İman esasları, ibadet ve ahlâkî değerlerimiz kâinat çapında iken, esfellerde sürünmemizin sebebi nedir? Eğer bir inançta veya sistemde imân boyutu yoksa veya ihmal edilirse pratik hayata yansıma yoktur veya etkisizdir. Ve keza, İslâm şartları, ibadetler imanın gücü nisbetinde yerine getirilir. İbadetler ise, ferdî, ailevî ve sosyal düzeni, dayanışmayı, yardımlaşmayı sağlar.
Tarih şahittir: Müslümanlar İslâmiyete sarıldıkları zaman terakkî etmiş; uzaklaştıklarında da belâ ve musibetlere hedef olmuş; geri kalmışlardır. Müslümanların yükselme dönemlerindeki eğitim sisteminde iman temel ders olarak ele alınır; tefekkür ve ibadetlerle pratiğe geçirilerek detaylı bir şekilde işlenerek özümsenirdi. Tahkikî iman elde edildiğinde hayatın her safhasında, her söz ve davranışta tezahür eden bir sır olur. Son birkaç asırdır Müslümanların geri kalmalarının sebebi; müthiş bir güç kaynağı olan gerçek iman boyutunu ihmal etmeleridir. Ekonomik, kültürel veya dış etkenler, bu zaaftan yol bularak bünyeyi içten içe çürütür. Ki, günümüzün en mühim problemi, imânın, yâni, İslâm binâsının temellerinin sarsılmasıdır.
İmânın taklitten tahkikîye çıkarılıp güçlendirilmesi hayatî önem taşırken öncelik hâlâ amele, şekle veriliyor. Bu, temeli sarsılan binanın kiremitlerini değiştirmek, çatlakları sıvamak, duvarları boyamak ve cilâlamak gibi bir şeydir. Tıp, yüzümüzde çıkan sivilce veya yaraların sebebinin, derinlerde, karaciğer ve sair organlarda aranması gerektiğini söyler. Bu, sosyal bünyemizde görülen manevî yaraların kökünün de, iç âlemimizde olduğunu göstermez mi? Ne yazık ki, asırlardır, Kur’ân’ın temel, esas olarak nazara verdiği “iman, ilim ve tefekkür” üzerinde değil; muâmelat ve teferruâtta yoğunlaşarak detayları inceden inceye elekten geçirmekle meşgulüz.
Oysa, imân, temeldir, esastır, köktür, ışıktır, nurdur, kuvvettir, hayat suyudur. İbâdet, muamelât ile sâir hükümler ise; oda, mefruşat, çatı, dal veya yaprak hükmündedir. Yanılgılarımızdan birisi de, sadece “İnanıyorum, kabul ediyorum” demekle, gerçek imâna sahip olacağımızı varsayıp dünya ve âhiret mutluluğunu kazanacağımızı sanmamızdır.
Birkaç asırdır eğitim sisteminde iman şartları yalnızca okunup geçilir, üstünkörü öğrenilir ve eski dönemlerin anlayışı tekrarlanır oldu. Bunun yanında, teferruât meseleler, en ince detaylarına kadar işleniyor. İtiraf edelim ki, imanın ne olduğunu tam olarak bilemediğimiz gibi, güçlü bir imanın çalışma, ilim ve tefekkürle nasıl kazanılabileceğinin de pek farkında değiliz. İman zaafı, hayatımızın tüm katmanlarına sirayet ederek bizi güçsüz kılmış.
İman zaafiyetini aşmanın yolu, onu yeniden ele almak ve güçlendirmekten geçer. Ki, Nisa Sûresinin 136. âyetinde, “Ey iman edenler, îmân ediniz!” tabiriyle iman edenlerin iman etmesine vurgu ve tahşidat yapılmasının sırrı budur.
23.01.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|