|
|
Ne kadar zengin, ne kadar yoksul; ne kadar güçlü, ne kadar zayıf; ne kadar meşhur, ne kadar varlığı yokluğu bir olsa da herkes, gece olup başını yastığa koyunca, aynı gerçekle yüzyüze kalıyor:
Bir gün daha bitti.
Her saniye yeryüzünün başka bir coğrafyasında gece oluyor ve her saniye birileri başını yastığa koyup, bu gerçekle yüzleşiyor:
Bir gün daha bitti.
Günü iyi geçen de, kötü geçen de, dolu dolu geçen de, boş boş geçen de, iyilik yapan da, kötülük yapan da, gülen de, ağlayan da, para kazanan da, para kaybeden de, aynı gerçekle karşılaşıyor:
Bir gün daha bitti.
Yani bir dün daha bitti. Yani bir yarın daha bitti, bugün oldu. Yani ömürden bir gün, bir dün, bir yarın gitti.
Yani doğumdan bir gün mesafesi kadar daha uzaklaşıldı. Yani ölüme, bilinmeyen sona bir gün daha yaklaşıldı. Yani… Bir gün daha… Bitti. Yazıyla: Bitti.
Dün de böyle olmuştu, ondan önceki gün de, ondan önceki de. Yarın da böyle olacak, ömür sürerse, öbür gün de, sonraki de.
Peki geriye ne kaldı? Sürekli sıfırlanan bir hazine olarak mı yaşanıyor günler? Yoksa her gün yeni hazineler mi katılıyor? Güldük, eğlendik, mutluyduk. Peki o güldüklerimiz yarın da güldürecek mi? Çalıştık, kazandık. Peki yarın, ondan sonraki yarın ve sonraki yarınlar bize yetecek mi? Konuştuk, tartıştık; yarına bir şey kattık mı?
Her saniye, bir yerlerde makineler çalışırken, arabalar hareket ederken, kırmızı ışık yeşil ışığa dönüşürken, martılar uçarken, denizler dalgalanırken, cep telefonlarının şarzı biterken, bilgisayarlar kapanırken ve açılırken, ocaktaki su kaynarken; birileri biten bir günün muhasebesini yapıyor. Birileri biten günü düşünmemeye çalışarak uyumaya çalışıyor.
Her ne dilde söylenirse söylensin, hatta söylenmese bile, büyük harflerle düşünülüyor:
Bir gün daha bitti.
Bir gün daha yaşlandı, o güzel kadın. Bir gün daha ihtiyarladı, elden ayaktan düştü, o heybetli adam.
Huzursuz bir iç çekişe eşlik etti, kapı gıcırtısı. Huzursuz bir düşünceye karşılık verdi fırtına.
Ama birileri huzur içinde söylüyor o cümleyi, bereketli geçen günün ardından. Hayırlarla dolu bir dünün ardından ve hayırlara niyetli bir yarına doğru…
Ne mutlu, birileri bu cümleyi huzur içinde söylüyor:
Bir gün daha bitti…
09.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Komşularımız ve yeni süreç |
|
Türkiye, Irak sınırını saymazsak, geçmişe nazaran komşularıyla daha az problemli görünüyor. Eskiyle kıyaslanmayacak ölçüde diyalog ve diplomasi koridorlarını açık tutuyor.
Komşularımızdan Suriye ile daha tatmin edici ve güven köprülerini tesis edici bir süreçteyiz. Suriye, ABD tehditleri ve şantajları karşısında daha dikkatli ve yatıştırıcı bir geçiş yaşıyor. Son yıllarda, Türkiye’nin yaklaşımları ile paralel sınır ticareti ve işbirliği kolaylıkları iki ülke halkının kaynaşma ve yakınlaşmasını arttırdı. Sınırın iki tarafında binlerce aile bölünmüş durumda. Bayramlarda birbirlerini ziyaret imkânı bulmaktadırlar.
İran ise Birleşmiş Milletlerin nükleer ambargosu ile karşı karşıya. Ancak aldırdığı yok. Zaman içerisinde Türkiye’nin ticarî ilişkilerini etkileyebilir. Ayrıca, Türkiye’nin Lübnan, Suriye, Filistin, Irak ve Afganistan’la yürüttüğü temaslar İran açısından alternatif politikalar olarak algılanmaktadır. Münasebetlerin kırılgan çizgileri oluşabilir.
Irak’ta ise tam bir katliâm yaşanıyor. Beyan edilen rakamlara göre, bugüne kadar ölen Iraklı sayısı 650 binin üstünde. Diğer tarafta tarihî mirası, müzelerine kadar tahrip edildi, yağmalandı. Ülke işgal güçleri tarafından talan edildi. Petrol rezervleri itibariyle dünyanın üçüncü büyük ülkesi olan Irak 115 milyar varil petrole sahip. Bu potansiyeli ile dünya üretiminin yüzde 10’unu karşılıyor. Bilinen petrol yatakları 71 iken, bunlardan sadece 24 tanesi geliştirilmiş durumda.
Acı olan, bugünlerde Irak “meclis”inde hazırlanan yasa taslağına göre, dev petrol şirketlerine 30 yıllık bir sözleşmeyle petrolün ve gelirlerinin yüzde 75’inin batıya gitmesi planlanıyor. BP, Shell ve Exxon gibi firmalara pazar açılmış olacak. Independent’in bu haberi umarım gerçekleşmez.
Petrol, Irak’ın GSMH’nın yüzde 70’ine tekabül ediyor. Kamu harcamalarının neredeyse tamamı buradan karşılanıyor.
Doğu komşumuz Irak, viran halde işgalci kuvvetlerin çizmesi altında inim inim inlerken, batıdaki komşumuz Bulgaristan ise AB’ye girdi. Türkiye böyle iki farklı uçta iki ayrı dünyanın sonuçlarına komşu bir pozisyonda dış politikasını belirlemeye çalışıyor. Bir ülkenin kaosundan, riskinden ve ateşinden korunmaya uğraşırken, diğer yanda girmek istediği AB masasında kendisi hakkında karar verici rolüne giren bir Bulgaristan var.
Bulgaristan ve Romanya ile birlikte, bu iki ülke üzerinden 800 bin insanımız AB vatandaşı oldu. AB’ye direkt girmemiz gecikse de, dolaylı AB sürecine dahil olma hızı ve etkisi artıyor.
Bir de AB boyutunda komşuluklarımız var. Daha önce netameli olduğumuz Bulgaristan’la da buzlarımızı erittik. Yunanistan ile diyalog zemini korunuyor. AB, bizi almadan önce problemlerimizin çetelesini tutma ve bunları çözmemiz konusunda fazlasıyla hassas. Bu hassasiyet, iç politika dengeleri kurayım derken aleyhimize esen iç rüzgârlara kendini kaptırsa da, geçici rüzgârların dalgalı denizdeki fırtınasının zamanla dineceğini düşünüyorum.
Bunun bariz bir örneği, Kuzey Kıbrıs meselesinde izolasyonları çözme iradesini tekrar deklare etmeleri ve Ocak ayında bunun ilk adımını atma niyetleridir. Yeni dönem başkanı Almanya’nın tutum ve tavrı da bu konuda oldukça net. Önce Rumlara “evet” deyip, masadaki kozlarını kullandırdılar, şimdi de Türkiye’ye yönelik Kuzey Kıbrıs’la alâkalı taahhütlerini yerine getirme noktasına geldiler.
Aslında AB süreci fiilen aksamış değil. Bugüne kadar içinde bulunduğumuz bağlantılara ve düzenlemelere dayalı itme etkisi, toplumu ve kamuyu etkileyen süreçlerin rehabilitasyonunu kuvvetlendirmektedir.
Rumlarla aynı masanın etrafında ittifak kurmaya hazırlanırken, onunla çatışarak masaya nasıl oturacağımızı ve onun kabul oyuna muhtaçken, onu nasıl etkisizleştireceğimizin planlarıyla meşgulüz. Rumların da iflâh olmaz uyumsuzluğu ve şımarıklığı ile çözüm istemeyen statükocu liderleri yüzünden uzlaşma zorlaşsa da bunun bir sabır sınırı var ki, bunu aştıkları takdirde AB içinde artan tepkinin ağırlığına yenik düşeceklerdir.
Psikolojik eşiği aşamadığımız komşularımızın başında Ermenistan geliyor. İç politikanın duyarlılıkları ile Diaspora’nın bizi etkileyen tutumları bir araya geldiğinde, istenen diyalog sürecine girilemedi. Nahçıvan bir kapı mesabesinde. Gürcistan’la daha rahatız.
Sonuç itibariyle; 2007’nin bu komşu coğrafyayı etkileşim iklimine alacağını ve ilişkilerin daha gerçekçi bir zemine oturacağını ümit ediyorum. Yeni süreçler, doğu-batı dengesinde ve stratejik ortalıkta herkesin ihtiyacı işbirliği ile aşılabilir.
09.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Uyuşturucu partileri |
|
Okul tuvaletinde uyuşturucusu ‘partisi’ yapan gençlerin görüntüleri kuşkusuz devlet ricalini değil, tüm anne-babaları şok etti.
Görüntüleri izleyenler “İçlerinden biri benim çocuğum da olabilirdi” dedi.
Star televizyonunun gündeme getirdiği bu görüntüleri birçok televizyon kanalı “duyarlılık” göstererek derhal ekranlarına taşıdı.
Skandalın perde arkası da geldi.. Bunlar mezun olmuş kolej talebeleriydi.
Hangi kolej mi: TED!
Daha sonra TED Ankara Koleji Vakfı Yönetim Kurulu tarafından bir açıklama yayınladı. Şöyle diyordu: “Kolej’de uyuşturucu partisi” başlığıyla 03 Ocak 2007 tarihinde Star Televizyonunda yayınlanan, 04-05 Ocak 2007 tarihlerinde ise çeşitli basın yayın organlarında yer verilen ve Türkiye’nin gündemini meşgul eden üzücü ve tatsız habere ilişkin gerek velilerimize gerekse kamuoyuna bir açıklama yapma gereği duymuş bulunuyoruz.
“Sözkonusu haberlere yer veren çeşitli basın yayın organlarında olayın, TED Ankara Koleji’nde meydana geldiği iddialarına yer verilmiştir. Türkiye’nin en köklü ve en saygın eğitim kurumlarından biri olmanın gereği ve çocuklarımıza, velilerimize karşı duyduğumuz sorumluluk bilinciyle olaya ilişkin derhal inceleme başlatmış bulunuyoruz.
“Kurumumuzun, sözkonusu olaya ilişkin net bir inceleme ve açıklama yapabilmesi için habere konu olan görüntülerin sansürsüz olarak incelenmesine ihtiyaç duyulmaktadır. Bu amaçla ilgili kanaldan ve yetkili mercilerden habere konu olan görüntülerin tarafımıza iletilmesi talep edilmiştir. Görüntülerin detaylı olarak incelenmesinin neticesinde gerekli açıklama yapılacaktır. Kamuoyuna saygıyla duyurulur.”
Peki, nasıl oluyor da Türkiye’nin en saygın eğitim kurumu da olsa, böyle rezaletler yaşanıyor?
Ardından bir açıklama daha yayınlandı gazetelerde.
Yıllardır madde bağımlılarıyla uğraşan Prof. Dr. İlhan Yargıç, son birkaç yılda 18 yaş altındaki gençlerin uyuşturucu kullanımında artış olduğunu söyledi.
Uzman Danışman Jale Kerimol bir adım daha öteye gidiyor diyor ki:
“İstanbul’da uyuşturucu kullanılmayan tek bir okul var mı acaba?” (Sabah)
Gazete bir bağımlıyla röportaj yapmış.
“Lisede alkolü de uyuşturucuyu da rahatça kullanıyordum. Eroini sifonun üstünde saklıyordum. İki yıl kimse fark etmedi. ÖSS’ye bile uyuşturucu alıp girdim.”
Prof. Yargıç devam ediyor açıklamasına:
“Dikkat edin ‘şu an’ diyorum... Bugüne kadar 40’a yakın çocuk hastam oldu. Tedavi ettiğim hastaların en küçüğü 12 yaşındaydı. Bu çocukların hepsi orta ve üst sınıf ailelerin çocukları” diyor.
Uzman Jale Kerimol bir gerçeğin altını çiziyor:
“İlköğretim 6. ve 7. sınıflardan hastalarım var. Çocuklar okulda bu maddelere daha kolay ulaşıyor.” Biz ebeveynler çocuklarımızı ihmal ettikçe bunun bedelini çok pahalı ödeyeceğiz.
Bu işin şakası yok!
Kuşkusuz gençlik, değişim ve toplumda yer edinme dönemi...
Bağlı bulunduğu bir takım değerlerden kimi zaman kopma durumuna gelebilir. Misal, anne ve babasından özerk hale gelebilir, ait olmak istediği gruba takılır. Bu da kimlik kargaşasını beraberinde getirir...
Ayrıca, gençlikte farklı bir boyut kazanmaya başlayan kız-erkek ilişkileri ve bu ilişkiler içindeki bağlanma durumları, kendini kabul ettirme çabaları, çekici görünme isteği de kişinin davranışlarında rota değişikliğine sebep olabilir.
Yetişkinler için tabiî kurallar haline gelmiş şeyleri kendi süzgecinden geçirerek içselleştirmek ister. Aynı zamanda gençlik, en idealist dönemdir, bu çağda kişi her şeyi mümkün görür. Ayrıca ego sentrik (ben merkezci)’dir ve herkesin kendisi gibi düşünmesini bekler. Gereği gibi aşılırsa bu dönemin sonunda hayat felsefesi, kişisel değerler, hayatın anlam ve amacı gibi kavramlar oluşur. Uzmanlar şunu da söylüyor;
Gençlikte riskler daha kolay alınır. Çevreyi etkileme ve kendini ispatlama çabasının yanı sıra, “Bana birşey olmaz” düşüncesi hakimdir. Gelecek ve gelecekte olabilecek riskler çok uzak görülür. Misal: Alkol ya da maddenin o anda vereceği doyum ya da çevrenin baskılarından kurtulma genç için önemliyken sigaraya bağlı yıllar sonra çıkabilecek sağlık sorunlarını pek de umursamaz. Ya rol modelleri?
Eğer manevî noktada takviye almazsa, manevî önder seçmezse, geleceğini tümden karartır. Uzak gibi görünen problemler onun hayatını eritir.
Devlet kesinlikle “manevî” noktaları ihmal etmemeli. İhmal ederse ne olur?
Bu gibi haberleri daha çook haber izleriz...
09.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Ankara’yı tedirgin eden takvim |
|
Ortadoğu tarihindeki en büyük kırılma ve kıt’anın tarihine kanlı sayfaların eklenmesi, petrolün bulunmasıyla birlikte başladı. Yüz yıl önce öyle başladı, yüz yıl sonra aynı şekilde devam ediyor.
Petrol zenginliği, fakir mahallesinin güzel kızı gibi Ortadoğu’nun hem refahı, hem de felâketi oldu.
Bölgede darbeler, petrolün paylaşımından dolayı yaşandı. Petrolde yabancı imtiyazını kaldırıp devletleştirenlerin ömrü uzun, sonları hayırlı olmadı.
Petrolü millileştirip, yabancı imtiyazlarını iptal edenler, dış destekli darbelerle ortadan kaldırıldı.
İran’da, Irak’ta, Ürdün’de, Suriye’de darbe yapacak güçler dış desteği hep bu yolla sağladı. İran’da Musaddık’a karşı yapılan darbenin arkasında da bu vardı, Şahın iki kez devrilmesine rağmen İngiliz-ABD operasyonu ile tekrar işbaşına getirilmesi de bu amaca hizmet ediyordu.
Irak’ta ise sayısız defa yaşandı bu olay.
Saddam’ın Kuveyt’i işgalinden sonra Batı dünyası uzaktan müdahaleyi bir kenara bırakıp, doğrudan işgal yöntemini tercih etti.
Önceden ‘Darbe yaptır, kendi yandaşların aracılığıyla petrol musluklarını ele geçir’ yöntemi kullanılıyordu, şimdi işgal et, petrolü ele geçir dönemini yaşıyoruz.
Irak petrollerinin yabancı imtiyazına açılması da bunun tabiî bir sonucu..
Irak’ın petrol imtiyazını alacak olan Hollandalı Shell grubu Yahudi sermayesinin, ABD’li Exxon firması Bush ailesi başta olmak üzere Cumhuriyetçilerin petrolcü kanadının üstlendiği bir kuruluş, İngiliz BP ise hakkında başka bir şey söylemeye gerek yoktur.
Irak petrolleri, Yahudi sermayesi, Amerikan cumhuriyetçileri ve İngilizler arasında pay ediliyor.
Bakın Ortadoğu’da petrolün tarihi nasıl yeniden şekilleniyor. Ortadoğu’da petrolü yani “Neft”i ilk bulan İngiliz BP şirketi. British petrol, aynı zamanda petrol stratejisinin oluşturulmasını sağlayan tarihî İngiliz bakış açısının da oluşmasından çok önemli bir unsur. İngilizlerin Ortadoğu’yu Osmanlı’dan koparan stratejisinin mimarı bugün Irak’ın paylaşımında da söz sahibi oluyor. Tarih işte bu.
Sadece petrolün yabancı imtiyazına verilmesi değil. Biz Olcay ve Emine Hanım eksenli tartışmalar yürütürken, BBC’nin gündeme getirdiği Irak’ın kayıp trilyonları konusuna ilgi göstermedik. BBC, işgal güçlerinin ilk işinin Irak hazinesini yağmalamak olduğunu belgeledi.
Yağmalanan miktar ilk aşamada 50 milyar dolar. Petrol zengini koskoca bir devlet yıkılıyor ve ilk tesbitlere göre 50 milyar dolar yağmalanıyor. Bunu en az 10’la çarpmanızı öneririm.
Dikkatinizi çekmek istediğim bir nokta var. Irak’ta bir takvim işlemeye başladı.
Önce Saddam’ı astılar, sonra petrol imtiyazını alıyorlar. Buna, ABD çekilme takvimini işletmeye, giderken menfaatlerini güvenceye almaya başladı diye de bakabiliriz.
Başbakan Erdoğan’ın “Önümüzdeki yıl AB’den ziyade Irak’la uğraşacağız” sözlerini, MİT Müsteşarı Emre Taner’in uyarılarını bu açıdan okuyabiliriz. Ortada devleti rahatsız eden ve bu tür çıkışlar yapmayı zorunlu kılan bir rapor olduğu anlaşılıyor.
Bush, Irak konusundaki değişiklikleri muhtemelen yarın açıklayacak. Biz saat farkıyla bunu Perşembe günü tartışıyor olacağız.
Ancak Irak’ın başına orada hiç görmeyi istemediğimiz çuvalcı general David Petraeus’u görevlendirilmesi pek hayra alâmet bir durum değil. Kerkük’teki referandum ve ABD güçlerinin Kuzey Irak’ta toplanması seçenekleri söz konusu.
Bunlardan bizi hop oturtup hop kaldıracak gelişmeler bekleyebiliriz. Daha da ötesi Şiilere Saddam hediyesini sunan Bush’tan, Kürtlere bizim canımızı yakacak bir ödül, her an söz konusu olabilir.
Irak merkez olmak üzere bölge çok önemli gelişmelere gebe. Ankara’da bir kez daha aldatılma psikolojisi hakim.
İran’da Kürtlerle işbirliği yaparak, ülkeyi içeriden çökertmeye çalışan ABD’den PKK ve Kuzey Irak Kürtleri konusunda Türkiye’yi rahatlatacak bir adım beklemek yürüyen stratejiye uygun düşmüyor.
Olayı Cemil Bayık ya da Murat Karayılan’ın teslim edilip edilmemesinden öte bir mercekten görmek gerekiyor.
Irak’ta bir takvim işlemeye başladı. Bu takvimin ayakları Ankara’yı huzursuz ediyor. Eğer Emine ve Olcay Hanım muhabbetinden başımızı kaldırıp bakabilirsek, büyük fotoğraf dikkatli olmamızı gerektiren objeler içeriyor.
09.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Halimizden memnun muyuz? |
|
İnsan kâinatın tahtına oturtulmuş, eşref-i mahlûkat, yani yaratıkların en şereflisi yapılmış, en güzel biçimde yaratılıp hiçbir yaratığa verilmeyen nefis organ, duygu ve yeteneklerle donatılmış.
Bu yapı ve özelliğine uygun tarzda yaşamak da en tabiî hakkıdır insanın. Şükretmek kaydıyla, imkânları ölçüsünde dünyanın her türlü nimetinden istifade edecektir. Çünkü ahiret nimetleri olduğu gibi dünya nimetleri de inanan insanlar için yaratılmıştır. Ancak bu aslâ kendinden yukarlardakilere bakıp eldeki imkânları küçümseme, onlara değer ve önem vermeme, şikâyet etme ve şükürsüzlüğe girme noktasına götürmemelidir insanı. Çalışır da Allah az veya çok verir. Tembelliği sebebiyle zor şartlar içerisinde kalmışsa kabahat zaten kendisinin. Ama çalışmış da Allah az vermişse, buna sabır ve şükretmesini de bilmelidir. Kendinden yukardakilere baktığında ise bu onu ister istemez şükürsüzlüğe götürür.
Yine insan olduğu zaman verebilmeli, olmadığı zaman da sabretmesini bilmelidir. Bu hiç şüphesiz büyük bir fazilettir ve ancak yüce ruhlu insanlara mahsus bir haslettir. Bu noktada insana düşen büyükler büyüğü, her konuda örnek ve önder olan Resûl-i Ekrem’in (asm) hayatına bakmaktır. O, Kâinatın Efendisi (asm) olduğu halde ne kadar zor şartlar altında bir hayat sürmüş, aslâ hâlinden memnuniyetsizlik göstermemiş, şikâyete girmemiş, aksine şükrü kendine görev bilmiştir.
Bakın o Allah Habibi’nin (asm), o sevgili kulunun yatağı içi hurma lifi ile doldurulmuş bir deridendi.1 İsteseydi krallar gibi kuş tüyü yataklarda yatabilirdi.
Âlim Sahabî Ebû Musa’l-Eş’arî, bir çarşafla keçeleşmiş bir kilim çıkaran Hz. Âişe Validemizin, yeminle Efendimizin (asm) bunlar üzerinde vefat ettiğini söylediğini nakleder.2
Ya yiyip içtikleri? Kaynaklara baktığımızda o Yüce Resûl (asm) ve ev halkının vefat edinceye kadar karınlarını üst üste iki gün doyuracak arpa ekmeği bile bulamadıklarını öğreniyoruz.3 Buğday ekmeğini iki gün bulmuşlarsa üçüncü gün bulamamışlardı. Bazan karınlarını doyuracak bir hurmaları bile yoktu.4 Hele Hz. Enes’in belirttiğine göre halis undan ekmek hiç yememişlerdi.5
Âişe Validemizin, ablası Hz. Esma’nın oğlu, yeğeni Urve’ye, “Yeğenim, biz Peygamber hanımlarının hiçbirinin evinde iki ay boyunca ocak yanmadığı olurdu” dediğini, onun da, “Ya ne ile geçinirdiniz teyzeciğim?” diye sorduğunda, “Hurma yer, su içerdik. Bazan da Resûl-i Ekrem’in (asm) Medineli komşularından sağmal hayvanları olanlar Resûlullaha (asm) süt gönderirlerdi de onu içerdik”6 dediğini biliyoruz.
Ne dersiniz, şükür mü, şikâyet mi?
Dipnotlar: 1. Buharî, Rikak: 17. 2. Buharî, Libas: 19; Müslim, Libas: 34-35. 3. Buharî, Et’ıme: 23; Müslim, Zühd: 22. 4. Müslim, Zühd: 34; Tirmizî, Zühd: 36. 5. Buharî, Rikak: 16-17. 6. Buharî, Rikak: 17.
09.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Tebliğ ve irşatta ispat metodu |
|
İslâmiyette ruhbanlık anlayışı, Müslümanlıkta ruhban sınıfı bulunmaz. Öyle ise, tebliğ ve irşat görevini kim yerine getirecektir? Bu soru, “Kur’ân’ın ana çerçevesini çizdiği, Sünnet-i Seniyyenin açıkladığı tebliğ ve irşat metotları olan ispat, izah ve ikna üslûbunu kazanan her mü'min” şeklinde cevaplandırılacaktır. Ki;
“Sizler insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten nehyedersiniz”1 şeklinde, bu ve benzer birçok âyet ve hadiste vurgulanır. Takip edilmesi gereken üslûbun çerçevesi de, “İnsanları Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütlerle çağır ve onlarla olan mücadeleni en güzel şekilde yap. Şüphesiz ki, Rabbin Onun yolundan sapanları en iyi bilendir; doğru yolda olanları en iyi bilen de yine Odur”2 âyetiyle çizilir. Âyette geçen “hikmet, güzel öğüt ve mücadele” tehdit, cebir, zor yolunu değil, iknâ metodunu, yumuşak üslûbu nazara verir.
Peygamberimiz (asm), “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin”3 tarzında yorumlar. İkna ve ispat; tergib, yani rağbeti arttırma; terhib, sakındırma; tebşir, müjdeleme ve korkutma da dengeli olmayı gerektirir. Hiç şüphesiz, bu hakikatlerden çıkan sonuç; iman ve İslâm esaslarını anlatmada en etkili metodlardan birisinin, ispat ve izah ederek ikna etmek olduğudur. İkna; uyma/ittiba etmede önemli rol oynar ve üç esas söz konusudur: Tebliği veren, mesajın mahiyeti ve mesajı alanın özellikleri.
Dâî/tebliğcinin, sahasında otorite, güvenilir bulunması, güzel/düzgün, hoş bir görünümü olmasının yanında en önemli özelliği şudur: Mesajı akla yatkın, ispat edilebilir, kalb ile vicdanları tatmin edebilir ve ayrıntılı bilgiyi ihtiva etmelidir.
* İtaat: Kişi, kendi arzusuyla değil de, başkalarının isteklerine göre bir davranışta bulunursa bu “itaat/boyun eğme” olur. Eğer aklına yatar, kendi isteğiyle bir davranışta bulunursa, buna da “uyma” denir. Aklî/mantıkî izâh ve ispat, kendi isteğiyle uymayı; mükâfat veya cezâlar, itaati arttırabilir.
* Benimseme/kabul etme: Kişi, bir fikri, kaideyi gerçekten inandığı için benimser, kabul eder ve o davranışa uyar.
Dipnotlar: 1- Kur’ân, Maide, 90. Yâsin, 16, 17., Mâide 99., Nur, 54.; 2- A.g.e., Nahl, 125.; 3- Buhârî, İlim: 12, Müslim, Eşribe: 70.
Taziye: Üstadın talebelerinden Hakkı Yavuztürk ile, İbrahim ve İrfan Şencan kardeşlerimizin babaları Hasip Efendiye Cenâb-ı Hak’tan rahmet ve mağfiret, kendilerine, akraba ve dostlarına sabr-ı cemil niyaz ederim.
09.01.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
İsmet Paşasız İnönü Zaferi |
|
T ürkiye tarihinin dönüm noktasını teşkil eden I. İnönü Harbi, Eskişehir'in "İnönü mevkii"nde başladı.
Türk ve Yunan kuvvetleri arasında 9 Ocak günü öğleden sonra başlayan bu şiddetli muharebe, aslında İstiklâl Harbinin de kaderini tâyin eden bir ölüm–kalım mücadelesiydi.
Zira, aynı günün erken saatlerinde yaşanan Bilecik ve Bozüyük işgalinin hemen ardından orta Anadolu'ya doğru hızla ilerlemeye devam eden Yunan kuvvetleri, ilk kez bu noktada durdurularak adeta şaşkına döndürüldü.
Şaşkınlığın sebebi, burada bu derece çetin bir direniş hareketi ile karşılaşılacağının önceden hiç hesaplanamamasıydı.
Yunan kuvvetleri, gerek asker ve gerekse silâh gücü itibariyle, karşılarındaki Millî Kuvvetlerin yaklaşık iki misli kadar bir mevcuda ve imkâna sahipti.
Buna rağmen, Millî Kuvvetler bir adım bile geri atmaksızın, cansiperâne mücadele etti ve istilâcı kuvvetleri İnönü mevkiinde duraklatmayı başardı.
Tabiî, her iki tarafın da kayıpları çoktu ve sayıları binlerle ancak ifade edilebiliyordu.
Ağır kayıplara rağmen, aylardır süregelen işgal ve taarruz hareketinin burada durdurulmuş olması, gerçekte bir zaferdi. Ama, aynı zamanda yaşanacak olan daha büyük zaferlerin hem habercisi, hem de başlangıcını teşkil ediyordu.
* * *
Bu arada önemli bir noktayı vüzûha kavuşturmak, tarihî olduğu kadar aynı zamanda vicdanî bir vazife olsa gerektir. O da şudur ki: Birinci İnönü Muharebesinin başladığı ve zafere giden ümit kıvılcımlarını yaydığı 9 Ocak 1921 günü, güya "cephe komutanı" olan Albay İsmet Bey, savaş meydanında, yani İnönü mevkiinde değildi.
Evet, kesin olarak orada değildi. Kaldı ki, İsmet Beyin o gün orada olduğunu gösteren güvenilir hiçbir bilgi, yahut belge bulunmuyor.
Dahası, kendisi "Batı Cephesi Komutanlığı"na getirilmiş olmasına rağmen, o gün için o mevkide böyle bir zafer kazanılacağına dair bir ümidi, bir inancı yoktu.
Zaten bu ümitsizliği sebebiyledir ki, o Yunan kuvvetlerine karşı koymak yerine, yanına aldığı büyük bir askerî kuvvetle Çerkez Ethem'in peşine düşmeyi tercih etmişti.
Nitekim, o günlerin tarih kayıtlarına baktığımızda, Albay İsmet'in Kütahya Gediz taraflarında olduğunu görmekteyiz. Burada, emri altına girmeyi reddeden Ethem Beyi adeta ittire ittire Yunan tarafına sığınmaya zorlamakla meşguldür. Tâ ki, en güçlü rakibi diskalifiye olsun ve kendi önü açılsın.
Evet, maalesef o kritik günlerde bile, çok büyük katakulliler ve dalavereler yaşanmıştır. Düşünün ki, Şark Cephesinde zafer üstüne zafer kazanmış olan Kâzım Karabekir gibi bir paşa (general) Ankara'da adeta âtıl vaziyette tutuluyor ve daha bir albay rütbesinde olan İsmet Bey, Batı Cephesi Komutanlığına getirtiliyor.
Zaten, siyasî ayak oyunlarından anlamayan Ethem Beyin isyanı da bunaydı. Ancak, kurulan tuzakları önceden bilemediği ve usûlünce aşmayı muhakeme edemediği için, aradan çıkmayı ve yurt dışına gitmeyi tercih etti.
* * *
Böylesine kritik bir zamanda, Millî Kuvvetlerle harb etmek istemeye Ethem Bey, kardeş kanı dökülmesine gönlü razı olmadığı için, geri çekilme sinyalleri verdi.
Bu gelişmeyle eş zamanlı olarak, kahraman askerimizin İnönü mevkiinde düşman taarruzunu durdurduğu haberi, etrafa bir büyük müjde olarak yayıldı.
Millî Kuvvetlerin zafere doğru önemli bir adım attığını duyan İsmet Bey ise, hemen ertesi gün İnönü mevkiinin yolunu tuttu ve burada kazanılmış olan başarıyı kendi şahsına mal etmenin derdine düştü.
* * *
Gariptir ki, binlerce askerimizin can verdiği I. İnönü Zaferi, bütünüyle Albay İsmet'e mal edildi.
Nitekim, o tarihe kadar albay rütbesinde iken, 1 Mart 1921'de birden generalliğe (paşalığa) yükseltildi.
İşte, o günden sonra artık "Paşalık" rütbesi verilen İsmet Beye, 26 Kasım 1934'te ise, soyadı kànunu gereği ona "İnönü" soyadı verilmiş oldu.
Bunun gerekçesi ise, Birinci (Ocak 1921) ve İkinci (Nisan 1921) İnönü Zaferlerinin onun şahsında kazanılmış olduğunun kabul edilmesiydi.
Böylelikle, on binlerce şehit veren kahraman ordunun şerefi bir tek kişiye verilmiş oldu. Tıpkı, başka örneklerde de olduğu gibi...
BELGE
Viyana Bozgunundan İnönü Zaferine...
1921 senesinin Ocak ve Nisan aylarında istilâcı Yunan kuvvetlerine karşı İnönü'de peşpeşe kazanılan iki önemli zaferle, tâ "Viyana Bozgunu"ndan beri devam edegelen Haçlı taarruzunun ilk kez geriletilmesi, geri püskürtülmesi sağlanmış oluyordu.
Üstad Bediüzzaman'ın da Lemaât isimli eserinde (Osmanlıca el yazması) ifade ettiği gibi, Eskişehir'de elde edilen bu iki zafer, "zahiren küçük" olmasına mukabil, tarihin dönüm noktasını teşkil etmesi açısından, bunların kıymeti "bâtınen pek büyük" olmuştur.
Orijinal ifadeleri şöyledir:
Alem–i İslâm cihadı, zamanen iki yüz senelik, mekânen iki yüz günlük tedafüî bir harp ve darb cephesi daima var idi.
En son siperi ise, bu yeni senedir (1921), hem Eskişehir'de idi. Zâlim kâfirin en son taarruzu da bu cephede hemen kırıldı.(...)
Alem–i İslâmın hak ve hürriyetinin istidradı için, biiznillah tedafü'den taarruza geçiyor; belki çok yerlerde geçti.
İnönü'nün (Eskişehir) iki zaferi, zâhiren ger küçüktür; bâtınen pek büyüktü...
(Not: Yukarıdaki ifadelerin yer aldığı Lemaât isimli manzum eser, 1921 senesi Ramazan ayında İstanbul Çamlıca'da te'lif edildi.)
09.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Kazanmak niyetiyle kaybetmek |
|
Kazanmak için yola çıktığımız halde, daha çok kaybettiğimiz zamanlarımız az olmamıştır. Kazanmak veya kaybetmek mefhumlarının kişiden kişiye değiştiği zamanımızda, kazançlı çıkmak o kadar zor olmuştur ki, birçoklarımız kazanmak isterken, insanı kayıplara götüren yollara düşebilmekteyiz.
Bize kazanmanın yollarını ve kaybetmenin tehlikelerini öğretmesi gereken bir çok akıl hocalarımızın bizzat kendi kafaları karışıktır. Kazanma gereğinin lüzumu üzerinde oluşturulan bir hayatı yaşayanlar olarak bizler, çevremizde anlamlı bir şey yokmuş gibi yaşayamayız.
Her yaratılan şeyin kendi kendine var olmadığını ve başı boş kalmak için bu dünya hanında terk edilmediğini düşünmek ve böylece insan olmanın önemli bir şartını yerine getirmek zorundayız.
Hayretle baktığımız, elimize alarak incelediğimiz her eşyadan çıkarılacak o kadar dersler vardır ki, bizlerin kendimizi bulmamız ve bu dünya hanında neden misafir edildiğimizi anlamamız pek zor olmamaktadır. Bununla birlikte kazandıranı ve kaybedeni anlamak da çok kolay olmamaktadır.
Ne yazık ki dünyamızın sırlarla dolu denizinde yüzüp de, hayatın anlamını anlamayanlar oldukça fazladır. Ve bunlar boşlukta gezdirdiği nazarlarıyla hiçbir şey göremedikleri gibi, başkalarının da görmemesi için ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Kör oldukları âleme herkesin bakarkör olmasını arzu edenler, aynı zamanda yaratılanlardaki güzel nağmelere herkesin kendileri gibi kulaklarını kapatmasını istemektedirler. Kalb gözlerini ve kulaklarını yaratılışın derunundaki mânâlara kapatan bu sağırkörler, herkesin kalp gözlerinin ve kulaklarının kapalı olması için de uğraşmaktan, çabalamaktan geri kalmamaktadırlar.
Hayatlarını, gerçeklerden kaçınmak ve güzelliklerden yüz çevirmek üzerinde sürdürenlerden elbette kazanmaya götüren bir işaret göremeyiz. Kaybetmeyi başlangıçta kabul edenlere ve hatta kaybetmeyi kazanılmış bir hak olarak görenlere ve dahi herkesin bu haklarına saygıyla bakmasını isteyenlere, “Karanlıklarınız bol olsun” demekten başka ne yapabiliriz? İnsanların, hayatı mânâsız görme özgürlükleri, yok olmayı başlangıçta tercih etme serbestlikleri ve imtihandan çakıp sınıfta kalma hakları elbette vardır bu dünyamızda. İnsanları ebedî saadete götürmek için var olan inanç sistemlerinde, zorlama yoktur. İşte bazıları özgürlükten bunu anlamaktadır herhalde. Yani cehenneme gitme özgürlüğü, insan gibi yaşamama özgürlüğü…
Huzura götüren ve huzur veren bir yolu bulmuş olan insanlar, hemcinslerinin karanlık dünyalara talip olmasından hoşlanmazlar şüphesiz. Bunlar yan gelip yatmak yerine, zora başvurmadan, ikna ile, boşlukta olan hemcinslerinin de kendileri gibi inanmanın güzellikleriyle tanışması için ellerinden geleni yapmaları gerekmektedirler.
Aydınlık âlemlerde çekememezlikler, kıskançlıklar yoktur. Çünkü buradaki dünyaların nihayeti bulunmamaktadır. Buralarda herkese fazlasıyla yer bulunmaktadır. Bunu bilenler, başkalarının aydınlıklarla buluşmasına sebep oldukları takdirde, güzelliklerinin daha fazla artacağını da bilmektedirler.
Bütün çabalara rağmen birileri Cehenneme gitme özgürlüğünü ısrarla kullanmak istiyorsa, elbette önüne geçilip de özgürlüğünü kısıtlama yoluna gitmeye kimsenin hakkı olmayacaktır. Belki bunlar kazanmayı bu şekilde anlamaktadırlar. Belki bize göre kaybetmek olan bir eylemi, bazıları inadına yapmak istemektedirler. Biz bu durumda ne yapabiliriz ki?
Diğer yandan da, kazanma ve kaybetme arasında debelenen insanlar kurtulmak için bir ışık beklerken, başka yerlerde zaman kaybetme lüksümüz de olmamalıdır. Kurtuluş ışığını bulduğuna iman edenler yerlerinde rahat oturamazlar. Hayatın gerçeklerini bulma nimetine kavuşmuş bahtiyar insanlar, elbette bataklıklardan kurtulmak için çırpınan hemcinslerinin imdadına koşmak zorundadırlar.
Bütün bunlara rağmen, hiç kimse ellerindekilerini ölüm istasyonuna kadar muhafaza etme garantisine sahip değildir. Kazandığımızı sandığımız yerde kaybetme ihtimalini de göz ardı etmememiz gerekmektedir. Hayat gibi imtihan da devam ediyor…
09.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Carullah Zemahşerî |
|
İzmir’den Muharrem Okur: Risâle-i Nur’da bazı yerde adı geçen Zemahşerî kimdir?
Risâle-i Nur’da belâgat imamı veya ilm-i belâgatin dâhisi unvanıyla ve adından kısaca Zemahşerî olarak yer yer bahsedilen1 Ebû’l-Kasım Mahmud İbn Ömer Carullah ez-Zemahşerî el-Harezmî, büyük bir dilci, edebiyatçı, kelâmcı ve müfessirdir. Mekke’de uzun süre yaşadığı için Carullah (Allah’ın komşusu) lâkabı verilerek “Cârullah Zemahşerî” adıyla meşhur olmuş, ayrıca kendisine “Fahr-ı Harezm” (Harezm’in övünç kaynağı) unvanı da verilmiştir.
Zemahşerî, Selçuklu sultanlarından Melikşah devrinde Harezm kasabalarından Zemahşer’de Hicri 467 (Milâdî 1075) yılında dinine bağlı bir ailede dünyaya gelmiş, ilk tahsilini, kasabanın imamı olan babasında yapmış; okuma yazma öğrenip hafız olduktan sonra ilim tahsili için o zaman büyük bir ilim ve medeniyet merkezi olan Buhârâ’ya gitmiştir. Bu arada çocukluğunda bir gün bindiği hayvandan düşerek yaralandığını ve bu sebeple bir ayağının kesilmiş olduğunu hatırlatmadan geçmeyelim. Bazı kaynaklarda, çocukluğunda küçük bir kuşu ayağına ip bağlayarak sürüklemesi ve kuşun ayağını koparması sebebiyle annesinin kendisine bedduâ etmesi üzerine ayağının kesildiği zikredilir.
Zemahşerî 21 yaşında Buhârâ’ya gittiğinde babası hapiste idi. Babası hapiste vefat ettiğinden artık babasını göremez. Buhârâ’da muhtelif hocalardan usûl-u fıkıh, fıkıh (Hanefî fıkhı), hadis, tefsir, kelâm, mantık, felsefe ve Arapça dersleri aldı. Bu yetişme devresinde Harezm ve Horasan bölgelerinde birçok şehre gitti ve buralarda birçok ders halkasına katılarak ilmini arttırdı. 502 (1109) Yıllarında Mekke-i Mükerreme’ye gitti ve burada bir süre kalarak zamanın meşhur ediblerinden Şerif Ali İbn Hamza Vehhâs (ö. 526/1132) gibi âlimlerden ders ve feyz aldı. Bu Vehhâs daha sonraları Zemahşerî’nin talebelerinden olmuştur. Bu arada Arap yarımadasındaki bazı yerleri ve Yemen şehirlerini gezdi ve Arapça dili üzerindeki bilgisini güçlendirdi. Öyle ki bir gün, Ebû Kubeys Dağı’na çıkarak; “Ey Araplar, gelin atalarınızın dilini benden öğrenin” diye dil konusunda Araplara meydan okuduğu meşhurdur. Dile hâkimiyeti gerçekten yazdığı eserlerde, söylediği şiirlerde ve kasidelerde açıkça görülmektedir.
Bu gezilerinden sonra Zemahşerî’nin memleketine gittiğini, ardından 518 (1124) yılında tekrar Mekke’ye geldiğini görüyoruz. Mekke’ye bu gelişinde artık uzun süre burada kalmış ve eserlerinden birçoğunu, bu arada meşhur tefsiri “El-Keşşaf”ı da burada kaleme almıştır.
Zemahşerî fıkıhta Hanefî olduğu halde itikadda ateşli bir Mutezile’dir. Bu yüzden çok tenkid edilmiş ve çok muhalif kazanmıştır. Ehl-i sünnet âlimleri ile onlara hakaret derecesine varan keskin ve katı bir tutumu olmuştur. Hayatının sonlarına doğru Mutezile oluşundan tövbe edip ehl-i sünnet inancına döndüğü rivayet edilirse de bu, eserlerinde görülmez. Sırf Mutezile oluşundan dolayı Selçuklu sultan ve vezirleri tarafından ilimde ulaştığı yüksek mertebeye rağmen itibar görmemiş, hatta haklarında methiyeler söylediği emirler bile yüzüne bakmamışlar, ama o bildiği yoldan şaşmamıştır.
Zemahşerî, nahiv, edebiyat ve İslâmî ilimlerde şöhret bulmuş çok sayıda âlim yetiştirmiştir. Kalemi kuvvetli ve çok yazan bir âlimdir. Elli civarında eseri vardır. Belagat, Arapça lügat, Arap dili grameri, fıkıh, tefsir, hadis lügati, kıraat, nasihat, irşad, vaaz konularında muhtelif eserler vermiştir.
Zemahşerî’nin İslâm âleminde tanınmasını sağlayan en ünlü eseri “el-Keşşaf an Hakâikı’t-Tenzil ve Uyûni’l-Ekâvîl fı Vücühi’t-Te’vîl” adındaki Kur’ân-ı Kerim tefsiridir. Bu meşhur tefsir kısaca “Keşşaf” olarak tanınır. Keşşaf tefsir tarihinde önemli bir yer tutan, üzerinde yüzlerce şerh ve haşiye yazılan, hakkında olumlu-olumsuz çok sayıda eleştiri yapılmış olan bir kitaptır.
Zemahşerî bu eserini Mekke’de kaldığı sırada kaleme almış ve iki senede tamamlamıştır. Bu eserinde Zemahşeri, kendinden önce yazılmış tefsir ve müfessirlerden büyük ölçüde istifade etmiş, eserinde onlardan nakillerde bulunmuştur. Zemahşerî’nin bu tefsiri daha ziyade dil ve belagat bakımından önemlidir ve belagat yönünden Kur’ân’ın mucizeliğini ortaya koymuştur. Bu yönüyle kendinden sonra gelen bütün dirayet tefsirleri ondan istifade etmişler ve Keşşaf Tefsiri “Ummu’t-tefâsîr” (tefsirlerin anası) kabul edilmiştir.
Ancak Zemahşerî Mutezile mezhebinden olduğu ve mezhebini savunur biçimde yorumlara ve açıklamalara gittiği için tefsiri çok eleştiriye uğramış ve tefsirindeki Mutezile mezhebinin görüşlerine uygun yorumların ayıklanması ve çürütülmesi amacıyla birçok eser yazılmıştır.2
Zemahşeri ilmî çalışmalarının büyük bir kısmını yürüttüğü Harezm’de Seyhan nehri kenarındaki Cüraniye’de Hicri 538 (Milâdî 1143)’de vefat etmiştir. Eseri olan Keşşaf, Kur’ân-ı Kerim’in belâgat ve icazını en güzel ortaya koyan eser olarak tarihe geçmiştir.
Dipnotlar: 1- İşârâtü’l-İ’câz, s. 175, 185; Şuâlar, s. 217 2- Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, Ankara 1960, II, 291-293
09.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Hakkı Yavuztürk |
|
Onunla ilk karşılaşmam, 1978’de Yeni Asya’nın Cağaloğlu’daki Kâzım İ. Gürkan (Yerebatan) Caddesinde bulunan hizmet binasında oldu. O zaman, gazetenin karşısındaki Sağlık Müdürlüğünde çalışıyor ve mesai aralarında namaz kılmak için gazeteye geliyordu. Kapıda rastgeldiğimizde tebessüm ederek verdiği selâmları hiç unutmuyorum.
On yıl sonra gazetemiz imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular’ın tavassutuyla damadı oldum.
O günden bugüne, Nur talebeliğine ilâveten, sıhrî olarak da aynı ailenin mensupları olmak gibi çok özel bir müşterekliği paylaştık.
On dokuz sene beraber olduğumuz çok yönlü ve güzide bir insanı böyle kısacık bir yazıya sığdırabilmek elbette ki mümkün değil.
Mecburen şimdilik birkaç satırbaşıyla yetinmek durumundayız.
Hakkı Yavuztürk, Üstad Bediüzzaman’la genç yaşta mülâki olmuş ve onun iman kurtarma dâvâsına hayatını vakfetmiş saff-ı evvel bahtiyarlardan ve Risale-i Nur'u neşir hizmetinin öncü kadrolarındandı.
Cenazesine katılanlardan muhterem Mehmet Fırıncı, “Biz, Muhsin Alev, Mehmet Emin Birinci, Ahmet Aytimur, Üzeyir Şenler ve Hakkı Yavuztürk’le bir ekiptik. Ahirete ilk gidenimiz Hakkı Ağabey oldu” diyerek bu gerçeği hatırlattı.
(Bu ekipten Birinci de Yavuztürk’ü hasta yatağında ziyaret ettikten kısa süre sonra sağlık kontrolü için hastaneye yattı. Bilvesile, kendisine hayırlı âcil şifalar niyaz ediyoruz.)
Yine Fırıncı’nın, aile efradıyla sohbet ederken “Ben de bu ailenin bir ferdiyim” sözüyle dile getirdiği bir başka gerçek, Yavuztürk ailesinin de hizmete sahip çıkmış olmasıydı.
Yenikapı’daki tarihî evleri bu genç hizmet ekibinin emrine âmâdeydi.
Evin mahzeni teksir edilen risale formaları için depo olarak tahsis edilirken, valide Ümmü Gülsüm Hanımın bereketli sofrası da her an ekibin hizmetindeydi.
Dahası, İstanbul’daki Risale-i Nur hizmetlerinin Süleymaniye Kirazlımescit Sokağında bulunan ve uzun yıllar Zübeyir Gündüzalp’i de ağırlayan ilk karargâhı, aynı bahtiyar validenin süt kardeşi olan Abdurrahman Tan’ın mülküydü.
Bu meyanda, baba Ekrem Yavuztürk de Üstadın çok önem ve değer verdiği muhterem bir zattı.
Hakkı Yavuztürk, henüz 18 yaşındayken tanıdığı ve ilâhî bir istihdamla aktif şekilde dahil olduğu nur hizmetinde sebat, metanet, istikamet çizgisinin mücessem örneğiydi.
Son nefesine kadar bu çizgiyi korudu. Vefatına günler kala ziyaretine gelen Fırıncı’dan, son havadis-i nuriyeyi öğrenmek istedi ve anlatılanları hasta halinde tebessümle dinledi.
Aynı şekilde, Şükrü Bulut’un Yeni Asya International’daki yazısında kendisine atıfla yazdıklarına da yürekten tasdik ederek kulak verdi.
Kur’ân’la, Risale-i Nur’la ve Yeni Asya ile aktif bağını hep canlı tuttu. Satır satır okuyup sakladığı gazetesinin, dağıtım aksaklıkları sebebiyle kaçırdığı sayılarını günler sonra bile takip eder ve mutlaka edinip okurdu.
Ne var ki, özellikle son bir ayda, bu derece düşkün olduğu gazetesini okuyabilecek tâkati dahi bulamadı. Ama dediğimiz gibi, manevî irtibatını son âna kadar muhafaza etti..
Hastalığı boyunca, refika-i hayatım başta olmak üzere, kerîmelerinin, üzerine titreyen ihtimam ve itinası ile ayrı bir huzur buldu.
Son kucaklaşmamızı, bayramda yatağına yerleştirirken yaptık. Ve bayramı takip eden ilk Cuma sabahı, Cennete doğru kanatlandı.
İmanlı, şuurlu, verimli ve ter temiz bir hayatın beratıyla.
O şimdi, muhterem Mustafa Sungur ve Aytimur gibi öncü isimler başta olmak üzere, nur cemaatinin bütün ekollerini temsilen Fatih Camii avlusunu doldurup Eyüp Sultan kabristanına taşınan nuranî bir cemaat tarafından feyizli dualarla uğurlandığı ebediyet âleminde, yarım asır önce defalarca görüştüğü Üstad Bediüzzaman’la hasret gideriyor.
Geride bıraktığı bedeni ise, Eyüp Sultan kabristanının—Üstadın tabiriyle dereye, yani Haliç’e bakan yüksek bir yerindeki—âsude menzilinde bizi ve haşir gününü bekliyor.
Allah, hepimizi Cennetinde, Arş-ı Âlâsının gölgesinde buluştursun...
09.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
‘Hepimiz Aleviyiz’ |
|
“Hepimiz Aleviyiz” sözleri aslında benim ifadelerim değil, Başbakan yardımcılarından Abdüllâtif Şener’in ağzından dökülen sözlerden. Peki doğru mu? Hangi boyuttan bakıldığına bağlı. Popülizm ve fantazi boyutlarını bir tarafa bırakacak olursak, Sünnîlerin Alevî olmadığını söylemek mümkün mü? Elbette değil. Zira literatürlerinde Hazreti Ali şahsiyetiyle, hilâfetiyle meşruiyet dairesindedir. Alevilerden demiyorum, ama Şiîlerden tek farkları onun meşruiyetini diğerlerinin meşruiyetine engel saymamışlardır.
Bu noktada herkesi haklı görmek bir nevî Mürcie anlayışı ise de meseleye tek yanlı bakmak da bakış açısını kilitler. Sünnîler ikili veya çoklu tartışmaları veya aralarında cereyan eden nahoş halleri veya anlaşmazlıkları kendilerine mal etmemiş ve mümkün mertebe aralarındaki meselelere taraf olmaktan kaçınmışlardır. Bununla birlikte detaya girmeden genel olarak taraflarını belirlemişlerdir. Detaylarda zaman zaman hata veya kusurlar olabilir, ama genel yaklaşım doğrudur. Manevî anlamda ise Sünnîler tamamen Ehl-i Beyt’in izindedirler. Bu mânâda Ehl-i Beyt kimsenin hele hele bazı simsarların tekelinde hiç değildir. Hazreti Ali tasavvuftaki makamıyla Şah-ı velâyettir. Tarikatlar Bekrî veya Alevî yolla gelirler. Ekseriyet ise Ehl-i Beyt kanalıyla ve tarikıyladır. Bundan şüphe edilemez. Bu anlamda Alevîlik, bir mezhep değil meşreptir. Bu yönüyle Sünnîler de külliyen Alevîdirler. İkinci kademede Caferîlik gelir. Caferîlik ise fıkhî bir mezheptir.
Geçen yüzyılın başlarında Mısır’ın kabul ettiği aile hukukunun kaynaklarından birisi Caferî fıkhıdır. Mecelle ile başlayan Hanefî mezhebinin dışındakilerine de açılma yaklaşımı Mısır’da aile müdevvenesi ve hukukuyla birlikte Caferîliğe de taşarak meyvasını vermiştir. Caferîlikteki tartışılan meselelerden birisi mut’a nikâhı meselesidir. Kimi Hanefîler geçicilik şartının kaldırılmasıyla birlikte nikâhın akdinin sahih olduğuna hükmetmişlerdir. Bu mutlak mânâda mut’a nikâhının cevazını kabul değildir. Bu noktada, Caferî mezhebinin yasallığını kabul eden Mahmut Şeltüt’e Haseneyn Mahluf itiraz etmiştir. Sahabe anlayışı ve imametin nübüvvetin bir devamı niteliğinde olması gibi meseleler nazara alındığında genel olarak İsna Aşerîlik diyebileceğimiz akaid fırkasına göre, teknik ve fıkhı mânâda Caferîlik kabul edilebilir bir durumdur. Zaten İmam-ı Azam gibi fıkıhta Sünnî ekolü temsil eden kimi imamlar Cafer-i Sadık’ın talebeleridir. İmam-ı A’zam’ın onun manevî veya üvey evlâdı olduğu bilinir. Kimi sufîlere göre, ondan tasavvuf dersi de almıştır. Ama bu iki tarafca da ispat edilmemiş bir kaziyyedir. Tasavvufla Alevîlik bu mânâda geçişli olmasından dolayı, mutasavvıfların teşeyyüe kayma veya meyletme ihtimali her zaman fakihleri korkutmuştur. Bunun en son örneği Yusuf Kardavî’nin uyarısıdır. Yani manevî zeminin siyasî zemine kayması ihtimali endişe kaynağı olagelmiştir. Erdebili Tekkesi tarihte bunun somut örnekleri arasındadır. Bununla birlikte her açılıma bu zaviyeden bakmak da hatalıdır.
***
Asıl mesele Ehl-i Beyt fıkhı veya Şiî fıkhı olarak anılan Caferîlik de değil, Şiîliğin akait boyutundadır. Özellikle de bunun propoganda kısmı olan teşeyyü bahsi ve yeni müteşeyyiler asıl problemli alanı teşkil ediyorlar. Meselenin bam teli burasıdır. Şiîlik ise siyasî zemini nedeniyle siyasî bir kliktir. Ve bu reflekslere kadar işlemiştir. İran devriminden sonra bu çekirdek halindeki anlayış yeniden harekete geçmiştir. Irak’ın ABD tarafından işgal edilmesinden sonra ikinci zuhurunu yaşamaktadır. İslâm dünyasını ilgilendiren noktası da burasıdır.
Irak Başbakanı Maliki: “Kimse bizim içişlerimize karışmasın” dediği noktada aslında işgaliyle ABD, sonuna kadar Irak’ın içişlerinin içindedir. Ya da tam ortasında. Komşu ülkeler arasında İran kadar Irak’ın içişlerine müdahale eden başka bir ülke de yoktur. Bu mânâda, Maliki’nin öncelikli olarak sözlerini bu iki güce karşı sarf etmesi gerekirdi. Saddam’ın devrilmesinden sonra İran, Irak’ın içişlerine karışmasaydı, Irak’ın yeni durumu içerideki aktörlerle kendiliğinden teşekkül etseydi muhtemelen bugünkü kargaşa ve kardeş kanıyla tanışmayacaktık. Tek yanlı kalacak Kaide de fitne ateşini tutuşturamayacaktı. Saddam’ın idamından sonra Cezire Kanalı’nda meseleyle ilgili açık oturumlardan birisine katılan Sadık Musevi: “Bağdat Şiî değil, Alevîdir’ demiş. Aslında bu Şiîler açısından değil, Sünnîler açısından doğru bir sözdür. Ali Şeriati geçmişte Safevî Şiîliğiyle Alevî Şiîliği birbirinden ayırmıştır. Başta mutasavvıflar olmak üzere Sünnîler de bu ikisini birbirinden daima ayırmaktadırlar. Bu anlamda Musevi’nin sözleri Başbakan Yardımcısı Şener’in tesbitinin yorumundan başka bir şey değildir.
***
Caferi Sadık’la ilgili Sünnî ve Şiîlerin yorumu nasıl farklılık arz ediyorsa, aslında onun bir izdüşümü olarak Türkiye’deki Sünnîlerle kimi Alevîlerin Hacı Bektaş yorumu da birbirlerinden ayrılmaktadır. Zira, Hacı Bektaş-ı Veli’nin veya diğer adıyla Hünkâr’ın Alevîliği Şiî Alevîliği değil, meşrep Alevîliğidir. Şah-ı siyaset değil şah-ı velâyet çizgisidir. Sünnîler bunu savunmaktadır.. Hazreti Ali’nin mirası siyasî alanla sınırlı değildir. Asıl büyüklüğü siyasetinde değil velâyetindedir. Sünnîler böyle inanmışlardır. Caferîlik de aslında bu çizgidedir. Bu anlamda Alevî olan Cafer-i Sadık asla Şiî değildi. Bu nedenledir ki, mezhep sahibi Caferi Sadık Nefsüzzekiyye’nin kalkışını desteklememiştir. Sünnîlere göre de Hazreti Ali Nefsüzzekiyye’nin şehadeti konusunda Peygamberimiz tarafından müjdelenmiştir. Şehadetine rağmen yöntem olarak Caferi Sadık’ın çizgisi doğru idi. Sözümüzü şimdilik Şener’in sözleriyle bağlayalım: “Buradan ilân ediyorum: Benim dinim ve mezhebim, Hz. Ali’nin dini ve mezhebidir. Açıkçası, hepimiz Alevîyiz. Ülkemiz için Hz. Ali’nin mesajlarından yararlanmalıyız...”
09.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|