İmdat, eğitim batıyor!
Özellikle son iki yıldan beri, her dereceli okullarda meydana gelen disiplin olayları, görünen o ki Türkiye’de eğitimi artık “batma” noktasına getirdi. Okuyucularımızın hatırlayacağı üzere, geçen 2006 yılının Mart ve Nisan aylarında yoğunlaşan olaylar, ilköğretim okullarında da görülünce, konunun ciddiyeti ve boyutları daha iyi anlaşılmaya başladı. Yine okuyucularımın hatırlayacağı üzere, 10 Nisan 2006 ve 12 Ekim 2006 tarihlerinde bu sütunlarda yayınlanan her iki yazımda da bir “eğitimci” gözü ile konuyu irdelerken, yetkili ve sorumlu konumda olanların da dikkatine sunmaya çalışmıştım. Ne var ki, bizim ülkemizde herkes kendini her konuda uzman gördüğü için, kim söyleye ve kim dinleye?
Yazının başlığına bakan okuyucularım, Türkiye’de eğitimin gerçekten batıp batmadığını ve “imdat!” demenin doğru olup olmadığını merak edebilirler. Hiç kuşkusuz ki, bu merak sahipleri, çevresinde olup bitenlere ilgi duymayan kişiler olmalıdır. Oysa, hangi okulda olursa olsun, eğitim çağında çocukları olan aileler, son iki yıldan beri, çocuklarının gelecekleri konusunda büyük bir merak ve endişe içindeler.
Bir kere daha ve ısrarla ifade ediyorum ki, Türkiye’deki bütün eğitim kurumları, sadece “sözde eğitim kurumu” olarak anılırlar. Gerçekte, hiç birinde çocuklara “eğitim,” yani diğer adıyla “terbiye” verilmez. Oysa, Türk Millî Eğitiminin temel amaçlarının içinde, Millî Eğitim Temel Kanununun özünde ve Müfredat Programlarının tamamında, öğretimden önce “eğitim” hedeflenir. Çünkü, eğitimin, yani terbiyenin olmadığı yerde, öğretim zaten olamaz. Öte yandan, Türk kültürü ve geleneklerinin özünde de, “eğitim,” yani “terbiye” yatar.
Hiç kimseye haksızlık etmemek için, eğitimdeki bu “yozlaşma”nın, olayların yoğunluk kazandığı son iki yılın değil, uzun yılların ihmali ve ürünü olduğunu söylemek gerekir. Bunu söylerken, olayların iyice tırmandığı ve artık ilköğretim öğrencilerinin de bulaştığı son iki yılda, başarılı bir tedbir alındığını söylemek, maalesef mümkün değil.
ACI TABLOYA, BİR KERE DAHA BAKALIM
• Lise öğrencilerinden sonra, artık “ilköğretim öğrencileri” de okula çakı/bıçakla geliyor. Okul yöneticilerine, öğretmenlerine ve arkadaşlarına bunlarla saldırıyorlar. Yaralama ve ölüm olayları yaşanıyor. Ayrıca, okula tabanca getiren de var.
• Sigara, okul tuvaletlerinde, spor salonlarında, okul bahçeleriyle, kantin ve koridorlarında içilirken, şimdi sınıflarda da içilebiliyor. Kimi ilköğretim öğrencileri de artık sigaraya tutsak. Bu konuda kız, erkek ayırımı ise, artık kalmadı. Kız öğrenciler, sigaraya daha da meraklı hale geldiler.
• Kimi elit ve özel okullarda görülen uyuşturucu illeti, diğer okullara da yayılmaya başladı. İlköğretim öğrencileri de ağabeylerinden ve ablalarından artık geri kalmıyorlar. Son olarak, Ankara’daki tanınmış bir özel okulda çekilen görüntüler, gerçekten insana dehşet veriyor. Dolar bazında ve on binlerle ifade edilen eğitim ücreti ödeyen veli, bilgi ve terbiye alması için ödediği parasının karşılığını, artık “esrarkeş bir evlât” olarak geri alıyor. Şimdi, herkes sormalıdır. “Eğitim, bu okulun acaba neresinde gizli?” Örnek, sadece bununla sınırlı değil tabiî… Devlet okullarında da aynı olaylar yaşanıyor. Yeşilay’ın yaptığı araştırmada, Türkiye’de uyuşturucu kullanma yaşı 12’ye inmiş. Alkole başlama yaşı daha da aşağıda, yani 10. Son iki yılda kullanma oranı ise, % 300 artmış.
• Bir ara, yasaklanacağı söylenen cep telefonlarıyla sınıflarda çekilen görüntüler internet sayfalarına da yansıyınca, eğitimin okullarda “rezalet” boyutuna ulaştığı hemen anlaşılıyor. Ve bu rezalet, böylece belgelenmiş oluyor, ama eğitimin içine düştüğü durum, tüylerimizi ürpertiyor ve içimizi sızlatıyor.
• Kimi Yatılı Bölge Okullarıyla, diğer okullarda ve Yetiştirme Yurtlarında, öğrenciler arasındaki “tecavüz” olayları ise, eğitimin yokluğunu bir “iğrençlik” olarak ortaya koyuyor. Cinsel tacize uğrayanlar sadece kız öğrenciler değil, erkek öğrenciler de artık aynı riskin altındalar. Bu durum, devletin Millî Eğitim hizmetlerinde bir ”uçurum”un kenarında dolandığını göstermeye yetip, artıyor.
RTÜK VE TELEVİZYON YÖNETİCİLERİ, BU
TABLODAN GURUR DUYABİLİRLER (!)
1990’lı yılların başında özel televizyonlar ortaya çıkıp kanal sayısı artınca, medyada rekabete dayalı daha kaliteli ve daha faydalı yayınların yapılacağını ümit etmiştik. Faydalı gördüğümüz bu renkliliği ve çeşitliliği denetlemek için de, üstelik kanunla bir “Radyo Televizyon Üst Kurulu” kurulmuştu. Kısa adı RTÜK olan kurulun, televizyonların reklâm gelirlerinden pay aldığını duyunca, denetlemenin lafta kalacağını ve televizyon yayınlarının kısa sürede “zararlı” hale geleceğini hemen anlamıştık. Çünkü, denetlediği kurumdan “çıkarı” olanın, o kurumu ciddi biçimde denetlemesi asla mümkün olamazdı. Nitekim, öyle oldu. RTÜK’e rağmen televizyon yayınları, gelişme ve eğitim çağındaki çocuklarımızın eğitimine son derece zararlı etkiler yaptı ve yapmaya devam ediyor.
Devletin eğitim çalışmalarını alt üst eden ve gençliği zehirleyen bu yayınlar, ne televizyon yöneticilerinin, ne de sahiplerinin umurunda bile olmadı. Kurdukları televizyon kanallarıyla işlerini büyüten ve gelirlerini arttıran iş adamları, halen yeni kanallar kurmanın ya da satın almanın ve kazançlarını arttırmanın peşindeler.
Yeni Asya okuyucularının çok iyi hatırlayacağı üzere, 27 Şubat 2006 günlü gazetede ve bu sütunda yazdığım “Yok mu bu TV yayınlarını denetleyen?” başlıklı yazımda, bu yayınların gençliği nasıl etkilediğini ve okullarda öğrenci disiplin olaylarına nasıl zemin hazırladığını “pedagojik” bir yaklaşımla anlatmış ve gerekli olan tedbirleri de sıralamıştım. Ancak, herkes her konuda kendini uzman görünce, kim söyleye ve kim dinleye?
28 Ekim 2006 günü, yine bu sütunda yayınlanan, “Millî Eğitim Bakanına açık mektup” başlıklı yazımda ise, bu olayları “Okul, öğretmen, öğrenci ve aile” bağlamında ele alıp, sebeplerini irdelemiş ve herkesin anlayabileceği çareleri sıralamaya çalışmıştım. Ünlü İtalyan bilgini Toriçelli, hiçbir konuda hocası Galile’ye söz geçiremeyince, “Rütbemizin küçüklüğünden, lâfımızın büyüklüğü anlaşılamıyor” demişti. Benim çabalarımdan da anlaşılan o ki, doğru ve büyük lâfların kabul görmesi için, büyük bir rütbeye sahip olmak gerekiyordu.
Öte yandan, yalnız eğitim kurumlarında değil, toplumun hemen her kesimindeki “ahlâkî yozlaşma”nın, muhafazakâr bir iktidar döneminde tavan yapması, şimdi herkes gibi iktidarı da düşündürmelidir. Sükût etmek, kabullenmek olacağına göre, çare aramak yerine, bütün bu olanları acaba sineye mi çekmek gerekiyor?
“DİSİPLİN KOORDİNASYON
KURULLARI” KURULMALI
Geçen hafta, İstanbul’daki bazı okulları dolaştım. Okul yöneticilerinin, disiplin olaylarına karşı hiçbir çare üretemediklerini üzüntüyle gördüm. Yöneticiler, Bakanlıktan ve İl Müdürlüğünden gelen talimatlara göre hareket ettiklerini söylüyorlardı. Ancak, kendileri oturup da herhangi bir tedbirin üzerinde çalışmıyorlardı. İşin kötü tarafı, Disiplin Yönetmeliğini bile tam uygulamaktan çekinenler vardı. Çünkü, gerek kimi veliler ve öğrenciler, gerekse kimi siyasî güçler tarafından tehdit edildiklerini söylüyorlardı. Yani, okullarda “disiplin”le beraber, onun ”yönetmeliği” de artık yok olmuştu.
Şimdi, ciddî tedbir zamanıdır. Okulların verdiği disiplin cezalarını onamak ya da itirazlara bakmaktan öte bir iş yapmayan İl Disiplin Kurulları ile benzer işleri yapan Yüksek Disiplin Kurulu, disiplin olaylarının önlenmesinde artık yeterli olamıyor. Bakanlıkta bir “Merkez Disiplin Koordinasyon Kurulu” ile beraber, “İl ve İlçe Disiplin Koordinasyon Kurulları,” vakit geçirilmeden kurulmalıdır. Ortaya çıkan yeni suçlar, şimdi Disiplin Yönetmeliklerini de yenileme zorunluluğu getirmiştir. Yapılacak yeni değişikliklerle birlikte, Disiplin Koordinasyon Kurulları da mutlaka harekete geçirilmelidir. Büyük harfle yazıyorum:
KURULLARIN İLK İŞİ, ALACAKLARI OLAĞANÜSTÜ TEDBİRLERLE, OLAYLARIN HIZLA ÖNÜNE GEÇMEK OLMALIDIR.
Bu arada, okuma niyetinde olmayıp, okulların huzurunu bozmak için okula gidip gelenlerin, okullarla ilişiği derhal kesilmelidir. Bu konuda, öğrenci velileri de ciddî biçimde uyarılmalı, ileride başlarına gelebilecekler, kendilerine hatırlatılmalıdır.
Üç yılı aşan bir süreden beri ürettiği ve uygulamaya koyduğu projelerle, göz dolduran Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in, eğitimin bu çok, ama çok önemli sorununu çözebileceğini umut ediyorum. Aksi halde, kendisine bu gazetede yazdığım “Açık mektup”ta da ifade ettiğim gibi, şimdiye kadar ortaya koyduğu bütün gayretleri boşa gidecek, anılarda ise “hizmetleri” değil, geçmişteki sayın bakanlar gibi bakanlık panosunda sadece “resmi” asılı kalacaktır.
|
Naci AKAY (E.) İstanbul Millî
10.01.2007
|