“Hepimiz Aleviyiz” sözleri aslında benim ifadelerim değil, Başbakan yardımcılarından Abdüllâtif Şener’in ağzından dökülen sözlerden. Peki doğru mu? Hangi boyuttan bakıldığına bağlı. Popülizm ve fantazi boyutlarını bir tarafa bırakacak olursak, Sünnîlerin Alevî olmadığını söylemek mümkün mü? Elbette değil. Zira literatürlerinde Hazreti Ali şahsiyetiyle, hilâfetiyle meşruiyet dairesindedir. Alevilerden demiyorum, ama Şiîlerden tek farkları onun meşruiyetini diğerlerinin meşruiyetine engel saymamışlardır.
Bu noktada herkesi haklı görmek bir nevî Mürcie anlayışı ise de meseleye tek yanlı bakmak da bakış açısını kilitler. Sünnîler ikili veya çoklu tartışmaları veya aralarında cereyan eden nahoş halleri veya anlaşmazlıkları kendilerine mal etmemiş ve mümkün mertebe aralarındaki meselelere taraf olmaktan kaçınmışlardır. Bununla birlikte detaya girmeden genel olarak taraflarını belirlemişlerdir. Detaylarda zaman zaman hata veya kusurlar olabilir, ama genel yaklaşım doğrudur. Manevî anlamda ise Sünnîler tamamen Ehl-i Beyt’in izindedirler. Bu mânâda Ehl-i Beyt kimsenin hele hele bazı simsarların tekelinde hiç değildir. Hazreti Ali tasavvuftaki makamıyla Şah-ı velâyettir. Tarikatlar Bekrî veya Alevî yolla gelirler. Ekseriyet ise Ehl-i Beyt kanalıyla ve tarikıyladır. Bundan şüphe edilemez. Bu anlamda Alevîlik, bir mezhep değil meşreptir. Bu yönüyle Sünnîler de külliyen Alevîdirler. İkinci kademede Caferîlik gelir. Caferîlik ise fıkhî bir mezheptir.
Geçen yüzyılın başlarında Mısır’ın kabul ettiği aile hukukunun kaynaklarından birisi Caferî fıkhıdır. Mecelle ile başlayan Hanefî mezhebinin dışındakilerine de açılma yaklaşımı Mısır’da aile müdevvenesi ve hukukuyla birlikte Caferîliğe de taşarak meyvasını vermiştir. Caferîlikteki tartışılan meselelerden birisi mut’a nikâhı meselesidir. Kimi Hanefîler geçicilik şartının kaldırılmasıyla birlikte nikâhın akdinin sahih olduğuna hükmetmişlerdir. Bu mutlak mânâda mut’a nikâhının cevazını kabul değildir. Bu noktada, Caferî mezhebinin yasallığını kabul eden Mahmut Şeltüt’e Haseneyn Mahluf itiraz etmiştir. Sahabe anlayışı ve imametin nübüvvetin bir devamı niteliğinde olması gibi meseleler nazara alındığında genel olarak İsna Aşerîlik diyebileceğimiz akaid fırkasına göre, teknik ve fıkhı mânâda Caferîlik kabul edilebilir bir durumdur. Zaten İmam-ı Azam gibi fıkıhta Sünnî ekolü temsil eden kimi imamlar Cafer-i Sadık’ın talebeleridir. İmam-ı A’zam’ın onun manevî veya üvey evlâdı olduğu bilinir. Kimi sufîlere göre, ondan tasavvuf dersi de almıştır. Ama bu iki tarafca da ispat edilmemiş bir kaziyyedir. Tasavvufla Alevîlik bu mânâda geçişli olmasından dolayı, mutasavvıfların teşeyyüe kayma veya meyletme ihtimali her zaman fakihleri korkutmuştur. Bunun en son örneği Yusuf Kardavî’nin uyarısıdır. Yani manevî zeminin siyasî zemine kayması ihtimali endişe kaynağı olagelmiştir. Erdebili Tekkesi tarihte bunun somut örnekleri arasındadır. Bununla birlikte her açılıma bu zaviyeden bakmak da hatalıdır.
***
Asıl mesele Ehl-i Beyt fıkhı veya Şiî fıkhı olarak anılan Caferîlik de değil, Şiîliğin akait boyutundadır. Özellikle de bunun propoganda kısmı olan teşeyyü bahsi ve yeni müteşeyyiler asıl problemli alanı teşkil ediyorlar. Meselenin bam teli burasıdır. Şiîlik ise siyasî zemini nedeniyle siyasî bir kliktir. Ve bu reflekslere kadar işlemiştir. İran devriminden sonra bu çekirdek halindeki anlayış yeniden harekete geçmiştir. Irak’ın ABD tarafından işgal edilmesinden sonra ikinci zuhurunu yaşamaktadır. İslâm dünyasını ilgilendiren noktası da burasıdır.
Irak Başbakanı Maliki: “Kimse bizim içişlerimize karışmasın” dediği noktada aslında işgaliyle ABD, sonuna kadar Irak’ın içişlerinin içindedir. Ya da tam ortasında. Komşu ülkeler arasında İran kadar Irak’ın içişlerine müdahale eden başka bir ülke de yoktur. Bu mânâda, Maliki’nin öncelikli olarak sözlerini bu iki güce karşı sarf etmesi gerekirdi. Saddam’ın devrilmesinden sonra İran, Irak’ın içişlerine karışmasaydı, Irak’ın yeni durumu içerideki aktörlerle kendiliğinden teşekkül etseydi muhtemelen bugünkü kargaşa ve kardeş kanıyla tanışmayacaktık. Tek yanlı kalacak Kaide de fitne ateşini tutuşturamayacaktı. Saddam’ın idamından sonra Cezire Kanalı’nda meseleyle ilgili açık oturumlardan birisine katılan Sadık Musevi: “Bağdat Şiî değil, Alevîdir’ demiş. Aslında bu Şiîler açısından değil, Sünnîler açısından doğru bir sözdür. Ali Şeriati geçmişte Safevî Şiîliğiyle Alevî Şiîliği birbirinden ayırmıştır. Başta mutasavvıflar olmak üzere Sünnîler de bu ikisini birbirinden daima ayırmaktadırlar. Bu anlamda Musevi’nin sözleri Başbakan Yardımcısı Şener’in tesbitinin yorumundan başka bir şey değildir.
***
Caferi Sadık’la ilgili Sünnî ve Şiîlerin yorumu nasıl farklılık arz ediyorsa, aslında onun bir izdüşümü olarak Türkiye’deki Sünnîlerle kimi Alevîlerin Hacı Bektaş yorumu da birbirlerinden ayrılmaktadır. Zira, Hacı Bektaş-ı Veli’nin veya diğer adıyla Hünkâr’ın Alevîliği Şiî Alevîliği değil, meşrep Alevîliğidir. Şah-ı siyaset değil şah-ı velâyet çizgisidir. Sünnîler bunu savunmaktadır.. Hazreti Ali’nin mirası siyasî alanla sınırlı değildir. Asıl büyüklüğü siyasetinde değil velâyetindedir. Sünnîler böyle inanmışlardır. Caferîlik de aslında bu çizgidedir. Bu anlamda Alevî olan Cafer-i Sadık asla Şiî değildi. Bu nedenledir ki, mezhep sahibi Caferi Sadık Nefsüzzekiyye’nin kalkışını desteklememiştir. Sünnîlere göre de Hazreti Ali Nefsüzzekiyye’nin şehadeti konusunda Peygamberimiz tarafından müjdelenmiştir. Şehadetine rağmen yöntem olarak Caferi Sadık’ın çizgisi doğru idi. Sözümüzü şimdilik Şener’in sözleriyle bağlayalım: “Buradan ilân ediyorum: Benim dinim ve mezhebim, Hz. Ali’nin dini ve mezhebidir. Açıkçası, hepimiz Alevîyiz. Ülkemiz için Hz. Ali’nin mesajlarından yararlanmalıyız...”
09.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|