenlerin de halk olduğu düzen. Buna feodal ve monarşik yönetimler örnektir.
3- Karizmatik yönetim anlayışı, bir kişinin ya da liderin olağanüstü sayılan niteliklerinden doğmuştur. Karizmatik liderler, genellikle toplumların bunalımlı dönemlerinde ortaya çıkarlar.
Aslında demokratik toplumlarda bireyin hakları daima en üstte tutulmuştur. Demokratik toplumlarda fertlerin vatandaş olmaktan kaynaklanan hakları vardır ve bunlar kanunî güvence altındadır. Bu haklar; yaşama, mülk edinme, özgürce düşünme, düşündüklerini yayınlama, istediği felsefî anlayışa bağlanma, istediği dine inanma, inandığı dinin ibadetlerini yerine getirme, istediği siyasal partiye girme, istediği tarzda san'at icra edebilme.
Burada sıraladığımız konular Türkiye açısından düşünüldüğünde, demokrasi yolunda daha çok mesafe katetmemiz gerektiği ortaya çıkıyor.
Bürokrasi halka hizmet etmeli
Devletlerde işi gören kesim bürokratlardır. Devletler bürokrasiden vazgeçebilirler mi? Bence hayır geçemezler. Çünkü devletin sağlıklı işlemesi için bürokrasiye ihtiyaç vardır. Ancak bürokrasi halka tepeden bakan değil, ona hizmet eden olmalı.
Devletin yapılanması ve işleyişinde bir sistem olarak ortaya çıkan bürokrasinin olumlu ve olumsuz yönleri vardır. Bürokrasi, devletin vatandaşlarla iletişimini sağlayan memurlar ve bu sınıfın çalışma biçimidir. Bir devletin varlığı için siyasî kadrolar ne kadar önemli ve zorunlu ise, devlet işlerinin yürütülmesi için de bürokrasi aynı derecede önemli ve zorunludur. Taşıdığı özelliklerle bürokrasi çok eleştirilmiştir. Günümüzde de eleştirilmektedir. Gelecekte de eleştirilecektir. 4 yıldır ülkeyi idare eden AKP hükümeti de en üst düzeyden bürokrasi eleştirisi getirmektedir. Ancak, Türkçe’mizde bir deyim vardır: “At sahibine göre kişner!” Niyetim bürokratlarımızı ata benzetmek değil. Ama bürokratların da, siyasî iktidarın durumuna göre tavır aldıkları bir vakıadır.
Sivil toplum
Fertlerin siyasî otoriteye karşı kendi haklarını ve özgürlüklerini savunabilmek için örgütlendikleri demokratik yapıya “sivil toplum” denir. Bu sebeple sivil toplum, demokrasilerin vazgeçilmez bir parçasıdır. Bürokrasiyi meşrû çizgide tutacak olan mekanizmalardan bir tanesi de şüphesiz sivil toplumdur. Sivil toplum, toplumu oluşturan fertlerin, iktidarı elinde tutanlara karşı konumunu belirler. Demokratik toplumlarda bireyler, özgürlüklerini, söz ve karar haklarını özgürce kullanabilmek için örgütlenirler. Bu örgütlenmeler, devlet etkinliği ve denetimi dışında gönüllü bireyler tarafından oluşturulur. Bunlar, meslekî örgütler olduğu gibi, belli düşünceler etrafında meydana gelen gruplar da olabilir. Böylece bilinçli bir toplumsal yapı oluşur. Bilinçli bir toplumsal yapının oluştuğu yerde de “hakların” kolayca çiğnenmesi mümkün değildir.
Medya siyasette kaçıncı güç?
Demokratik toplumlarda, egemenlik yazılı kanunlarla belirlenir ve iktidar sahibi, kanunlarla belirlenmiş bir hukuk sistemi içinde egemenlik gücünü kullanır. Demokrasilerde hem yönetenin, hem de yönetilenlerin hak ve görevleri kanunlarla düzenlenmiştir. Demokratik toplumlarda dört temel kuvvet vardır: Yasaları yapan parlamento, yasaları uygulayan hükümet ve bağımsız yargı (mahkemeler) ve basın (medya). Son yıllarda ülkemizde sıralamada dördüncü kuvvet olan basın bazen diğer kuvvetlerin önüne geçebilmektedir. Bu durumda da güçler dengesi ciddî oranda sarsılmakta, bir çok “hak” ve “hukuk” çiğnenmektedir.
Egemenliğin kaynağı neresi?
Siyaset felsefesi, devleti, “siyasî sınırları tesbit edilmiş, belli bir coğrafya parçası üzerinde yaşayan, egemenliğe sahip en büyük siyasî kurumdur. Görevi, toplumu dışarıya karşı korumak, içerde toplumsal düzeni sağlamaktır” şeklinde tanımlamaktadır. Burada karşımıza “egemenliğin kaynağı” kavramı çıkmaktadır. Peki egemenliğin kaynağı nedir? Tarih boyunca tartışılan bu konu üzerinde tam anlamıyla bir konsensüs sağlanamamakla birlikte yine de belirli bir mesafe alınmıştır.
Kimi toplumlarda iktidar, krallıklarda olduğu gibi dinî kaynaklıdır. Kral, Batı toplumlarının görüşüne göre (Tanrı adına) toplumu yönetir. Doğu ve özellikle İslâm toplumlarındaki anlayışa göre Sultan (halife) Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi olarak halkı yönetir. Bu düşünce, Allah’ın, insanı genel olarak “halife-i arz/eşref-i mahlûkat” olarak nitelendirmesine bağlanmaktadır.
Demokratik toplumlarda iktidarlar özgür seçimlerle işbaşına gelirler. İktidarın kaynağı, halkın özgür iradesidir. Bu düşünce aslında başlangıçta İslâmın dört halifesinin seçiminde de göze çarpar. Ancak daha sonra “hilâfetin saltana dönüşmesi” ile birlikte İslâmın bu yüzü unutulmuştur. Ama aslında demokratik bir seçim ve millet iradesinin meclis eliyle kullanılması esası İslâmın özüyle ters düşmediği gibi aynı zamanda bir emir olarak da görülebilir. Çünkü İslâmda “şûrâ” ve “istişare”nin emredilmiş olması, başka türlü nasıl anlaşılabilir?
Kimi toplumlarda ise iktidar, toplumda bozulan düzeni tekrar sağlamak için yapılan bir ihtilâlde kaynağını bulur. Ancak tarihi süreç içinde yaşanan bu tür girişimler, geçici olarak başarı elde etse bile neticeleri itibariyle kalıcı olamamışlardır. Bunun en açık örneği Rusya’dır. 1917’de gerçekleştirilen Bolşevik Devrimi ile şekillenen Komünist Rusya bu yapısını ancak 70 yıl koruyabilmiştir
Meşrûiyetin kaynağı
İktidarı kullananların haklılık, kanunlara uygunluk durumunu nereden aldıkları da bir başka merak konusudur.
Her iktidar kendini meşrû, yani haklı bulur. O zaman meşrûiyetin objektif bir ölçütü olabilir mi? Meşrûiyet iktidar olmanın, yönetme biçiminin özelliklerine göre değişebilmektedir. İktidarın meşrû olabilmesi için mevcut kanunlara uyması beklenir. Bir iktidar, meşrû yoldan iktidara gelebilir ancak, bundan sonra da kanunlara uygun icraat yapması beklenir. Bunu yapmadığı takdirde meşrûiyeti tartışılır hale gelebilir. Demokrasilerde meşrûiyetin kaynağı, halkın özgür iradesi ve oyudur. Buna “millî hakimiyet” ya da “ulusal egemenlik” denir. Halk, bu iradesini parlamenter sistemde milletvekilleri aracılığıyla gerçekleştirir.
Bu arada sözü, Cumhurbaşkanlığı seçimi tartışmalarına getirmek istiyorum. 4 yılı aşkın süredir kanunlar çıkaran, ülkenin idaresini millet adına yürüten parlamento’nun 11. Cumhurbaşkanı’nı seçemeyeceğini iddiâ etmek, bu konuda topu taca atmak, en hafif deyimiyle millî irade ile dalga geçmektir.
Bir toplumda halkı yönetme gücüne sahip olmaya iktidar; iktidarı elinde bulunduranın toplumu idare etmesine de yönetim gücü denir. İktidarı elinde bulunduranların, yönetme gücünü kanunlara uygun olarak elde etmesi ve bu gücünü kanunlara uygun olarak sürdürmesine ise “meşrûiyet” diyebiliriz. Egemenlik iktidar olmaktan doğan gücü kullanma san'atı ise mevcut iktidar halkın meşrû oyları ile iş başına geldiğine göre pekâla yeni Cumhurbaşkanını da seçebilir.
Bir toplumu oluşturan kişilerin, gerek aralarındaki, gerekse devlet ile olan ilişkilerini düzenleyen yazılı kurallar ve kanunlar sistemine hukuk diyoruz. Eğer hukuk sistemi sakat olan bir toplumun uzun süre ayakta durabileceğini iddia eden varsa, bu iddialar safsatadan öteye geçemez. Çünkü, hukukun sağlıklı işlemediği bir yerde düzenden bahsedilemez.
Hukuk, kendisine bağlı olarak “hak” kavramını doğurur. “Hak” ise küçüğüne büyüğüne bakılmadan sahibine teslim edilmelidir. Bir toplumda hukuk sisteminin fertlere verdiği yetkiyi ifade eden “hak”lar çiğnenirse o toplumda kaos ve karmaşa hâkim olur. Bunun için herkesin hakkı âdil bir şekilde verilmelidir.
[email protected]
|
Mustafa GÖKMEN
13.01.2007
|
|
Aile içi diyalog
İnsanın hakiki huzur, rahat ve saadeti duyduğu yerlerin başında aile yuvası gelir. İnsanın kendi aile bireyleri arasında duyduğu mutluluğu başka bir mutlulukla mukayese etmek mümkün değildir.
Kuşkusuz, bu kutsal kurumdaki huzur ve saadet, karşılıklı anlayış ile pekiştirilir. Bu yüzden söz konusu huzur ve saadeti gölgeleyecek her türlü yaklaşım ve davranıştan uzak durmak gerekir.
Genellikle iç işlerin bakanı ve sorumlusu hanımefendi; dış işlerin bakanı ve sorumlusu ise beyefendidir. Dolayısıyla her birey rolüne uygun ve uyumlu davranmak durumunda ve bunu bir zorunluluk olarak algılamak mecburiyetindedir. Aksi takdirde sorun ve sıkıntıların sonu gelmez.
Sıkıntıya sebebiyet veren noktaların başında aile kurumunu temelini oluşturan üyelerin birbirlerini dinlememeleri veya karşılıklı önyargıya kapılmaları hususu gelir.
Bazen de–özellikle beylerin—aile fertlerine vakit ayırmaması, sevgisiz ve ilgisiz kupkuru bir ortamın oluşmasına sebebiyet vermekte ve huzursuzlukları beraberinde getirmektedir. Bilhassa, gereksiz bir biçimde eve geç saatlerde dönme alışkanlığı, aileyi derinden yaralamakta; özellikle çocukların başıboş ve sevgisiz kalmalarını netice vermektedir. Bu durumda—zorunlu olarak—bütün yük ev hanımının sırtına binmekte ve hayattan bezmesine neden olmaktadır. Üstelik bu durumu beyiyle paylaştığında azar işitmekte ve “yetki” sorunuyla karşılaşmaktadır. Beyefendi, evin tek hâkimi, tek yöneticisi, tek sahibi, tek âmiri ve tek reisi olduğunu rahatlıkla söyleyebilmekte ve “işine karışılmamasını” tehditle ileri sürmektedir.
Gerçekten, kahvehane köşelerinde vakit öldürüp eve geç gelme alışkanlığı, hem ev hanımının hem de çocukların maddî-manevî çöküntülerine sebebiyet vermektedir. Ayrıca bu alışkanlık, sahibini de mutlu etmemekte; aksine huzursuzluğuna “huzursuzluk” katmakta ve sağlığını bile tehdit eder hale gelmektedir. Başta, masum gibi görünen “takılmalar” zamanla “çok büyük” kötü alışkanlıkları beraberinde getirebilmektedir.
Halbuki gün boyu ev işleri ve çocuklarla uğraşmış olan hanımefendinin, beyefendiden destek görmesi, yalnızlığının paylaşılması, hal-hatırının sorulması en doğal beklentisidir. Bunu görmediği takdirde yaptığı işlerden zevk duymamaya, hatta yaptıklarını angarya gibi görmeye başlar.
Öte yandan, mümkün olduğunca iş yeri problemlerinin eve taşınmaması; bitmeyen işlerin eve getirilmemesi tavsiye edilir. Eve, çoluk-çocukla ilgilenmek; onlara vakit ayırmak, beklentilerini karşılamak ve dolayısıyla huzur ve saadeti yakalamak için gelinmeli; aksi takdirde çocukların başarısızlığı dahil her türlü problem söz konusu aileyi bekler.
Aile yönetiminin karşılıklı anlayış ve istişareyle sürdürülmesi pek çok sıkıntının ortadan kalkmasını sağlar.
Karşı pencereden olaya bakıldığında ise bazen, beylerin gereği gibi karşılanmaması, gerekli hazırlıkların yapılmaması, bir tebessümün dahi esirgenmesi beyleri rahatsız etmekte ve huzurlarını kaçırmaktadır. Oysa eve yorgun-argın dönen beyefendinin en azından tebessümlü bir ‘Hoş geldin’ cümlesini duyması en tabiî hakkıdır. Böyle bir karşılama bütün yorgunluğunu unutturur. Özellikle, sabahleyin ailesiyle kahvaltısını yapıp güzel bir edayla uğurlanmışsa, bu durum beyefendinin başarısını katlayacağı gibi; huzur ve saadetini de ziyadeleştirir.
Ancak, hanımlar evlerin hizmetçileri değildir. Ağır yükleri ve sorumlulukları vardır. Rollerine uygun bir biçimde gördükleri hizmetler ‘hizmetçi’ olduklarını ortaya koymaz.
Maalesef, toplumumuzda genellikle terazinin kefesi hanımların aleyhine bozulmakta ve bir takım dengesizlik ve huzursuzluklar meydana gelmektedir.
Oysa beyefendi ve hanımefendiler birbirlerini tamamlayan, birbirlerine destek veren, huzur ve sevinçlerini; keder ve sıkıntılarını paylaşan iki temel unsurdurlar…
Kısacası, aile mutluluğunu sağlamanın en önemli faktörü iletişimi kuvvetlendirmektir. Bu bakımdan, iletişimi engelleyen veya gölgeleyen her türlü unsuru ortadan kaldırmak aile kurucularının ortak görevidir.
[email protected]
|
Y. Doç. Dr. Cüneyt GÖKÇE
13.01.2007
|