Alevîliğin üç boyutunu iyi kavramak gerekir. Bu boyutlardan birisi meşrep boyutudur, ki buna genel mânâsıyla Alevîlik diyoruz. Bir de bunun fıkhî boyutu var. Buna da Caferîlik diyoruz. Problemli kısım ise, üçüncü boyutta yatıyor. Bu boyuta da siyasî klik mânâsında Şiîlik diyoruz. Elbetteki bu mânâda Sünnîliğin Alevîliği sadece manevî boyutla sınırlıdır. Bu, meşrep boyutudur. Fıkhî mezhep boyutu en azından nötr bir alandır. Alevîliğin üçüncü boyutu ki, buna genel olarak Şiîlik diyoruz, bu boyut, siyasî klik boyutudur. Öyleyse, üçüncü boyutuyla Şiîlik siyasî bir kliktir. Ayrıldığımız ve içtima ettiğimiz noktalar bunlardır. Birinci makamda ve anlamda hepimiz Alevîyiz. Bu hususta ihtilaf yok. İkinci alan da, Mutezile deyimiyle “menziletü beynelmenzileteyn” makamı, yani ara makamdır. Mut’a gibi bir takım hususların dışında fıkhî alanla Sünnîlerin pek bir alıp veremedikleri yoktur. Şiîlik veya siyasî boyut ise, akaid boyutuyla iç içedir. Siyasî zemin gücünü itikadî boyutundan alır. Bu boyutları birbirinden tefrik etmeli ve birbirine karıştırmamalıyız. Abdullatif Şener’in kastettiği Alevîliği de bu olmalıdır. Bu anlamda, Alevîlik moduna geçenlerden veya daha doğru bir aktarımla, aidiyetini ifade edenlerden birisi de Hayreddin Karaman Hocadır. Ümran dergisinin Ocak sayısında Abdullah Yıldız’ın kendisiyle yaptığı söyleşide şunları söylüyor: “Anadolu’daki ortalama dindar/muhafazakâr bir aileden geliyorum. Alevî kardeşlerimizin çoğunlukta olduğu, birkaç da muhacir ailenin bulunduğu bir mahallede oturduğumuz için, çocukluk arkadaşlarımın da çoğu onlardandı. Dolayısıyla ben, Hz. Ali’yi ve Ehl-i Beyt’i çok severim; Sünnî bir ailenin çocuğu olduğum halde, bir anlamda Alevîliğim de vardır. Yani, normal Sünnîlerden daha fazla Hz. Ali’yi, Hz. Fatıma’yı, Ehl-i Beyt’i severim; onlara eziyet edenleri de hiç sevmem...”
***
Şener bu anlamda, ‘hepimiz Alevîyiz’ derken Hayreddin Karaman Hoca da tekil veya ferdî olarak kendisinin de bir Alevî olduğunu vurgulamaktadır. Burada Alevîliği sosyolojik ve psikolojik boyutuyla da tahlil etmek gerekiyor. Şüphe yok ki, Sünnîlerin Alevîlik aidiyeti sevgi bağıyla kaimdir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim de buna vurgu vardır. Bu tarafgirlik bağı veya boyutu değildir. Hem Hazreti Mesih, hem de Hazreti Ali bağlamında onları sevmekle; sevgiden naşî olan bir takım illetleri birbirinden ayırmamız gerekir. Bu illetlerden ilki tarafgirliktir. Tarafgirlik geldiğinde hakikat ortadan kalkar. Aşırılık noktası buradan başlar. Aşırı nefret veya sevgi de genellikle taragirlik kalıbına bürünür ve dökülür. Tarafgirlik sevginin taassup ve kalıp haline gelmiş halidir. Başka bir açıdan nurun nar haline gelişidir. Bu anlamda, Sünnîler Hazreti Ali’yi severler, ama tarafgirlik mânâsında teşeyyü etmezler. Partizanlık yapmazlar. O da kendisine körü körüne değil, anlayışına bağlı olanları takdir ederdi. Bu itibarla, Sünnîlerin sevgi ve saygıları akıl kalıpları ve insaf ölçüleri dahilindedir. Aristo ile Eflatun arasındaki münasebette olduğu gibi, hakikatın sadakatı kişinin sadakatine müraccahtır. Bu bizi şöyle bir soruya da götürecektir: Hakikatla Hazreti Ali ayrı düşebilir mi? Sünnîlikte teorik olarak, evet. İmam-ı Gazali’nin de vurguladığı gibi, bize göre tek Kur’ân-ı natık, Hazreti Peygamberdir. Onun rihletinden sonra Kur’ân-ı natık kalmamıştır. Bu bağlamda, ‘Ali ne yana düşerse, hak o yana düşer’ yaklaşımı en azından mübalâğalıdır. Bu tespit sadece Hazreti Ali için değil, bütün kibar sahabîler için de geçerlidir. Hazreti Ömer’in, ‘Levla Aliyyin leheleke Ömer’ sözü doğru ise de bu doğruluk hiçbir zaman mutlak zorunluluğu ifade etmez.
***
Hatta Abdulkerim Suruş ‘tebiru nahl/Medine’de hurma aşılanması’ hadisine gönderme yaparak ‘Bu hadis Şiîlerde olsaydı Şiîler kurtulmuştu’ şeklinde bir görüş serdetmiştir. Suruş, bu hadisin ışığında muazzam bir epistomolojik keşfiyatta bulunmuştur. Bu epistomolojik boyut farkı daraltılabilirse, Sünnîlerle Şiîler arasındaki mesafe de zamanla ortadan kalkabilecektir. Derinliğini kaybedip, sığlaşabilecektir. Hurma aşılanmasıyla ilgili hadis Peygamberimizin beşerî hallerinde yanılabileceğini ortaya koymaktadır. O yanılgılar ya vahiyle müeyyed olarak tashih edilmiş, ya da içtihadla veya sahabîlerin alternatif mütalaalarıyla ortadan kalkmıştır. Her şeyin vahye bağlanması insan aklını ve tecrübesini atalete sevk edebileceğinden, daima akla bir alan açılmıştır. Peygamberimiz mürebbî olduğundan dolayı, sahabeleri terbiyesinde elbetteki beşerî arazlar göstermiştir. Sıkıntımızın bir kısmı da epistomolojik ayrımdan kaynaklanmaktadır. Zaman zaman Sünnîler de, Ehl-i Beyt bağlamının dışında olsa da yüce şahısları ihtiram, takdis ve tenzih noktasıyla hakikatı takdis noktası arasında sıkışıp kalmışlardır. Sehviyatı düzeltmek bırakın saygıya engel olmayı, bilakis saygı ve ihtiramın ikmal ve tekmilidir. Doğruları ortaya koymak için saygıyı zedelemeye ihtiyaç yoktur.
10.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|