|
|
Davut ŞAHİN |
Tahrik tsunamisi |
|
Ermeni gazeteci Hrant Dink cinayeti hafta sonu gündemini patlattı.
Cinayetin işleniş biçimi yüreklerimizi “hop”lattı.
Çünkü bundan daha alenî bir provokasyon olamazdı.
Hatta genç zanlının yakalanış biçimi bile tuhaf. Belindeki silah ve beyaz beresi ile “gelin beni yakalayın” der gibi...
Katil zanlısının süratle yakalanışı, kamuoyunun beklentisini bir ölçüde karşıladı.
Emniyet güçleri vazifelerini hakkıyla yerine getirdi.
Asıl mesele: bundan sonra ne olacak?
Bana kalırsa, bu cinayet tıpkı Danıştay cinayeti ve İsmailağa Camii cinayetleri gibi gün geçtikçe daha karanlık, hatta dipsiz bir kuyuya dönüşecek.
Zaten bu cinayete azmettirenlerin derdi, masum insanların katledilmesi değil.
Hadisenin bıraktığı iz veya dalgalanmanın getireceği tahribat
Yani cinayete azmettiren mihraklar, bu dalgadan bir tsunami bekliyor.
*
Dink’in öldürülmesi sonrası, bir kısım medya kimi zaman ölçüyü kaçırdı.
Özellikle Show TV...
Cumartesi akşamı yaptığı yayınla, neredeyse masum bir gencin ha-yatını karartıyordu.
Emniyet, “mobesse” kameralarında tesbit edilen görüntüleri basına dağıtınca, olanlar oldu.
Show TV resmen insan avı başlattı. Katil zanlısı Ogün Samast’ın başındaki beyaz bereyi ölçü alarak Samast’ınkine benzer bir bere taşıyan İstanbul Teknik Üniversitesi öğrencisi Burakhan T.’yi katil zanlısı olarak gösterdi.
Burakhan T. bunun üzerine polise gidip “Hrant Dink’i ben öldümedim” diyerek ifade verdi. Dahası “koruma” istedi. Üniversiteli genç, “Televizyonda yayınlanan görüntülerin ardından bazı gruplar tarafından hedef olabilirim” diyerek endişesini açıkça ortaya koydu.
Haklı. Sen kalk, üstelik ana haber bülteninde “zanlı” diye masum bir gencin peşine düş. Show TV bundan sonraki yayınlarında daha dikkatli davranır umarım.
*
Sky Türk, TGRT, HaberTürk, atv, NTV ve Haber 7 üzerine düşen haberciliği yaptı... Canlı yayın bağlantısıyla seyircilerine en kısa zamanda görüntü ulaştırdı ve ünlü yorumcuları stüdyoya davet ederek, bilgilendirdi.
*
İstanbul Valisi Muammer Güler ve Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’ın Rakel Dink’i başsağlığı ziyareti manidardı.
Öte yandan Sezen Aksu ve Adnan Şenses gibi şarkıcıların da Dink’in evine giderek, eşini teselli etmeleri de...
Keşke bu “hassasiyet” İsmailağa Camiinde halka vaaz verirken saldırıya maruz kalan merhum Bayram Ali Öztürk Hocanın yakınlarına da gösterilseydi.
Her iki cinayette bile “reaksiyon” farkı vardı.
Bunu görmemek için kör olmak lâzım.
Çünkü Dink’e yapılan menfur saldırı “uluslararası reaksiyon” görürken, Bayram Ali Öztürk’ün cenazesine aynı “hassasiyet” gösterilmedi, hatta üstü örtüldü.
23.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin EREN |
Suya susuz bakmak |
|
Su suskun değil, dalga durgun değil… Dinlenirse suyun sesi, çözülürse dalgaların dili, derinliklere inilir, yükseklere çağlanır.
Su sırlarla sarılı, dalgalar hikmetlerle dolu… Su hayat, hayat ise su gibi akıcı ve dalgalı… Bir damla su ile başladı hayatımız, dalgalana dalgalana bu hale geldik ve bir damla olarak yine toprağa düşeceğiz.
Bir damla suda ne fırtınalar kopar, ne coşkular yaşanır… Suskunluklar soluklanır, kederler derlenir, elemler devşirilir… Durmadan dalgalanır dalgalar…
Deryada damla, damlada derya saklı… Kâh olur bir damla koca deryayı yutar, kâh olur deryada kaybolur büyük bir dalga…
Dalgaların hep aynı olduğunu ve her dalganın değişmeden düz aktığını kim söyleyebilir? Deryada doğan bir dalga ne değişimlerden geçerek sahil sayfasına imzasını atarak noktalanır. Birbirine benzer fakat aynı değildir dalgalar… Her biri ayrı bir nokta koyarak farklı şekillendirir hayat sahilini… Bütün noktalar bir noktaya dolar; sonsuzluk duâsı… Hüznü ve coşkusu budur denizin; yükselişi göğe güneşe daha fazla yakın olma ve yansıtma coşkusu, dökülüşü ayrılık sancısıyla inleyişi…
Dalgaların dili ışığın renklerini söyler… Suyun renksizliği renklerin şarkısıdır… Şiirdir su; sessizliğin derinliğinde çağlar… Üstü ne kadar dalgalıysa, altı o kadar duru ve derindir… Nice canlının, nice bitkinin beşiğidir dalgaların altı… Yeryüzü yeşilliğinin yüzde seksene yakını denizlerin derinliklerinde olduğu düşünülürse hayatın nerede doğduğu ve yaşadığı dimağlara dökülür.
Su boğmaz dimağların sığlığı boğar. Dalgalarla yüzmeyi öğrenen dertlerle yatar, devalarla uyanır… Sabır suların sonu sahil selâmetlerdir… Yunuslar niye göğe sıçrar ki; duâmızı duyun diye…
Kâinatın vücud âlemine yansıması ilkinde bir damla gibi olmadı mı? Damladan deryalar doğdu; yıldızlar, galaksiler raksa başladı… Hayata beşiklik etmekle güldü dünya… O derya kıyametle tekrar bir damlaya dönüşmeyecek mi? Kâinatın bütün dalgalanmaları sonsuzlukta tekrar doğma duâsı değil mi?
Tıpkı küçük âlem insanın büyük duâsı gibi… Biri okuyor diğeri âmin diyor kendi lisanıyla… Duâsızlıkta boğulansa sonsuzluğu yitiriyor.
Duâ damlalarla dolarsa kalp kabı, Nur denizler coşkudan taşar, hakikat renkleriyle raksa başlar, dimağlar hikmetle dolar, vicdan sükûna erer… Duâdan inleyen bir kalp deryaları kurutur, damlaları deryaya dönüştürür…
Kabir sahiline vuruncaya kadar duâ dalgalanmalarına devam, kâinat da kıyamet duvarına çarpıncaya dek… Soru ve sorun noktayı nerede, ne zaman koyacağımızda değil nasıl koyacağımızda.
Susuzluğumuz duâsızlık… Yağmursuzluksa duânın çağlayış vakti… Yunus nidalarla inleme zamanı…
Suya susuz bakarsak dimağ denizi durgunluk ve dalgasızlıkta kokuşur, kararır kalp ummanı…
Duâ suyu âleminizi doldursun, hikmet çağlayanlar kabre kadar kalbinizde eksik olmasın…
Gönlünüze damlayan bir damla olmuşsam, işte o benim duâm… Ummanlar kazanmış kadar sevineceğim.
Evet, yağmurlar yağsın, yere de yüreklere de… Duâ sulardayız.
23.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Ermenilerle dostluk |
|
Hrant Dink’in yaklaşık bir buçuk yıl önce Yeni Asya’da çıkan ve alçakça katli üzerine bir kez daha yayınladığımız röportajındaki şu sözleri, Türk-Ermeni ilişkilerini rayına sokacak en gerçekçi yaklaşımın ifadesi:
“Sonuçta Allah bu iki halkı birbirine komşu kılmış. Bunlar isteseler de, istemeseler de yan yana, barış içinde yaşamak zorundalar.”
Aynı fikri, yaklaşık bir asır önce İslâm âlimi Bediüzzaman da dile getirmemiş miydi?
1910’lu yılların başlarında şark aşiretleriyle yaptığı ve sonradan Münâzarat adıyla kitaplaştırdığı sohbetlerinde Said Nursî, “Ermeniler bize düşmanlık edip, hile ve hıyanet ediyor. Nasıl dostluk üzerinde ittifak edeceğiz?” sualine şu dikkat çekici cevabı vermişti.
“Düşmanlığın sebebi olan istibdat öldü. İstibdadın zevaliyle dostluk hayat bulacak. Size bunu kat’iyyen söylüyorum ki:
“Şu milletin saadeti ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vâbestedir (bağlıdır). Fakat mütezellilâne (zillet içerisinde ve ezik bir tavırla) dost olmak değil, belki izzet-i milliyeyi muhafaza ederek, musalâha elini uzatmaktır.
Ermenileri, “Âdem zamanında yolda arkadaşlık eden bizimle gelmiş büyük bir unsur” olarak niteleyen Bediüzzaman, böyle bir kavmi yok etmenin imkânsızlığını ve ayrıca faydasızlığını vurgulayarak şöyle diyor:
“Hem de onlar uyanmışlar, siz uykudasınız. Hem de fikr-i milliyetle müttefik ve kavîdirler (güçlüdürler); siz ihtilâfla şimdilik boşsunuz, hem de galebe etmek istiyorsunuz.”
Devamında ise şunları söylüyor:
“Onlar sizi mağlûp ettiği silâh ile, yani akıl ile, fikr-i milliyetle, meyli terakkî (kalkınma isteği) ile, temayül-ü adalet ile mağlûp edebilirsiniz. Bence şimdi kılıç vuran, o kılıcın aksi döner, yetimlerine dokunur. Şimdi galebe kılıç ile değildir. Kılıç olmalı, lâkin aklın elinde.
“Hem de dostluğun sebebi vardır. Zira komşudurlar. Komşuluk, dostluğun komşuluğudur. Hem de onlar uyandılar, dünyaya yayıldılar, terakkiyat (ilerleme) tohumlarını topladılar, vatanımızda ekecekler. Bizi medeniyete mecbur, terakkîye ikaz, bizdeki fikr-i milliyeti hüşyar ediyorlar (uyandırıyorlar).
“İşte bu noktalara binaen onlarla ittifak etmek lâzımdır. Hem de bizim düşmanımız ve bizi mahveden, cehalet ağa, oğlu zaruret efendi ve hafîdi (torunu) husumet beydir. Ermeniler bize düşmanlık etmişlerse, şu üç müfsidin kumandası altında yapmışlar.” (s. 43-4)
Eğer bu sözlere kulak verilseydi, 1915 olayları yaşanır mıydı? Sözü edilen fikr-i milliyet, yine Said Nursî’nin “Milliyetimiz bir vücuttur; ruhu İslâmiyet, aklı Kur’ân ve imandır” sözüne uygun şekilde anlaşılsa ve Kürdü, Arabı, Ermeniyi, Rumu, “Türk” olmayan herkesi düşman sayan bir ırkçılık şeklinde uygulanmasaydı bu sıkıntıları çeker miydik?
Diyelim ki, olan oldu. Yaşananlar geride kaldı. Hiç değilse onlardan ders çıkarıp, gerek Ermeni diasporası, gerekse Türkiye’de yaşayan bizler, Hrant Dink’e “Allah Bediüzzaman’dan razı olsun” dedirten bu mesajlara kulak vererek gereğini yapmak suretiyle bugünü ve geleceği kurtarsak fena mı olur?
23.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
İnsanı iyilikleri kurtarır |
|
İyiliklerin gönlü rahatlatan, kötülüklerin de huzursuz eden hakikatler olduğunu biliyoruz.
Bu iyilik ve kötülüklerin peşin mükâfatıdır. Ölüm anında da, kabir ve daha öte âlemlerde de bunların karşılıklarını görür insan. Semüre’nin (r.a.) rivayet ettiği bir hadis-i şerifte1 Allah Resûlü (a.s.m.) birgün Mescid-i Nebevîye gelmiş, Sahabîlerine gördüğü bir rüyasını anlatmış.
Rüyaya göre Azrail (a.s.) ümmetinden bir adamın ruhunu almak üzere gelir, anne babasına yaptığı iyilikler gelip onu korku ve şiddetten kurtarır.
Birisi vardır ki kabir azabı hazırlanmıştır kendine. O anda aldığı abdestler gelip onu azaptan azat eder.
Birisi vardır ki kabrinde şeytanlar gelip onu rahatsız etmekte, korkutmaktadırlar. Dünyada yaptığı zikirler gelip onu şeytanların elinden alır.
Birisini görür ki, adam susuzluktan yanıp kavrulmaktadır. Ağızı kavrulmuş, dili dışarıya sarkmıştır. Hangi havuzun başına varsa kovulmaktadır. O anda tuttuğu oruçlar hemen imdadına koşup susuzluğunu gidermekte, suya kandırmaktadır.
Birisini görür ki azap melekleri adamın üzerine üşüşürler. O anda kıldığı namazlar gelip adamı meleklerin ellerinden alır.
Bir adamı görür ki halka halka peygamberlerin oturmakta olduğu gruplardan birine yaklaştığında onu kovuyorlardı. Cünûplükten yıkanması gelir, elinden tutup hem de Peygamberimizin yanına oturtur.
Birini görür ki dört bir yanını karanlıklar sarmıştır adamın. Ne yapacağını, nereye gideceğini bilememekte, şaşırıp kalmaktadır. O anda yaptığı hac ve umreler gelip onu o karanlıklardan kurtarıverir.
Bir adam görür ki insanlarla konuşmak ister, ama kimse onunla konuşmaz. O anda akrabalarıyla yaptığı iyilikler gelir, ‘Ey mü’minler topluluğu bununla konuşunuz’ der, onlar da konuşmaya başlarlar.
Birini görür ki, Cehennem bütün hiddet ve şiddetiyle ona hücum etmekte, harareti ve sıçrattığı kıvılcımlarla onu mahvetmeye çalışmaktadır. Tam o anda Allah için verdiği sadakalar, yaptığı hayırlar gelip o ateşe karşı bir perde ve siper olur.
Birini görür ki zebaniler gelip adamı yaka paça yakalarlar. O anda yaptığı emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münkerler gelir, onu zebanilerden alıp rahmet meleklerine teslim ederler.
Bir adam görür ki dizi üzerine düşmüş, Rabbi ile aralarında bir perde bulunmaktadır. Güzel ahlâkı gelip elinden tutar, onu Rabbinin huzuruna götürür.
Amel terazisinin sevap kefesi hafif gelen bir adam görür. O anda hiçbir menfaat gözetmeden vermiş olduğu borçlar gelip terazinin sevap kefesini ağırlaştırır.
Cehennem kıyısında dikilip bekleyen bir adama ise sahip olduğu Allah korkusunun gelip onu oradan kurtardığını, Cehennemi atlattığını görür.
Cehenneme atılan bir adamı da Allah korkusundan dolayı akıttığı göz yaşlarının gelip onu çıkardığını görür.
Yine birisini görür ki, Sırat köprüsü üzerinde durmuş, kâh koşmakta, kâh yüzüstü düşmekte, kâh Sıratın çengellerine takılmaktadır. O anda getirmiş olduğu Kelime-i Şehadetler gelip onu kurtarmakta, Cennet kapılarını açıp içine koymaktadır.
İşte iyiliklerin ahiretteki karşılıkları!
Dipnotlar:
1. Tezkire, s. 89-90.
23.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Perişanlığımızın sebebi |
|
İman esasları, ibadet ve ahlâkî değerlerimiz kâinat çapında iken, esfellerde sürünmemizin sebebi nedir? Eğer bir inançta veya sistemde imân boyutu yoksa veya ihmal edilirse pratik hayata yansıma yoktur veya etkisizdir. Ve keza, İslâm şartları, ibadetler imanın gücü nisbetinde yerine getirilir. İbadetler ise, ferdî, ailevî ve sosyal düzeni, dayanışmayı, yardımlaşmayı sağlar.
Tarih şahittir: Müslümanlar İslâmiyete sarıldıkları zaman terakkî etmiş; uzaklaştıklarında da belâ ve musibetlere hedef olmuş; geri kalmışlardır. Müslümanların yükselme dönemlerindeki eğitim sisteminde iman temel ders olarak ele alınır; tefekkür ve ibadetlerle pratiğe geçirilerek detaylı bir şekilde işlenerek özümsenirdi. Tahkikî iman elde edildiğinde hayatın her safhasında, her söz ve davranışta tezahür eden bir sır olur. Son birkaç asırdır Müslümanların geri kalmalarının sebebi; müthiş bir güç kaynağı olan gerçek iman boyutunu ihmal etmeleridir. Ekonomik, kültürel veya dış etkenler, bu zaaftan yol bularak bünyeyi içten içe çürütür. Ki, günümüzün en mühim problemi, imânın, yâni, İslâm binâsının temellerinin sarsılmasıdır.
İmânın taklitten tahkikîye çıkarılıp güçlendirilmesi hayatî önem taşırken öncelik hâlâ amele, şekle veriliyor. Bu, temeli sarsılan binanın kiremitlerini değiştirmek, çatlakları sıvamak, duvarları boyamak ve cilâlamak gibi bir şeydir. Tıp, yüzümüzde çıkan sivilce veya yaraların sebebinin, derinlerde, karaciğer ve sair organlarda aranması gerektiğini söyler. Bu, sosyal bünyemizde görülen manevî yaraların kökünün de, iç âlemimizde olduğunu göstermez mi? Ne yazık ki, asırlardır, Kur’ân’ın temel, esas olarak nazara verdiği “iman, ilim ve tefekkür” üzerinde değil; muâmelat ve teferruâtta yoğunlaşarak detayları inceden inceye elekten geçirmekle meşgulüz.
Oysa, imân, temeldir, esastır, köktür, ışıktır, nurdur, kuvvettir, hayat suyudur. İbâdet, muamelât ile sâir hükümler ise; oda, mefruşat, çatı, dal veya yaprak hükmündedir. Yanılgılarımızdan birisi de, sadece “İnanıyorum, kabul ediyorum” demekle, gerçek imâna sahip olacağımızı varsayıp dünya ve âhiret mutluluğunu kazanacağımızı sanmamızdır.
Birkaç asırdır eğitim sisteminde iman şartları yalnızca okunup geçilir, üstünkörü öğrenilir ve eski dönemlerin anlayışı tekrarlanır oldu. Bunun yanında, teferruât meseleler, en ince detaylarına kadar işleniyor. İtiraf edelim ki, imanın ne olduğunu tam olarak bilemediğimiz gibi, güçlü bir imanın çalışma, ilim ve tefekkürle nasıl kazanılabileceğinin de pek farkında değiliz. İman zaafı, hayatımızın tüm katmanlarına sirayet ederek bizi güçsüz kılmış.
İman zaafiyetini aşmanın yolu, onu yeniden ele almak ve güçlendirmekten geçer. Ki, Nisa Sûresinin 136. âyetinde, “Ey iman edenler, îmân ediniz!” tabiriyle iman edenlerin iman etmesine vurgu ve tahşidat yapılmasının sırrı budur.
23.01.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Neşet Ertaş'tan insanlık dersi |
|
Edipler, şairler, ozanlar, bir toplumda yaşanan aşkları, sevdaları, dertleri, elemleri, sevinçleri, hüzünleri, sıkıntıları, ıztırapları en tesirli şekilde dile getiren mümtaz insanlardır.
Bu zümreden olup, dertlerin yanı sıra dermanı, hastalığın peşi sıra çareyi, sıkıntının yanında çözümü, hele hele cehalet gibi müzmin bir illetten kurtulmanın yolunu tarif edip anlatanlar ise, o mümtaz şahsiyetlerin de en nadir olanlarıdır.
İşte, Kırşehirli ozan Neşet Ertaş, o nadir şahsiyetlerden biridir.
Bu büyük ozanın, ülke ve millet olarak bugün içinde bulunduğumuz vaziyeti hem tarif, hem de yol gösterici mahiyette gördüğümüz destanlaşan bir şiirini sizlere takdim etmek istiyoruz.
Ertaş usta, uzun hava tarzında okuduğu bu türküsünde bakın neler söylüyor:
Dünya Cennettir insana
Eşit olsun sana bana
Kıyılmasın hiç bir cana
Anaları ağlamasın
Can yakmadan atom gücü
Birleşsinler tüm bilimci
Dilerim olsun sahici
Dünyada silâh kalmasın
İsterim ki bu dünyada
Hiç kimse cahil kalmasın
Okusun ilmin kitabını
Cahilden akıl almasın
Kendi kendine yetenlere
İlim tahsil edenlere
İlime doğru gidenlere
Cehalet mani olmasın
İlim edenler nurlaşıyor
İlim etmeyen körleşiyor
İliminen dünya birleşiyor
Söyle ki neden olmasın?
Kendini bilen bunu anlar
Çünkü haktır bütün canlar
Yardımlaşsın tüm insanlar
Dünyada fakir kalmasın
Bir Garib'im, budur derdim
Tüm dünyayı ben de gördüm
İsterim ki benim yurdum
Dünyadan geri kalmasın
GÜNÜN TARİHİ (23 Ocak 1913)
Bâbıâli'de kanlı baskın
İttihat–Terakki komitesinin almış olduğu gizli karar neticesinde, hükümete yönelik kanlı bir darbe yapıldı.
Osmanlı tarihine "Bâbıâli Baskını" olarak geçen bu darbeyle, Sadrazam Kıbrıslı Kâmil Paşa kabinesi devrildi.
Onun yerine, Hareket Ordusu komutanı M. Şevket Paşa tayin edilerek yeni hükümeti kurmakla görevlendirildi.
Ne var ki, doymak bilmez hırslarını tatmin edemeyen İttihatçı komitacılar, birkaç ay sonra Şevket Paşayı da bir sûikast neticesi öldürerek, iktidar nimetinden daha fazla menfaat kapmanın hesabını güttüler.
Baskın nasıl yapıldı?
23 Ocak 1913'te vuku bulan "Bâbıâli Baskını" öncesi genel durum şuydu: 1911'deki Osmanlı–İtalyan Savaşı neticesi, Ege Denizindeki adalar kaybedilmişti. Bir sene sonra patlak veren I. Balkan Savaşı da mağlubiyetle neticelenerek, Edirne şehri Bulgarların eline geçti. Bir avuç Bulgar askeri, hiçbir çatışma yaşanmaksızın koca Osmanlı ordusunu tâ Çatalca önlerine kadar geriletti.
Bu fecî mağlubiyet ve gerilemenin en mühim sebeplerinden biri "siyasetin orduya bulaştırılması", diğeri ise ordunun modernize edilememesidir.
Ne var ki, İttihatçı komitacılar, dehşetli bir propaganda ile yaşanan fecâatin bütün vebâlini kendilerinden olmayan Kâmil Paşa ve kabinesine yüklemeye çalıştılar: "Kâmil Paşa hükümeti, Edirne'yi sattığı gibi, Adaları da düşmana peşkeş etti" demeye getirdiler.
Bir yanda yıpratıcı propaganda devam ederken, bir yandan da gizli darbe planları yapıldı. Korkunç planın öndeki aktörleri olarak, Enver, Talat ve Cemal üçlüsü görevlendirildi.
Cemal Bey (Paşa), Bâbıâli'deki hükümet merkezini korumakla vazifeli askerî birliği o gün için oradan uzaklaştırmakla görevlendirildi.
Talat Bey, baskına gidecek grubun içinde vazifelendirildi.
Enver Bey ise, baskını bilfiil ve silâh gücüyle gerçekleştirecek olan komitanın lider subayı olarak tesbit edildi.
Bu plana göre, geride fazla bir risk ihtimali kalmıyordu.
Beyaz ata binen Enver Bey, arkasından yaklaşık 200 kadar bir kalabalıkla Bâbıâli'deki hükümet merkezine doğru harekete geçti. Hükümet binası önüne varıldığında, resimde de görülen kalabalık daha da artmış durumdaydı. Ortalığı bir anda ‘‘Yaşasın millet! Yaşasın Enver!’’ sadâları kapladı.
Bakanlar Kurulunun tam da toplantı halinde iken yapılan baskın esnasında, ilk etapta 10 kişi katledildi.
Silâh sesleri üzerine toplantı salonunda dışarı çıkan Harbiye Nazırı Nazım Paşa, meşhur İttihatçı fedai Yakup Cemil tarafından vurularak öldürüldü.
Ardından, 81 yaşındaki Sadrâzamın derhal istifa etmesi istendi. Silâh zoruyla imzalatılan istifa mektubu, Dolmabahçe Sarayında oturan Sultan Reşad'a götürüldü. Oradan da, yeni kurulacak hükümetin fermanı getirtildi.
Ahrar Fırkasına yakın duran tecrübeli devlet adamı 1832 doğumlu Kâmil Paşa, aynı sene içinde gittiği memleketi Kıbrıs'ta vefat etti.
İttihatçılar ise, hükümet devirmeye, yeni hükümetler kurmaya, ülkeyi hem II. Balkan Harbine, hem de I. Dünya Savaşına doğru sürüklemeye devam etti. Birinci Dünya Savaşının şartları daha başkadır; ancak, "Bâbıâli Baskını"nın günahı öncelikle "üç İttihatçı paşa"nın üzerindedir.
Yaptığımız uzun araştırmalar neticesi, özellikle Enver Paşanın bu baskında etkili rol oynaması hasebiyle, onun en ağır vebâlinin de bu darbenin derununda olduğu kanaatini taşıyoruz. Ona atfedilen diğer suçları ise, haksızca ve bir o kadar da abartılı buluyoruz.
Tashih notu:
Dün teknik bir hata sonucu 23 Ocak 1920 şeklinde çıkan "camilerin haraç–mezat satışa çıkarıldığı" günün doğru tarihi 22 Ocak 1948 olacaktı. MLS
23.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
İçimizdeki tabular |
|
Dışımızda olup, bütün toplumu katı kurallarıyla etkisi altına alan tabular, cemiyetin üzerinde karabasan gibi hükümlerini icra ederken, elbette sessiz ve kayıtsız kalmamak herkes için bir insanî görevdir. Ancak bu insanî görevi icrâ etmek her insana nasip olmamakta, çokları kendilerine zarar dokunmadığı için mevcut halin devamından hoşnut kalmaktadırlar.
Bir gün kendilerine de zararın bulaşabileceği ihtimalini uzak gören niceleri, başkaların maruz kaldığı mağduriyetleri görmezlikten gelmekte ve zalimlere meyletmekte bir beis görmemektedirler. Elbette böyle bir durumda olmak, insanlık kazanımları açısından bir değer ifade etmemekte, üstelik insanlığımızdan çok şey kaybettirmektedir.
Dış dünyadaki tabuları menfaatleri icabı benimseyen insanların aslında asıl problemleri içlerindeki tabular iledir. Nefis böylelerinin dünyalarında var gücüyle hükmünü sürdürmekte, aklın ve kalbin hayat tarzı üzerindeki etkisini adeta ortadan kaldırmaktadır.
Aklın ve kalbî duyguları besleyen vicdanın olmadığı yerde elbette müstebitler hükmünü icra edecektir. Bu isterse dış dünyamızda olsun, isterse de iç âlemimizde olsun, sonuç değişmeyecektir. Böyle durumlarda hem dışardan hem de içerden yaratılış hikmetlerine aykırı durumlar ortaya çıkacak ve adı insan olan canlılar kendi benliğinden uzaklaşma durumunda kalacaklardır.
Her türlü tabulardan kurtulmak, her insan için asıl mesele olmalıdır günümüz dünyasında. Bununla birlikte iç tabuların insan karakteri ve yapısı üzerinde daha tahripkâr bir vaziyet aldığı ve iç tabulardan kurtulmadıkça dış tabularla mücadelede başarılı olunmayacağı tezi, inkâr edilemeyecek bir gerçeği yansıtmaktadır.
Farkında olmazsak dahi, dış oluşumların üzerimizde bıraktığı etkinin, iç dünyamızda bazı tabuların oluşmasına sebep olduğu bir vakıadır. Burada iç ve dış tabuların birbirini beslediği sonucu ortaya çıkmaktadır. Diğer yandan tabulara karşı olduğumuzu her an ifade etmemize rağmen, iç dünyamıza yerleşmiş olup düşüncelerimizi etkileyen, onca inancımıza ve insanlık mahiyetimize uymayan yaklaşım tarzlarımızın bulunduğunun çok az farkında olabilmekteyiz.
Bizlere, yaklaşım tarzımızın, yaşamaya çalıştığımız inancımızla bağdaşmadığını söyleyen biri olursa, hemen bir avukattan daha etkili bir şekilde kendimizi savunmaya çalışırız. Çıkmaza girdiğimiz anlarda da, nefsimizin bize gösterdiği mazeretleri orta yere serer, olabildiğince inancımızı düşüncelerimize uydurmaya çalışırız. Çünkü bize göre, biz her zaman doğru olanı yaparız. Bize göre, savunduğumuz tabularımızın her zaman herkesi susturabilecek gerekçeleri bulunmaktadır.
Gerçeklerle ciddi bir şekilde karşı karşıya geldiğimiz zaman, eğer İlâhî bir inayet imdadımıza yetişirse, belki dış dünyamızdaki bazı tabucuların tesiriyle içimizde bazı tabuların oluştuğunun farkına varabiliriz. Bu farkına varış bizim için iç tabularımızdan temizlenmenin başlangıcını oluşturursa, ileride telafisi mümkün olmayan hatalara düşmekten kurtulmuş oluruz.
Her halükârda haklı olduğumuza inandığımız, her zaman kendimizi haklı, karşımızdakini haksız gördüğümüz, bazı insan topluluklarına (din kardeşlerimiz olduğu halde) peşinen ön yargı ile yaklaşmamız, dünyevî bazı değerlerimizi kutsadığımız olmuyor mu?
İlk tahsil hayatına başladığımızdan beri bizlere dikte ettirilen bazı tabuların halen kafamızda izleri olup olmadığına bir bakalım isterseniz. Eminim çoğumuzda bazı tabu kırıntılarının var olduğunu göreceğiz. Düşünün bir kere, Cadde-i Kübrâ-yı Kur’âniye’de yol almayı kendilerine en büyük hedef seçen insanlarda bazı tabuların kırıntısı olursa, iman ve Kur’ân hakikatlerinden habersiz insanlar ne durumda olur?
Yüce dinimiz İslâmiyet, putları yıkıp yok ettiği gibi, bizim için değerlerin en önemlisi olan Rıza-i İlâhîyi kazanma hedefi de, içten olsun dıştan olsun zihnimizde var olan bütün tabuların (kırıntılarıyla birlikte) izlerini silme sonucunu hâsıl etmelidir. Unutmayalım ki, ayrıntı gibi görünen bazı düşünce ve yaklaşımların, kazanmamız veya kaybetmemiz üzerinde oldukça fazla etkisi bulunmaktadır.
23.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Sünnete uymanın gerekliliği ve faydaları |
|
Elif Hanım: “Hz. Muhammed’in (asm) yaşam tarzının hayatımızdaki yeri ve önemi nedir? Sünnete uymanın gerekliliği ve faydaları nelerdir?”
Sünnet hayatımızın biricik gayesidir, hedefidir, incisidir. Hayat biçimimizdir, tercih kodumuzdur, davranış modülümüzdür, yaşam tarzımızdır, Allah’ın önümüze koyduğu tek yaşama modelidir. Benliğimizi ve varlıkları kullanma kılavuzumuzdur. Bu kılavuzu yazan, benliğimizi ve varlıkları Yaratan’dan başkası değildir.
Sünnet dediğimiz şey, Allah’ın vahiyle bildirdiği her şeydir. Allah’ın yoludur. Allah’ın marziyat (razı olduğu ameller) dairesidir. Allah’ın emrettiği ve razı olduğu davranış türüdür. Allah’ın bizde görmek istediği hayat kurallarıdır, hayat modelidir.
Şimdi moda çağındayız. Her giyim tarzını bir moda rüzgârı belirlemiyor mu? Yetki kimde olursa olsun, o moda rüzgârının dışına çıkamıyoruz. Giyim tarzımızı o rüzgârdan aldığımız emirle belirliyoruz. O rüzgâr keyfimizi yönlendiriyor, zevkimizi yönlendiriyor. Allah’ın razı olduğu biçim mi, değil mi diye çoğu zaman sormuyoruz bile. O modeli alıp başımıza geçiriyoruz. Öyle benimsiyoruz ki o biçimi: Başka türlüsünü ayıpsıyoruz.
İşte sünnet, yani Hazret-i Muhammed’in (asm) yaşam tarzı bize bir model sunuyor. Tasarımı bizzat Allah tarafından yapılmış bir model. Bu modeli yaşadığımız zaman Allah’ın rızasını, muhabbetini, sevgisini, mağfiretini kazanma yoluna giriyoruz. Bakınız Âl-i İmran Sûresinde, Cenâb-ı Allah buyuruyor ki: “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.”1
Sünnet, Kur’ân’ın hayata geçirilmiş biçimidir, Kur’ân’ın yaşanmış halidir. Ve en büyük emirlerinden en küçüğüne kadar vahiyden ibarettir. Sünnet vahiyden başka bir şey değildir. Çünkü Necm Sûresinde Cenab-ı Allah Peygamber Efendimiz (asm) için, “O kendi keyfine göre konuşmaz. O ancak kendisine vahyolunanı söyler”2 buyurmuştur. Diğer yandan Haşir Sûresinde Cenab-ı Allah: “Peygamber size ne emretmişse onu alın, neyi yasaklamışsa ondan kaçının. Allah’tan korkun”3 diyor. Öte yandan Âl-i İmran Sûresinde yine Cenâb-ı Allah, “Allah’a ve Resulüne itaat edin”4 diye emrediyor. Keza Nisa Sûresinde Cenâb-ı Allah: “Her kim Allah’a ve Peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine pek büyük nimetler bağışladığı peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salih kimselerle beraberdirler. Onlar ise ne güzel arkadaştırlar”5 buyuruyor.
Kur’ân bütün sûreleriyle bizi Hazret-i Peygambere (asm) uymaya davet ediyor. Hazret-i Peygamber (asm) Kur’ân’dan başka bir şeyi yaşamadı.
***
Ankara’dan okuyucumuz: “‘Âhir zamanda hiç kimse nefsine hâkim olamaz!’ hadisinin ışığında, ahir zamanda olmamızın acaba bir kurtuluş tarafı var mıdır?”
Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, bu sorunun cevabı sadedinde takva ve salih amel kavramlarını yeniden tanımlıyor ve gençlere önemli tavsiyelerde bulunuyor. Onun dersini dinlemenin, bu problemi nasuh bir tövbe ile çözeceği Allah’ın rahmetinden uzak değildir.
Bedîüzzaman’a göre takva ve salih amel, imandan sonra en büyük esaslardır. Takva, günahlardan sakınmak; salih amel ise emir dairesinde hareket etmek ve sevap kazanmak demektir. Günahlardan kaçınmak, sevap kazanmaya nisbeten daha tercihe şayandır. Yani takva, salih amelden daha evlâdır. Bilhassa bu tahribat, sefâhet, cazibedar hevesât ve ahlâkî yıkım zamanında, günahlardan kaçınmak demek olan takva esas tutulmalı ve günahlardan muhakkak sakınmalı, kebâir (büyük günahlar) terk edilmelidir. Bu zamanda farzlarını yapan, büyük günahları işlemeyen kurtulur! Çünkü böyle her taraftan büyük günahların saldırısına maruz kalanların, salih amele ihlâs içinde muvaffak olmaları zordur. Bundandır ki, bu ağır şartlar altında az bir salih amel, çok amel hükmündedir.
Bedîüzzaman’a göre, üstelik takva (günahlardan kaçınma duygusu) içinde bir nevî salih amel zaten vardır. Öyle ki, bir haramı terk etmek vaciptir. Bir vacibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı vardır. Böyle ağır şartlar altında ve böyle yoldan ve sokaktan, gazete ve mecmualardan, tv ve İnternet’ten binler günahın hücumu ve saldırısı zamanında takva, yani Allah korkusu niyetiyle “bir tek sakınmak” ile yani az bir amelde bulunup yüzlerce günahı terk etmekle, yüzlerce vacip işlenmiş oluyor. İşte, takva niyetiyle ve günahlardan sakınmak kastıyla menfi ibadet denilen “Allah rızası için haramlardan uzak durma ibadeti” yapılmış, çok önemli bir salih amel böylece işlenmiş olmaktadır. Madem şimdiki hayat tarzında her dakikada yüzer günah insana karşı geliyor. Elbette Allah korkusu ile haramlardan sakınan bir genç, yüzer salih amel işlemiş gibi sevap kazanmış olmaktadır.6
Dipnotlar:
1- Âl-i İmran Suresi: 31. 2- Necm Suresi: 3, 4. 3- Haşir Suresi: 7. 4- Âl-i İmran Suresi: 32. 5- Nisa Suresi: 69. 6- Kastamonu Lâhikası, s. 110.
23.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Türkiye kendisiyle buluşmalı |
|
İster birey, ister aile, ister toplum; özel sektöre, kamuya, sivil kuruluşlara yön vermede ve kendini tanımlamada, çoğu zaman çatışma kültürü araçlarını kullanıyor. Bunun yegâne getirisi ise bunalım. Düşünce bunalımı ve ümit kırıcı dalgalar oligarşiye emanet bırakılan bir duruma düşürüyor.
Ağır ve bunalımlı çözümsüzlüklerimize karşı yenilenme sürecine girilmedikçe, aynı plağın bıktırıcı sesiyle daha da asabileşiriz. Bu durumda, kendimizle yüzleşmenin şok etkisi meydana getiren sonuçlarına hazır olmalıyız.
İsterseniz bu çıtaya katkı yapacak bazı satır başlıklarını sizinle paylaşalım:
1- Resmî ideolojinin tek doğru mantığından vazgeçilmelidir. Kemalizm masaya yatırılmalıdır. Eksisiyle artısıyla entelektüel sorguya alınmalıdır. Devlet bu konuda taraf olmamalıdır.
2- Etnik söylemler, Kürt-Türk kısır döngüsünün tahrik edici ve aklı devre dışı bırakan yaklaşımları terk edilmelidir.
3- İdeolojik dayatmalar, rejim meselesi gibi takdim edilmekten vazgeçilmelidir.
4- PKK’nın terör eylemleri ve anarşiyi besleyen süreçleri, bizzat Kürt kökenli aydınlar, siyasiler ve Güneydoğu halkınca kınanmalıdır, tavır konulmalıdır.
5- Türkçü beyanlardan, “Türkiye Türklerindir. Bir Türk dünyaya bedeldir” ırkçılığından vazgeçilmelidir.
6- Her ırkın kültürel haklarına saygı duyulmalı ve bunu icra etmeleri için kaynak sağlanmalıdır.
7- Ülkenin birliği ve bütünlüğü asla tartışma konusu olmamalıdır.
8- “Her vatandaşın ülkesi” algısı ve kanaati, Türkiye Cumhuriyeti’nin her ferdi tarafından rahatlıkla hissedilmelidir.
9- Siyaset, güvenlik ve yargı, daha şeffaf ve hesap verebilir konuma çekilmelidir.
10- Terfi, görev ve atamalarda liyakat dışında gizli bir kayıt olmamalıdır. Bu güne kadar tahrip edilen güven köprüleri tekrar tesis edilmelidir.
11- Milletin temel istekleri ve siyasî iradesi, rejim duvarına toslamadan üstün iradenin demokratik tercihleri olarak kabul edilmelidir.
12- Başörtüsü yasağı derhal kalkmalıdır.
13- YÖK lağvedilmelidir. Yeni üniversiteler özel sektör eliyle sadece fakülte bazında bile kurulabilmelidir.
14- Devlet, farklı cemaat, düşünce kuruluşları ve bölgesel dinamikler ile farklı din, dil ve mezhepteki insanlara eşit şartlarda fon ayırmalıdır.
15- İstihbarat, devlet tanımını ve vatandaş kavramını net bir çerçevede ortaya koyacak düzenleme ve yaklaşımları ortaya koymalıdır. Fişleme utancı yaşanmamalıdır.
16- Aile hayatı, özel teşebbüs, aykırı fikirler ve azınlıklar, her türlü endişeden bağımsız, şartsız korunmalı ve hakları deşifre edilmemelidir.
17- Basın Ahlâk Yasası daha caydırıcı ve masum insanları iftiradan koruyabilecek özellikte olmalıdır.
18- Bilim özgür olmalı ve herkes uzmanlığında kalmalıdır.
19- Devlet görevlileri, hatalarından dolayı veya uygulama zafiyetlerinden dolayı özür dilemeyi bilmelidir.
20- Sivil toplum kuruluşlarının bütçeleri şeffaf olmalı ve harcamaları ilân edilebilmelidir.
21- Bir üst görevde kalma süresi, ister sivil ister gönüllü, isterse resmî olsun, normali 5-6 yıllık dönüşümlere açık olmalıdır.
22- Şikâyet hakkı destek görmelidir. Mağduriyetler üst düzey düzeltici beyanlarla deklare edilmelidir.
23- Hatayı itiraf müessesesi demokratik olgunlukla işlemelidir.
Bu yazı Hrant Dink’in cinayetinden habersiz eş zamanda yazılmıştı. İçinde bulunduğumuz an her halde kendimizi sorgulamaya en uygun vakittir.
23.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Travmatik ruhlar ve yaralı bilinç |
|
Katil ile maktulün kaderi aynı. Maktül Hrant Dink Ermeni tehcirinin de ötesinde aile dağılmasının da bir mağduru. Bu bağlamda, çifte kavrulmuş bir kişiliğin de sahibi. Travmatik bir geçmişi var. Ve hayatı boyunca bunun izlerini yaşamış ve üzerinden atamamış. Her an kendisi dışında gelişmiş bir mazinin geride kalan lehte veya aleyhteki tortularıyla yüzleşmek durumunda kalmış, izleriyle yaşamış. Adeta içinde yetiştiği toplumun mazisinin tutsağı olmuş. İki tarafıyla da. Bu sorunlu geçmiş neredeyse şahsiyet ve kimlik olarak onu biçmiş ve parçalara bölmüş. Bundan dolayı kendisinden normal olması ve normal refleksler göstermesi beklenemezdi. İsyan etse de neye ve kime isyan edecekti ki? Bundan dolayı tarafsız vicdanıyla kutuplaşmanın tam ortasında kalakaldı. İçinden çıktığı kendi toplumuna, ailesine mi, yoksa kavgalı olduğu diğer parçası olan Türk toplumuna mı gücensindi? Bunun gerginliği üzerine sinmişti.
Onun katili de kendisi kadar yaralı bir bilinç taşımasa bile o da nihayet dağılan ve atomize olan bir ailenin travmatik bir üyesi. Aynen Santoro cinayetindeki selefi gibi. Parçalanmış ailenin parçalanmış bir kuşağı. O da öfkesini dökebilecek birilerini arıyordu sanki. Bula bula kendisi gibi yaralı bir bilinci ve travmatik bir ruhu buluyor.
Hrant Dink’in ötesinde; Ermeni toplumu da yaralı bir bilinç ve travmatik bir ruh taşıyor. Bunun dışa vurumlarının da sağlıklı olduğu söylenemez. Hrant Dink de bu sağlıksız yapıya zaman zaman neşter vuruyordu. Ermenilere göre Türk milliyetçiliğinden öte Türk sorunu vardı. Aslında Ermeniler de kimlik parçalanmasının mağduru, Türkler de.
***
Esasen bu trajedinin temelinde istilâcı Batıcıların Şarkın terkibini bozmaları yatıyor. Ortaçağda gayri müslimlerle Müslümanlar arasındaki ilişkilerin ahengini Haçlı Seferleri bozmuştu. 18. yüzyıldan itibaren de yine gayri müslimlerle Müslümanlar arasındaki ilişkiye sömürgecilik savaşları damgasını vurmuştu. Önce gayri Müslimlerle Müslümanlar arasındaki ilişkiler, ardından da aynı dine mensup etnik gruplar arasındaki ilişkiler bozulmuştu. Bunun için en iyi örnek önce Ermenilerle Kürtler arasındaki sürtüşme ve ardından da aynı dini paylaşan Türkler ile Kürtler arasındaki gerginlik.
Fransız Devriminin getirdiği fikrî dalgalar ve dalgalanmalar Şarkın siyasî ve sosyal kimliğini atomize etmiş ve parçalamıştı. Ermeniler ve Türkler bu fikrî dalgaların açtığı tufanların mağdurudurlar. Bu noktada mağduriyet çift taraflıdır. Hem Türkler, hem de Ermeniler bu sürecin mağdurudurlar. Hem mağduriyette, hem de facianın mimarlığında ortaktırlar. Bir tarafta Ermeni çeteleri, diğer tarafta da İttihatçılar. Bu mağduriyet Ermenilerde bilinç parçalanmasına yol açmıştır. Bu da normalleşmelerine engel olmaktadır. Geçmişin lâneti veya mirası da peşimizi bırakmıyor.
Travmatik ruh haline İsrail tipik bir örnektir. Onlardaki travma yeni travmaların oluşmasına yol açmıştır. Bu mânâda Batı menşeli İsrail sorunu Filistin sorununa yol açmış veya inkilap etmiştir. Ve işin garip tarafı en büyük zalimlerin mazlumlar arasında çıkmasıdır. Bunun için ‘Celladının kılığına giren kurban’ ifadesi ve ibaresi kullanılır. Kin ve öfke bastırılamazsa zalimiyet ve mazlumiyet kılık değiştirir. Yahudiler gibi Ermeniler de travmatiktir. Genellemeci bir yaklaşım içindeler. Hrant Dink bu genellemeci yaklaşımdan kurtulmaya çalışıyordu.
***
Halbuki onun ölümünün akabinde ‘Hrant’ yazısında Etyen Mahçupyan maalesef böyle bir yanlışa düşmüştür. Herkes yazıyı insaflıca okuduğunda yazının insaftan bibehre ve nasipsiz olduğunu görecektir. Bu işimizi daha da zorlaştırmaktadır.
Ali İzzetbegoviç’in deyimiyle: Tarihi unutmayalım, ama tarihte de yaşamayalım. İsrail ve Ermeniler tarihte yaşıyorlar. Mahçupyan da Dink’in cinayetinden hareketle topyekün tarihi de işin içine katarak neredeyse bir milleti topyekün suçlamaktadır. Maruz kaldığı bir haksızlık kimseye başkalarını topyekün bir suçlama veya haksızlık yapma hakkını bahşetmez. Bu bağlamda, başkalarına tarihi unutmayı öneren Şimon Peres tarihin travmasından kurtulamadıkları için normalleşemediklerini ve dolayısıyla başkalarını yönetme kabiliyeti kazanamadıklarını itiraf etmiştir.
Ermeniler de aynı şekilde Hocalı’da bir benzeri refleksler vermişlerdir. Siyasetçilerin görevi geçmişi değil, günümüzdeki benzeri haksızlıkları önlemek olmasına rağmen, onlar günümüzdeki katliamları önleyeceklerine geçmişin mirası üzerinde kavga üretiyorlar. Bundan dolayı Ermeniler hislerini yenmek pahasına suçluları teşhis etmelidirler. Tarihin suçluları hâlâ kışkırtanlardır. Bu anlamda, Mahçupyan’a en iyi cevap ‘’bir fanatik yüzünden bütün ülkenin kınanamayacağını’’ söyleyen Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Başkanı (AKPM) Rene van der Linden’den gelmiştir. Kendisini ve benzerlerini tebrik ederiz. Bu travmatik ruh hali sadece geçmişimizi değil, geleceğimizi de mahvediyor. Bunu aşmadıkça geleceğimiz de geçmişimize benzeyecektir.
Kur’ân buyruğu da bize bunu tavsiye eder: Hiçbir suçlu başkasının suçunu yüklenmez.
23.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Çocuklar değil, katiller |
|
En çok bu üslûp beni ürküttü.
Hrant Dink’in katilini 33 sat gibi kısa bir sürede, öldürülmeden ve suç delilleriyle birlikte ele geçirilmesini sağlayan İstanbul Valisi Muammer Güler’in, “Bunlar birbirini dolduruşa getiren çocuklar” sözünden rahatsız oldum.
Çünkü;
Hrant Dink cinayeti öyle sıradan bir olay değil.
Özellikle de Trabzon’da öldürülen Rahip Santoro suikastiyle birlikte değerlendirildiğinde, etkisi Türkiye’nin sınırlarını ve sonuçları itibariyle de Türkiye’nin geçmişi ve geleceğini etkileyecek çapta bir cinayet.
İstanbul polisi henüz Hrant Dink’in cenazesi kaldırılmadan katil zanlısını yakalayarak, Türkiye’yi dünya karşısında bir utançtan kurtardılar.
Evet Hrant Dink’i yaşatmayı başarabilmeliydik. Ancak cinayetten sonra failin ele geçirilememesi durumunda ortalıkta ne senaryolar dolaşır, ne tür spekülasyonlar yapılırdı bir düşünün.
İşte bu başarısından dolayı Vali Güler ve Emniyet Müdürü Cerrah ve yakın çalışma arkadaşları tebrik edilmeyi çoktan hak etmişlerdi.
Ancak Ogün Samast’ın yakalanmasında ne denli başarılı oldularsa, bu işi bir çocuğun milliyetçi duygularının kabarması ya da dolduruşa gelmişlik olarak görmeleri de o denli yanlış.
Bu bir dönemlerin, “Bana milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezsiniz” şeklindeki yaklaşımı ya da Şemdinli olayları üzerine sarf edilen, “İyi çocuktur” yaklaşımını hatırlatıyor.
Evet milliyetçiler de cinayet işler. Hem de bu ülkenin en büyük katilleri ne yazık ki, milliyetçilerin arasından çıktı.
Çatlı, Kırcı, Ağca sadece bunlardan bir kaçı.
İyi çocukların Şemdinli’de neler işlediklerini ise, yargı sürecinde gördük.
Eğer rahip cinayeti sırasında katili yakalamanın ötesine geçip, Trabzon’da yumağın ucunu tutabilseydik, Hrant Dink suikastini önleyebilirdik.
Geçmişte de öyle olmadı mı? Mumammer Aksoy cinayetini çözememek Uğur Mumcu’yu, mumcu olayını aydınlatamamak Kışlalı cinayetini getirmedi mi?
Rahip Santora 18 yaşın altında cezaî ehliyeti az olan bir lise öğrencisi tarafından öldürüldü. Katil O.A’nın Glock Marka hayalet silâh kullandığı ortaya çıktı.
O zaman O.A’nın bağlantılarının üzerine ciddiyetle gidilseydi, bugün Ogün Samast’ın eline silâhı tutuşturan, Ogün gibi gençlerin beynini yıkayan ağabeylere daha önce ulaşılmış olurdu.
Bunları, geçmiş bir olayın üzerinden ‘Yapılırdı, edilirdi’ mantığı içinde yazmıyorum.
Rahip cinayetinde yaşanan yanlış burada tekrarlanırsa, bu bizi Trabzon gerçeğine götürmez.
İstanbul Emniyet Müdürü Celâlettin Cerrah’ın, “Örgüt bağlantısı yok, milliyetçi duygularla yapılmış bir iş” sözünün üzerinde durmak gerekiyor.
Cerrah tecrübeli bir emniyetçi. İstanbul gibi bir şehri yönetiyor. Bunun ne anlama geldiğini bizden daha çok bildiğinden eminim.
Hatırlamanızı istiyorum. Atabeyler olayında ve Danıştay saldırısında da mahkeme benzer kararlar almıştı.
Çete yok, ancak farklı bir oluşum vardı.
Çete tanımını değiştirmemiz gerekiyor. Olaya yeni bir gözle bakmamızın zamanı geldi.
Bir grup aşırı milliyetçi, öfkeli bir oluşum meydana getiriyor, sonra bunların eline silâhı verip, hedef gösteriyor.
Bundan daha iyi bir çete nasıl olacak? Mutlaka üzerinde bir örgüt damgası mı bulunacak.
İnternetin hakim olduğu yeni bir örgütlenme modeli, yeni bir dünya ve bu dünyanın yeni liderleri, tetikçileri, ideolojisi ile karşı karşıyayız.
Bunlar çocuk, milliyetçi duygularla tahrik olmuşlar tuzağına düşmeden bu olayın üzerine gitmemiz gerekiyor. Yasin Hayal’in bağlantıları bizi yeni bir yapılanmaya götürebilir.
Ayrıca annesi Havva Hanımın dediği gibi duâ okumasını bilmeyen, oruç tutmamış bir çocuğu önce namazını kılıp sonra vurdu gibi bir Derviş Vahdeti görüntülerinin altına sokmaya gerek yok.
Ortada yeni bir gözle bakmamızı ve araştırmamızı gerektiren çıplak bir gerçek var.
Bir başka gerçek daha var. Hrant Dink’in bugünkü cenazesinde Türkiye, kenetlenerek hem katillere, hem yeni eylem hevesi içinde olanlara ve hem de tüm dünyaya çok önemli mesajlar verebilir. Vermeliyiz.
Madrit’te tren garı bombalandığında İspanyollar birbirlerini suçlamak yerine, milyonlarca insan Madrit sokaklarında elele, yan yana olup teröre anlayacağı dilden cevabını verdi.
Birkaç çatlak ses dışında Hrant Dink olayında, birbirimizi suçlamak, Dink’in cesedinin üzerinden rejim sorunu üretmek gibi eski huylarımızın tutsağı olmadık. Belli ki bunun yeni cinayetlere davetiye çıkarmaktan başka bir işe yaramadığını artık anladık. Şimdi yekvücut olup, İspanyolların Madrit’te yaptığını, biz Hrant’ın cenazesinde göstermeliyiz.
23.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|