Tebliğ, vaaz, nasihat, emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker meselelerini, Kur’ân ve Sünnete dayanarak formüle eden Bediüzzaman, “Medenilere galebe çalmak ikna iledir; söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir!” diyerek şöyle bir değerlendirmede bulunarak vaaz ve nasihatin esaslarını belirler:
“Ben vaizleri dinledim; nasihatleri bana tesir etmedi. Düşündüm; kalbimin katılığından başka üç sebep buldum:
1- Zaman-ı hâzırayı (bugünü) zaman-ı sâlifeye (geçmiş zamana) kıyas ederek yalnız iddia ettiklerinin tasvirini parlak ve mübalâğalı gösteriyorlar. Tesir ettirmek için iddia edileni ispat etmeleri, hakikati arayanı iknâ lâzım iken, ihmal ediyorlar.
2- Birşeyi tergib (rağbeti arttırma) veya terhib (çekinmeyi temin) etmekle ondan daha mühim şeyi basitleştireceklerinden, muvazene-i şeriatın dengesini muhafaza etmiyorlar.
3- Belâgatın muktezası olan, hâle mutabık, yani ilcaat-ı zamana (zamanın gereğine) muvafık, yani teşhis-i illete (hastalığın teşhisine) münasip söz söylemezler. Güya insanları eski zaman köşelerine çekiyorlar, sonra konuşuyorlar.
Özetle, büyük vaizlerimiz hem âlim-i muhakkik olmalı, tâ ispat ve iknâ etsin. Hem hakîm-i müdakkik olmalı, tâ muvazene-i şeriatı bozmasın. Hem beliğ-i muknî olmalı, tâ mukteza-yı hal ve ilcaat-ı zamana muvafık söz söylesin. Ve mizan-ı şeriatle tartsın. Ve böyle olmaları da şarttır.”1
Öte yandan, vaiz veya mübelliğ; halkın nazarına, ammenin/genelin hissine, cumhurun (ekseriyetin, çoğunluğun) fehmine, anlayışına göre konuşmalı.2
***
“Ne kubbe çattı, ne anlattı be! Demediğini bırakmadı. Herkese çattı!” “Ne dedi peki?” “İnsanın aklında mı kalıyor?”
**
Mevzular akılda kalacak şekilde ispatlanmalı, anlatılmalı ve izah edilmeli. Eğer sırf duygusal olursa, tesiri zayıf ve geçicidir. Çünkü, zaman, mekân duyguları değiştirir. Eğer meseleler ikna ve ispat yoluyla aklî anlatılırsa, tesiri daha büyük ve daha kalıcı olur. Çünkü akıl, her zaman kendisiyle beraberdir! Bir toplulukta, topluluğun psikolojisi başkadır, başka bir toplulukta veya yalnız kaldığında başkadır. Cami içinde, kalabalık halde onu etkilemek, hattâ ağlatmak mümkündür. Yalnız başına kaldığında ise, “aklı” kendisiyle beraber olacaktır. Anlatılanlar aklen, ilmen, mantıken isbat edilmeli, izâh edilmeli, açıklanmalı. Tâ ki, etkisi devâm etsin.
***
Bir zamanlar, Edirne valisinin oğlu, her nasılsa çeribaşının kızına âşık olur. Vali biricik oğlunun hatırını kırmak istemez. Çeribaşıya nâzik bir adam gönderir:
“Efendim! Vali paşa hazretleri, arz-ı ihtiram eylediler. Mahdûm-u âlileri efendiye nümûne-i ismet kerimeniz hanımefendiyi arzu buyururlar. Bu hususta muvafakatinizi rica ile bendenizi hak-i pâyinize irsal eylediler. Ne emir ve irade buyurursunuz?”
Çingene ömründe böyle sözler işitmemiş. Ama, valinin bir şey istediğini anlar. Ricacıyı kendisine gönderdiğine göre, ondan iltica mânâsı çıkarır. Çelebinin kibar davranışlarını da, alttan aldığı anlamında yorar. Çeribaşılık damarı kabarır; sert ve haşin bir ifâde ile:
“Ben öyle vali, mali tanımam! Haydi yıkıl karşımdan!” der ve adamı kovar.
Haber valiyi, oğlunu üzer. Bir çâre düşünürken, deli başı huzûra çıkıp, çeribaşına gitmek için izin ister.
Silâhını kuşanıp atına biner; yola çıkar. Çeribaşının kapısına gelince bir nârâ atar. Çeribaşı neye uğradığını anlayamadan dışarı çıkar. Delibaşı silâhını çıkarır:
“Bre mel’un Çingene! Koca bir vali kızını oğluna istesin de vermeyesin, ha! Verecek misin, yoksa şimdi şuracıkta boyunu yere mi devireyim!”
Tabancayı da doğrultunca çingene titremeye başlar:
“Aman ağa! Canım da, kızım da beye kurban olsun! Kızı al götür!”
“İyi de daha önce ne halt ettin de bunu söylemeyip; beni buralara kadar yordun?”
“Aman ağam! İşi sizin gibi yolu-yordamı, edep ve erkânıyla anlatan olmadı ki?..”
Dipnotlar: 1- Divân-ı Harb-i Örfî, Yeni Asya Neşriyat, s. 88-89.; 2- Mesnevî-i Nûriye, Yeni Asya Neşriyat, s. 196.
10.01.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|