|
|
Davut ŞAHİN |
Evet Gaffura taktık! |
|
Bir okuyucudan gelen maili değerlendirdiğimde, konunun bu kadar yankı bulacağını tahmin edemezdim.
“Haber7.com”da yayınlanan yazım tam 112 yorumla yüksek rakamlara ulaşırken, internette ise bilgisayardan bilgisayara “imzasız” dolaştı. Sonunda bazı “sağduyulu” gazeteler dayanamayarak, konuyu manşete taşıdı ve kendi yazarının imzası ile ilâve yaptı... Olsun. Maksat hasıl oldu ya.
Konu malûm:
Yüzde 99’u Müslüman olan bu memlekette “dinî anlam ifade eden” mukaddes isimlerin, ne yazık ki, bazı dizi filmlerde küçük büyük herkesin beynine kötü imaj bırakmasıydı.
Gaffur, Burhan, Tacettin, Aziz, Kadir, Amil, Mennan gibi isimlerin dizi filmlerde oluşturduğu olumsuz imaja dikkat çekmiştik.
Hatta Kemal Sunal ve benzeri komedi filmlerinde adı geçen “Şaban, Ramazan” gibi isimlerin de ne yazıkki bu filmlerden sonra kaybolmaya yüz tuttuğu gerçeğinin altını çizmiştik.
Dizinin senaristi Gürse Birsel önceki günkü yazısında Gaffur tiplemesinin bu kadar ilgi görmesine şaşırdığını yazdı ve bu karakteri adeta “romantik” serseri gibi yansıttı.
Bu açıklamayı niye yaptı bilmiyorum, ama hemen sonraki gün, Sabah gazetesi “Gaffur’a Taktılar” başlıklı bir haber yayınladı.
Haberde:
“İslami kesim şimdi de, televizyon dizilerindeki kahramanların isimlerine taktı. atv’de yayınlanan Avrupa Yakası’ndaki ‘Gaffur’, Star’da yayınlanan En Son Babalar Duyar’daki ‘Kadir’, Show TV’de yayınlanan Hayat Bilgisi’ndeki ‘Mennan’ ve atv’de yayınlanan Beyaz Gelincik’teki ‘Aziz’ tiplemelerini yazan senaristleri, İslami kesimin önde gelen gazetesi Vakit’in hedefi oldu. Vakit, bu isimlerin Allah’ın 99 ismi arasında olduğundan hareket ederek, ‘Ekrandaki şeytanlık’ yorumu yaptı. Gazetede, senaristlerin bu isimleri aşağılamak için özellikle seçtiği öne sürüldü ve ‘Psikopat karaktere Gaffur adını taktılar’ denilerek, diziler hedef gösterildi. Vakit gazetesi’nin ‘militan’ görüşleriyle tanınan köşe yazarı Hasan Karakaya da, ‘İçine tüküreyim böyle sanata’ başlığıyla bir yazı kaleme aldı. Ağır hakaret dolu yazıda, diziler hedef gösterildi.” (a.g.g.)
Haberin devamında bir senaristin bu “iddia”ların asılsız olduğunu, isimlerin tesadüfen seçildiğini belirtmiş.
Ve; “Hayatımda bu kadar saçma komplo iddiası duymadım. Ben seçtiğim ismin Allah’ın 99 adından biri olduğunun bile farkında değildim” demiş.
Ne tesadüf ki, Allah’ın isimleri hep bu olumsuz tiplere verilmiş!
Ne tesadüf ki, sadece Avrupa Yakası değil, geçmişte tv dizilerinde de isimler pek şık olmayan karakterlere serpiştirilmiş. Meselâ, “Bizimkiler” dizisinde Kapıcı Cafer, Alamancı Davut ve onun gerizekâlı oğlu Halis, apartman yöneticisi Sabri Bey, Baykuş sarhoş Cemil, dalavereci şair Cenap... bunlar da mı, “saçma komplo iddiası?”
Evet efendim, “Gaffur” ismine taktık!
Çünkü;
Dizinin adından da anlaşılacağı için “Avrupa Yakası” karakterleri “öteki Türklere” savaş açmış durumda.
Çünkü:
Gaffur tiplemesi aslında “özgün” değil, tam tersi, 1970’li yıllarda müstehcen filmlerle meşhur olmuş Aydemir Akbaş ve Mete İnselel kırması... Aydemir Akbaş gibi yürüyor, Mete İnselel gibi konuşuyor. Zaten bu karakterler, kız peşinde koşan, her fırsatta müstehcen ifadeler kullanan “sapık” bir tipler.
Çünkü:
Esmâu’l hüsnâ terkibinde yer alan hüsnâ kelimesi “güzel” mânâsında sıfat veya “en güzel” anlamından bir tanesi... Her iki halde de buradaki güzellik bir gerçeği vurgulamakta olup Allah’ın güzel olmayan bir isminden söz edilemeyeceği için mefhûm-i muhalifini hatıra getirmez.
İlâhî isimlerin güzellikle nitelendirilmesinin sebeplerini sıralarsak:
-Esmâu’l hüsnâ Allah hakkında yücelik ve aşkınlık ifade eder ve kullarda saygı hissi uyandırır.
-Zikir ve duâda kullanılmaları halinde kabule vesile olur ve sevap kazandırır.
-Kalplere huzur ve sükûn verir, lütuf ve rahmet ümidi telkin eder.
-Bilginin değeri bilinenin değerine bağlı bulunduğu ve bilinenlerin en şereflisi de Allah olduğu için esmâ’ul hüsnâ bilgisine sahip olanlara bu bilgi meziyet ve şeref kazandırır.
-Esmâu’l hüsnâ Allah için olması gereken veya uygun olan sıfatları içermesi sebebiyle O’nun hakkında yeterli ve doğru bilgi edinmemize imkân verir.
Amma velâkin, bu en güzel sıfatları, “olumsuz” karakterlere yapıştırırsanız, bilerek veya bilmeyerek, vebale girersiniz.
Keşke iddia edildiği gibi bu isimler bir “tesadüf” sonucu verilmiş olsa, keşke bir “teori”den ibaret kalsa....
Ama bu kadar tesadüf(!) ne yazık ki, saçma gibi görünen bir teoriyi doğruluyor!
13.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
S. Bahaddin YAŞAR |
Şâfi ismini okuma mektebi |
|
Her bir meslek bir ismi okuma mektebi
Kâinat, Yaratıcının mülkü ve san’at eserleri olduğu için, yaratılmış olan hemen her şeyde O’dan izler bulmak mümkündür. Her bir mahlûk, her haliyle O’nu hatırlatmaktadır.
Her bir şeyin lisan-ı mahsusuyla Yaratıcısını tesbih etmekte olduğu bilinmektedir. Bu gözle bakıldığında Yaratılmış anlamsız hiçbir mahlûk ve san’atsız, intizamsız hiçbir cisim bulunmamaktadır.
Mesleklere bakıldığında ise, yine Yaratıcı’nın isimlerinin okunmasına vesile oldukları anlaşılmaktadır.
Kâinatın güzelliği, Yaratıcı’nın Cemil ismini talim ettirirken; ressamlar, fotoğraf san’atçıları, desinatörler, belgeselciler aslında Cemil ismini en iyi talim edenler olmasını akla getirmektedir.
Hastahaneler birer Esma hazinesi
Bütün canlıların karşılaştığı hastalıklar ve hastalıklara tedavi yolları arama çabalarının merkezleri olan bitki, hayvan ve insan hastahaneleri; aslında yine Yaratıcı’nın verdiği hastalıklara yine Yaratıcı’nın vereceği şifaları en iyi idrak etme ve tefekkür etme yerleridir. Bunun için hastalıklarla birebir mücadele eden doktorlar, aslında Yüce Yaratıcının yarattığı bitkinin, hayvanın ve insanın iç organlarının işleyişini, düzenini, hikmetlerini en iyi okuyan meslek insanlarıdır.
Meselâ insan beynini ve onun işleyiş mekanizmasını çok iyi tahlil etmiş bir hekim, bu işleyiş karşısında hayretler yaşamaması ve Yaratıcı’ya olan bağlılığının bir kat daha artmaması düşünülemez.
Her bir tıp alanı, Yaratıcı’nın yarattığı her bir san’at harikalarını okuma merkezleridir. Henüz pek çok konuda sonuçlara ulaşılamayan insan organlarının incelikleri yeni yeni bilim alanlarının doğmasına kaynaklık teşkil etmektedir.
Göz, kulak, burun, kalp, beyin, kollar, ayaklar, dişler, deri, üreme, sindirim, boşaltım organları ve daha pek çok insan bedenindeki cihazlar ve yine insanın psikolojik dünyasındaki değişimler, halen üzerinde incelemelerin yapıldığı, keşiflerin yapıldığı ve yüz binlerce bilim adamlarının çalışma malzemesi olarak dikkatleri çekmektedir.
Bedenen ve ruhen böylesine harika bir hazine taşıyan insanoğlu, Yaratıcı’nın yeryüzündeki yarattıklarının en şerefli, en ulvisi ve en sanatlısı değil de nedir?
Zaten insan san’atı üzerindeki bu kadar bilimlerin doğuşu ve devamlılığı, onun yaratılışındaki mucizelik değil de nedir?
Her bir meslek erbabı, bir Esma okuyucusudur
Her bir meslekteki uzman, Yaratıcı’nın bir ismini çok iyi tahlil etmiş kişi demektir. Onun için bilimlerin keşfettikleri bütün bilgiler, Esma taliminden başka bir şey değildir. Meslek erbabı olanlar bunun farkında olsalar da olmasalar da.
Yeter ki insan iman gözlüğünü çıkarmasın ve okuma özürlü olmasın; insan yeryüzünün en okunaklı ve en etkileyici san’at eserlerinden birisidir. Onun için, “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir. Sen kendin bilmez isen, bu nice okumaktır” denmiştir.
Bu okumaları, bizzat meslek erbapları yapabildikleri gibi, o meslekleri doğuşuna vesile olan hastalıkları taşıyanlar da yapabilmelidirler. Belki de meslek sahiplerinden daha etkileyici okumalar, o musibetleri bizzat yaşayanlar olacaktır. Onun için hastahaneleri Yaratıcı’nın Şafi ismini okuma mektebi olarak görmek ve değerlendirmek, hem kulluğa yakışan bir yaklaşım ve hem de Yaratıcı’nın kastettiği hikmetlerin yerine gelmesine bir vesile çalışmalardır.
Bir çiftçi, toprağa attığı tohumun zaman içerisindeki gelişimini en iyi okuyan meslek erbabıdır. Tohumun toprağa atılma zamanını, toprağın taşıması gereken kıvamını, tohumun filize dönüşün iklimini, filiz iken yapılması gerekenleri ve hasada kadar ki sürecin etkinliğini bir çiftçi kadar kimse bilemez. Aslında bütün bu bildikleri birer Esma okumalarıdır.
Onun için her bir mesleği düşündüğünüzde karşınıza birer uzmanlık alanı çıkar. Mesleklerden hiçbirini diğerinin yerine koyamazsınız. Koysanız da karşılamaz.
İlim, O’nu anladıkça anlamlı
Netice itibariyle şöyle demek mümkündür; ortaya çıkmış olan ne kadar meslek varsa, o kadar Yaratıcı’nın isimlerini okuma alanları var demektir.
İnsanlar farkında olsalar da olmasalar da, ilk insandan son insana kadar, hayatın hemen her aşamasında Esma talimi yapılmaktadır. Yani yaşatan, öldüren, veren, alan, getiren, götüren, hasta eden, iyi eden, seven, sevmeyi veren, döndüren, doğuran, ışık ve ısı veren, görmeyi, duymayı, hissetmeyi, yemeyi, içmeyi, düşünmeyi, idrak etmeyi vs, aklınıza ne geliyorsa, onu Veren’i, ancak iman gözlüğüyle anlıyabiliyor insan.
Hâsılı, Esma-i Hüsna’nın her birisinin tecelligâhı olan kâinatı, her bir meslek içerisinde, birer okuma mektebi olarak değerlendirmek ve bunun talimini yapmak, insana düşen en önemli vazifedir.
13.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Arayış ve açılım |
|
Uzun yıllar sivil güvenlik bürokrasisinin üst kademesinde görev yaptıktan sonra siyasete giren ve dört yılı aşkındır da DYP’nin Genel Başkanı olarak devam eden Ağar’ın “düz ovada siyaset” çıkışıyla başlattığı açılımların, aynı zamanda devletin bazı kesimlerindeki görüşlerle de örtüştüğü söyleniyordu.
Nitekim MİT Müsteşarının 80. yıl açıklamaları, bunun müşahhas bir örneği oldu.
Hissedilen o ki, statükonun kıskacında hareket alanı daralan devlet, dünyadaki gelişmelere uygun politikalar belirleyebilmek ve dahası, bölgesindeki olaylar karşısında “bekle gör” siyasetine dayalı savunmacı tavırlar yerine, gelişmelere yön verecek proaktif siyasetler yürütmenin yollarını arıyor, bunun sancısını çekiyor.
Ve alışılagelmiş statükocu yaklaşımdan kaynaklanan zorlu engel ve tıkanıklıkları aşmaya çabalıyor.
DYP liderinin bir süredir belli bir silsile çerçevesinde verdiği ipuçlarını, bu bağlamda, devlet adına bugüne kadar yürütülen politikaları değiştirmeye yönelik bir iradenin işaretleri olarak yorumlamak herhalde yanlış olmaz.
Bu yöndeki ilk işaretlerden birini “Türkiye iç düşman üreterek yola devam edemez” sözüyle veren ve böylece gizli anayasanın en temel tezlerinden birini reddeden Ağar, bölücülük ve irtica konularına da demokrasiyi, hukuku ve özgürlükleri referans alan bir çerçevede yaklaştı ve ısrarla, bütün sorunların demokrasi içerisinde çözüleceği mesajını vurguladı.
“Düz ovada siyaset” çıkışıyla ve örgüte militan devşiren mekanizmayı bozma söylemiyle, terörün dayandığı en önemli zemini ortadan kaldırmaya yönelik bir açılım yaptı.
Bu, terörle mücadele adı altında oluşan, ama terörden nemalanan diğer yapıları da boşlukta bırakacak nitelikte önemli bir çıkıştı.
Ardından “Yozgat-Musul-Buldan” eşleştirmeleriyle, konuyu sınırötesi boyutlara taşıdı.
Ve böylece, “Osmanlı coğrafyasını manen ihya” olarak nitelediği bir büyük projenin de kapağını aralamış oldu. Bu proje, vaktiyle Osmanlı coğrafyası içinde kardeşçe yaşamış bütün unsurları yine aynı kucaklayıcı perspektifle tekrar bağrımıza basma düşüncesine dayanan bir vizyonun eseri olarak açıklanacak.
Ve bu proje, yıllarca “Ne Şam’ın şekeri, ne Arabın yüzü” diyerek Araplara sırt çevirirken, Kürtlere “Kürt yok, dağ Türkü var” yaklaşımıyla muhatap olan “Türkçü” anlayışı reddederek, farklı unsurları Osmanlı vizyonu ile kucaklamayı öngören bir yaklaşımın ürünü.
Aslında AKP’nin de bu temelde bir politika uygulamaya çalıştığı gözleniyor. Ancak bilhassa ABD ile ilişkilerde ayarı tutturamaması, bunda başarılı olmasını engelliyor. “Devlet”le ilişkisindeki mâlûm sıkıntılar da cabası.
Oysa Ağar hem “sistemin içinden” gelen bir isim olması, hem de AKP’nin ABD politikasına yönelik eleştirilerinden de anlaşıldığı kadarıyla Washington karşısında daha mesafeli bir duruşu savunması cihetiyle çok farklı.
Tabiî, seçmeni ikna edip de iktidara gelirse nasıl bir icraat ortaya koyar, ayrı bir mesele.
Ama verdiği işaretler, devletteki değişim iradesini de yansıtması itibarıyla çok önemli.
Umarız, bu işaretlerin arkası da gelir...
13.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Milletin arzuladığı... |
|
Cumhurbaşkanlığı seçimleri ile başlayan tartışmalar çığırından çıkarken, akl-ı selimle, milletin arzuladığı ve milletin yararına yapılan çalışmalar da yapılıyor.
Diğer yandan demokratik siyasî hayatın vazgeçilmez unsuru olan siyasî parti ve seçim kanunlarının düzeltilmesine yönelik çalışmalar da alttan alta yapılıyor. Türkiye’de darbelerle kesintiye uğrayan demokrasimizde siyasî partiler de nasibini almıştı.
12 Eylül ihtilâlinden sonra 1983’te siyasî partiler ve seçim yasaları yenilenirken “kontrollü” biçimde başlayan seçim sistemi ve baraj tartışması o tarihten bu yana yapılageliyor. Yıllardan beri yapılan seçimlerde bu tahribat bir türlü giderilemedi.
Seçmenlerin neredeyse yarısının sistemden dışlandığı bir seçim sistemi ile “temsilde adalet”, “yönetimde istikrar”ı sağlamanın mümkün olmadığı görülüyor. Demokrasi ile idare edilen hiçbir ülkede de halkın iradesinin yüzde 46’sının temsil edilmediği bir seçim sistemi bulunmuyor.
Bu seçim sistemi ile bir tarafta seçimlerde aldığı yüzde 34 oyla parlamentoda yüzde 65’in üzerinde temsil sağlanırken, diğer tarafta yüzde 9.5 oy alan bir parti tek bir milletvekili ile temsil edilmiyor.
İşte bu konuya dikkat çekmek isteyen DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar, geçen günlerde TBMM Başkanı Bülent Arınç’ı ziyaret etti. Ağar, istikrarı bozmadan, barajı düşürmeden Türkiye milletvekilliği getirilmesiyle temsilde adalet konusunda yaşanan sıkıntının çözülebileceğini belirtiyor. Ve, “Milletin arzuladığı, kendi milletvekilini seçme iradesine sahip olabilmesi bakımından, en az seçilecek adayın iki misli kadar bir alternatif takdim edilerek, milletin kendi mebusunu seçebileceği bir sistemi yeniden var etmek gerekir” diyor.
TBMM Başkanı Arınç da bu görüşlere katıldığını söylüyor. Türkiye’nin, yüzde 9.5 oy alan bir partinin 3-4 milyon oyunun boşa gittiği bir seçim sistemini taşıyamadığını belirtiyor ve bunun değişmesi gerektiğini vurguluyor.
***
Peki nedir “Türkiye milletvekilliği?”
Bu sistem 1995 seçimleri öncesi yasalaşmış, fakat Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmişti. Bu yöntemle seçilecek kontenjan milletvekillerinin parti teşkilâtlarının baskısını hissetmeden hareket edebileceği savunuluyordu.
“Türkiye milletvekilliği” tekrar tartışılmaya başlandı. Bu sisteme göre şu anda uygulanan 550 milletvekilinden 450’sinin illerden, 100 milletvekilinin de Türkiye milletvekilliği kontenjanından, partilerin alacağı oy oranı ile seçilmesi öngörülüyor. Yani yüzde 5 oy alan bir parti 5, yüzde 9 oy alan parti 9, yüzde 30 oy alan parti de 30 Türkiye milletvekilliği kontenjanından milletvekili çıkarabiliyor. Böyle yapıldığı takdirde, milyonlarca oy boşa gitmeyeceği gibi, yüzde 5 oy alan parti de Meclis’te temsil edilmiş olacaktır.
Öte yandan, seçimlerde uygulanan tercihli sistemle ilgili tartışmalar da yapılıyor. Tercihli sistem 1991 yılında uygulanmış ve başarılı olmuştu. Seçmen istediği milletvekilini listenin sonunda da olsa oy vererek birinci sıraya çıkarabilmişti.
Halkın, seçeceği vekilini tanıyabilmesi için, büyükşehirlerde “dar bölge sistemi”nin getirilmesi konusunda da çalışmalar yapılmalıdır.
TBMM Başkanı bu tekliflerin fırsat olarak görülüp, değişikliklerin kısa zamanda yapılabileceğini söylüyor ve seçmen yaşının 25’e indirilmesini buna örnek olarak gösteriyor.
Tabiî, iktidarın bu konuda kararlı ve irade sahibi olması gerekiyor. İktidara gelmeden önce bunu öncelikle ele alacaklarını söyleyenler, 4 yıl sonra bunu unuttukları gözleniyor.
Ancak “milletin arzuladığı” bu sistemin er geç yapılması gerekiyor… Kasım’da yapılacak genel seçimlere yetişmese bile…
Çünkü milletin arzusu kendi milletvekilini seçmesi, yoksa genel başkan ve genel merkez tarafından listeye koyduktan sonra seçilen milletvekili millete ne kadar yakın oluyor, tartışması sürer gider…
13.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Bir yanlıştan diğer yanlışa |
|
Irak’ın 2003’teki işgalinden bu yana belirlediği 6 ‘plan’da da başarısız olan ABD Başkanı George W. Bush, 7. planını da açıkladı. Yeni plana göre ‘Irak planını başarıya ulaştırmak için’ 1 milyar dolar para ve 22 bin ek asker devreye girecek.
Kongre ara seçimlerinde Demokratların yenilgisine uğrayan ‘Cumhuriyetçi’ Bush, yeni planını uygulamakta zorlanacak. Çünkü hem içerde hem de dışarda itibarı yerlerde sürünüyor. En büyük destekçisi İngiltere’den bile ‘tam destek’ bulmakta zorlanıyor.
Dünyayı ateşe veren Bush, son 3 yıldır planlar açıklıyor, ancak bu planların başarıya ulaştığı görülmedi. Hatırlamak gerekirse bu planlar özetle şöyleydi:
*Nisan 2003: Emekli general Jay Garner, yeni işgal edilmiş Bağdat’a gitti. Garner’ın amacı Irak’ı yeniden yapılandırmaktı, ancak bu plan, bakanlıkların yakılıp yıkılması, üniversitelerin yağmalanması ve güvenlik güçlerinin çözülmesi sonucu suya düştü.
*Mayıs 2003: Bush, Garner’ın yerine, Paul Bremer’i atadı. Bremer, daha sonra biyografisinde bunun “imkânsız bir görev” olduğunu yazdı.
*Mayıs 2004: Bush, bu defa da 5 aşamalı bir geçiş planını ilan etti. Plan, sonuçta kalıcı bir Irak hükümetinin temellerini atmaya yönelik yeni bir anayasanın ulusal meclis tarafından kaleme alınmasını öngörüyordu.
*Kasım 2005: Hatalarından ders almayan ve yanlışta ısrar ve inad eden Bush bu sefer de “Irak’ta başarıya ulaşmak için ulusal strateji” adını taşıyan başka bir plan ortaya attı ve zaferin zaman alacağını söyledi.
*Haziran 2006: Bush, Irak’a gitti. Bağdat’taki Irak güvenlik güçlerinin sayısını artırmak için “hep birlikte ileri operasyonu” adındaki yeni plan ortaya atıldı.
*Temmuz 2006: Bush ve Irak Başbakanı Nuri El Maliki, bir önceki planın da suya düşmesi üzerine, yeni bir güvenlik planı hazırladı. Amerikan askerî komutası, Ekim 2006’da bu planın da başarısız olduğunu kabul etti.
Başarısız olduğu dünya nezdinde de tescillenen ‘plan’lara bir yenisi daha eklenmiş oluyor. Hak, hukuk ve adalet tanımayan bir planın, üstelik de zorla uygulanmak istenmesinin başalı olması zeten beklenemezdi. Olan maalesef mazlûm Irak halkına oluyor.
132 bin Amerikan askerlerinin bulunduğu Irak’ta şimdiye kadar 3 binden fazla ABD askeri ölmüş. ABD yöneticilerinin, başlangıçta bu kadar ‘fire’ vermeyi düşünmediklerini tahmin etmek zor değil. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı ve bu ‘yanlış hesap’ Bağdat’tan dönmek üzere. Görünüşte mağlûp olan Irak, ama insanlık nezdinde gerçek kaybeden Amerika’dır.
Bu kirli işgal ve savaşın aylık maliyetinin 8 milyar doları aştığı ifade ediliyor ki, bu miktar parayla nelerin yapılabileceğini hesaplamak lâzım. 650 bin Iraklının öldüğü bu ‘kirli petrol ve menfaat savaşı’ bir an önce sona ermelidir...
Hür dünya, dünyayı ateşe veren Amerika’yı durdurmanın yollarını aramalıdır. Hem de vakit geçirmeden!
13.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nejat EREN |
Gönül ve kalp hayatımızın aynasına bir bakış |
|
İnsanoğlu hem âlim, hem zalim konumunda olabiliyor. Bu, Kur’ân’ın hükmüyle sabit. Bu iki zıt rol, farklı şahıslarda tezahür ettiği ve edebildiği gibi, aynı şahıslarda da zaman, zemin, mekân ve şartlara göre tezahür edebiliyor. İnsanlık hayatı bunun çarpıcı örnekleriyle doludur.
Hayata bakışı şekillendiren de hiç şüphesiz ki, her insanın kalp dünyası, ruh dünyası, his dünyası, inanç ve fikir yapısı, muhakemesi, arzu, niyet, kendine has perspektifidir.
İnsanlık hayatının tarih boyu serüvenine, gerek toplum, gerekse de fert olarak bakacak olursak, hayat ve yaşama konularına ve olaylara bakışta iki tip insan modeli var:
1. Maneviyat, kalp, ruh ve inanç penceresinden bakış açısı.
2. Materyalist, felsefik, arzî ve akılcı bakış açısı.
Materyalist düşünceyi bir kenara bırakarak, maneviyât yönüyle hayata ve olaylara bakıldığı zaman hakikatlerin ve gerçek hayatın verdiği neticeler ve tecrübelerle şöyle bir tablo ortaya çıkıyor:
Hayatta ki en önemli şey: Allah’ın gücü!
En güçlü iletişim kanalı: Duâ!
En değerli servet: İman!
Hayatta ki en etkili güç: Sevgi!
En büyük mutluluk: Vermek!
Onsuz olunması en kötü şey: Ümit!
En yıkıcı alışkanlık: Kaygı!
Dünya üzerinde ki en inanılmaz bilgisayar: Beyin!
En büyük kayıp: Öz saygıyı yitirmek!
En büyük fıtrî ve tabiî enerji kaynağı: Gençlik!
En çirkin kişilik özelliği: Bencillik!
Üstesinden gelinmesi gereken en büyük problem: Korku!
En güzel kıyafet: Gülümseyiş!
Başarıyı engelleyen en güçlü düşman: Mazeret!
Toplumda istenmeyen en tehlikeli kişi: Dedikoducu!
En güç dolu kelime: Yapabilirim!
En değersiz duygu: Kendine acımak!
En çok güç veren aşı: Teşvik etmek!
En etkili uyku ilacı: Zihin huzuru!
En takdir edilen iyelik: Güvenilirlik!
En memnunluk verici iş: Başkalarına yardım etmek!
Ve en iyi yaklaşım: Şükretmektir!
Şükretmek, hayatın iyi taraflarını ortaya çıkarır. Sahip olduklarımızın aslında yeterli, hatta fazla bile olduğunu hissettirir. Reddi kabule, düzensizliği düzene, karmaşıklığı netliğe çevirir. Bir öğün yemeği ziyafete, bir evi bir yuvaya çevirir. Şükretme geçmişimizi anlamlı kılar, bugüne huzur ve yarınlara bir ışık getirir.
“Dünya iyiler için yaratılmış bir mezra ve tarladır” hükmüne uyarak hayatın lezzet ve zevkini alıp meşrû dairedeki keyiflerle kulluğumuzu tam olarak yapmanın gayret ve himmeti içinde olmak dilek ve temennisiyle.
13.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Peygamberler ve mu'cize |
|
İslâmın ahirette insanı sonsuz mutluluğa ulaştırmak için geldiği kesin. Ama bir o kadar daha kesin bir hakikat var ki o da İslâmın dünya işlerini de düzene sokmak için gönderildiği. Tâ ki insanlar dünyada da bir nev'î Cennet hayatı yaşasınlar.
Peki, dünyada Cennet hayatı nasıl yaşanır?
İşler düzenli, verimli, gönül de huzurla dolduğunda.
İslâmın bütün emir ve yasakları bunu temin etmek içindir. Peygamber ve kitaplar bu maksatla gelmişlerdir.
Onun için biz peygamberleri maddeten ve mânen insanlığı yükseltecek birer kılavuz, birer rehber olarak biliriz. Onlar bütünüyle rehber alındıklarında sadece mânen değil, maddeten de zirvelere çıkılır.
Peygamberleri diğer insanlardan ayıran önemli farklardan biri mu’cize sahibi oluşlarıdır. Allah, insanlara onları tanıtmak, farklılıklarını, önemli bir görevle gönderildiklerini göstermek için mu’cizeler vermiştir.
Mu’cize Peygamberi teyit, doğrulama anlamına gelir. O, “Beni size Allah gönderdi” der. Halk, “Peki, delilin nedir?” diye sorduklarında, meselâ, “İşte bakın, Allah tabiata koyduğu kanunlarını beni doğrulamak için değiştiriyor. Bir işaretimle ağaç kökünden sökülüp geliyor, konuşuyor, parmaklarımdan su fışkırıyor” gibi cevaplar verir.
Demek mu’cize, birinci olarak Allah’ın, peygamberinin doğruluğunu tasdikten ibarettir. Mucizede peygamberliğin ispatı söz konusudur. Tabiî mu’cizenin başka yönleri de vardır. Onu gören kişiler samîmî iseler îmana gelir, inanmayanlar seçilir, inananların îmanı kuvvetlenir.
Diğer bir önemli nokta da mu’cizenin ilim ve teknolojinin son sınırlarını çizerek gelecek nesillere kapılar açmasıdır. Yani onlara demek ister ki, “Siz de çalışıp bunların örneklerini yapın, yükselin.”
Hz. Süleyman’ın uçuş mucizesi uçma yolunu, uçak sektöründaki gelişmeleri açmıştır insanlığa. Davud Aleyhisselâm demiri balmumu gibi yoğurarak, Hz. Süleyman bakırı eriterek sanayideki gelişmelere ışık tutmuşlardır. Yine Hz. Süleyman’ın Şam’dayken Yemen’in başşehri San’a’da bulunan Belkıs’ın tahtını göz yumup açıncaya kadar getirtmesi televizyon, daha öte ışınlama olayına dikkatleri çekmekte, yapılabileceğini göstermektedir. Hz. İsa’nın ölüleri diriltmesi ölüme dahi bir hayat rengi verilebileceğine; kalp nakilleri ve yapay kalplere; anadan doğma körlerin gözlerini açması göz nakillerine; o günün tıp ilmince tedavisi imkânsız alaca hastalığını tedavi etmesi bugün AIDS, kanser gibi henüz tedavisi bulunamayan hastalıkların ilaçlarının bulunabileceğine işaret etmektedir. Örnekleri çoğaltmak mümkündür.*
Kısaca peygamberler mânen olduğu gibi maddeten de, dün olduğu gibi bugün de insanlığa rehberlik etmektedirler.
* Geniş bilgi için bkz: Sözler (20. Söz).
13.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
İspat, enerji üretir ve ruhumuzu teskin eder |
|
Yaratılıştan mükerrem; yâni, akıl, şuûr, idrak gibi pek çok duygu, lâtife ve melekelerle donatılan varlıklarız. Bu özelliğimizden ötürü gerçeği arar;1 hâdiselerin sırrını, “aklın ışığı ve fen ilimleriyle”2 çözmeye çalışırız.
Başta kalp olmak üzere, duygularımızı ancak delil ve bürhanlarla tatmin edebiliriz. Hakikati araştırıp, doğruyu bulmak da ilim ile olur.3 İlim ise, inceleme, deney ve tecrübelerin sonucudur. Fakat, bizde işleri ayarlamada ekseriyâ üstün olan ya efkâr (düşünceler) veya hissiyât (duygular); veyahut ya hak veya kuvvet; veyahut ya hikmet veya hükûmettir. Veyahut ya kalbî meyiller veya aklî temayüllerdir. Veyahut ya hevâ (nefsî arzular) veya hüdâdır (doğru yol, Kur’ân).4
Şüphesiz “Kalbimle inandım, dilimle tastik ettim” şeklindeki kuru bir inanç, doğruyu bulmaya yetmez; nefis, his ve aklımızı kalb çizgisine çekmez. Günümüz yolunu şaşırmış felsefesinin hücüm ve “inkâr” dalgaları, onu zaafa uğratır. Nefsimiz ve en büyük yardımcısı şeytan da “şüphe ve vesveseleriyle” kuvve-i mâneviyemizi kırıyor, moralimizi bozuyor. Şüphe gediklerini kapama ve vesvaslara karşı direnme gücü, ancak “delil ve ispatla” takviye edilen imân gücüyle sağlanabilir.
Buna binâen, gerçeği bulamama veya inkârın sonuçlarından birisi de, “mâsiyet” denen hatalar, günahlardır. Günaha devam eden, onunla ülfet peyda ederek ona hoş bakar. Sonra ona âşık olup müptelâ olur, bağımlı hâle gelir. Bir daha onu terk edemez. (Sigara tiryakiliği, alkol ve uyuşturucu bağımlılığı gibi.)
Bağımlılık devam ettikçe, “inkâr-küfür” tohumu da yeşermeye başlar. Böylece, günahı, günah merciini, yasağı, yasak koyucuyu ve âhirette cezâyı inkâra yeltenir.
Meselâ, işlenen günahın utancı; o işin “günah olmadığı” düşüncesine; şiddetli utanç, “onu gören her yerde hazır ve nazır olan meleklerin bulunmadığı; nihayet öldükten sonra tekrar dirilip hayatın hesabının verilmeyeceği” temennisine götürür. Şâyet, hesap gününün gelmeyeceğine dâir vehmî (aslında olmayıp vücut rengi verilen) bir işâret bulsa onu kocaman bir bürhan kabul eder ve bir delil gibi yapışır. Ve sonunda, o günahı terk edemeyenlerin kalbi inkâr ile de kararır ve mahvolur gider.5
Binbir girift olayın sırrını çözememek aşırı korku, heyecan, stres ve sıkıntı getirir. Bu, son derece rahatsız ederken; tabiî hâdise, musîbet ve meseleler karşısında direnme gücümüzü kırar. İspat ve izâh; aklı doyurur, kalb ve vicdânı tatmin ile enerji enjekte ederek; nefsî, behimî, korkutucu, yıkıcı, elem, endişe verici hâdiseler karşısında mukavemet gücü aşılar.
Ruh gücümüzün iletkeni de, inançlarımızdır. İnançlarımız, ne kadar doğru, ne kadar çok delil ile ispata dayanırsa mânevî gücümüz de o derece yüksek olur. Çünkü, hak gelirse bâtıl, doğru gelirse yanlış yok olur. Hak aldatmaz, hakikatbîn (gerçekleri gören) aldanmaz. Kuvvet de haktadır.6 Dolayısıyla, hak ve doğruluk, güç ve enerji üretim ve birikimi demektir. Deliller ortaya çıktıkça da, imân yenilenir, ziyâdeleşir.7
Dinî, ferdî (iç dünya, psikolojik) ve sosyal hayatın selâmetini, fikrin sağlığını, görüşünün doğruluğunu ve kalb huzûrunu isteyen; Kur’ân ölçüsü ve Sünnet-i Seniyyenin terazisiyle fikir ve işlerini tartmalıdır.8 Tecrübe edilmiştir: Taassup yerinde hak, safsata yerinde delile dayananın, dünya birleşse hak olan mesleğini değiştiremez.9
Güçlü imân delil ve belgelere dayanan tahkikî imandır. Hakikî iman eden maddî-mânevî tekâmül eder; huzûr ve sonsuz mutluluğu yakalar.
Dipnotlar: 1- Mesnevî-i Nûriye, s. 210.; 2- Münâzarât, s. 127.; 3- İşârâtü’l-İ’câz, s. 102.; 4- Muhakemât, s. 40.; 5- Mesnevî-i Nûriye, s. 108.; 6- Sözler, s. 498.; 7- İşârâtü’l-İ’câz, s. 44.; 8- Lem’alar, s. 91-92.; 9- Muhakemât, s. 41.
13.01.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Küçük Ceylan'ın küçük bir vukuatı |
|
Geçtiğimiz hafta vefat eden Hakkı Yavuztürk Ağabeyden dinlediğimiz bir hatıra da, merhum Ceylan Çalışkan ile Üstad Bediüzzaman'ın biraderzâdesi merhum Abdurrahman'ın yiğitliği ve cesareti hakkındadır.
Önce, Ceylan Çalışkan'ın yaşadığı bir vukuat ile alâkalı olarak, Emirdağ Lâhikası'ndaki bir müdafaada da dile getirilen (sayfa 415) inayetli bir hakikati naklederek başlayalım.
İlgili sayfada şöyle bir ifade yer alıyor: "...Afyon Savcısının asayiş ithamına mukabil Üstadımız demiş: 'Bu yirmi sekiz senede bir tek vukuatı gösterebilir misiniz? Mâdem gösteremediniz, nasıl bu ithamı ileri sürüyorsunuz? Yalnız, 600 bin talebeden küçük bir talebenin başka bir meseleden küçük bir vukuatından başka hiçbir vukuatları olmadığı kat’î ispat eder ki, âsâyişi Nur talebeleri muhafaza ediyorlar' diye, Afyon’da savcıya demiş ve susturmuştur."
İşte, Üstad Bediüzzaman'ın o zaman bile gizleme ihtiyacı duymadığı o "küçük vuat"ın, Hakkı Ağabeyin de şahitliğiyle bir başka açıdan hikâyesi...
* * *
1944 yılı yaz ayı sonlarında Denizli'den Emirdağ'a nefyedilen Bediüzzaman Said Nursî, burada geniş bir aile olan "Çalışkanlar hanedanı"na hem komşu, hem de onların kiracısı olur.
O tarihlerde 14–15 yaşlarında olan aynı aileden temiz fıtratlı Ceylan Çalışkan isimli çocuk da, Üstad Bediüzzaman'ın hizmetine verilir.
Henüz bir ortaokul talebesi olan Ceylan Çalışkan'ın gayet sâfiyane ve cesurane hizmette bulunması, bazı gizli münafıkları kızdırıp hiddete getirir.
Bunlar, bir müddet sonra da gayet çirkin iftiralarda bulunmaya başlarlar.
İşte, o iftiralardan biri de "Said'in hizmetkârı ona bakkaldan rakı aldı" şeklindedir. (Baş müfteri, bir emniyet mensubu görünmesine rağmen, aslında bir gizli teşkilâtın adamıdır. Bkz: Son Şahitler–4, s. 436.)
İzzetli bir Anadolu delikanlısı olan Ceylan'a, bu iftira ziyadesiyle dokunur. Gider o müfteriyi önce ikaz eder. Böyle iftiralar uydurmaktan vazgeçmesini ister.
Ancak, o münafık Ceylan'ı tersler; onun izzetini, gururunu kırmaya çalışır.
İzzet–i nefsi ikinci kez rencide olan Ceylan, bunun üzerine gider babasının tabancasını alır ve o münafık herifi takibe başlar. Nihayet, onu yalnız ve tenha bir yerde kıstırır ve atak bir hareketle tabancayı ağzına doğrultarak şöyle seslenir: "Alçak! Aç ağzını!"
Neye uğradığını şaşıran müfteri adam, mecburen ağzını açar... Ceylan, hiç tereddüt dahi göstermeden tetiğe basar. Mermi, o münafığın dilini, dişini parçalayıp ensesinden çıkar.
Müfteri münafık, yaralı halde hastaneye kaldırılarak tedâvi edilir. Ancak, ne gariptir ki, failin, yani kendisini vuranın ismini vermez: Zahire göre, ilk vurulduğunda, dili dönüp konuşamadığı için, sonradan da utancından dolayı Ceylan'ın ismini veremez.
Bir de hadisenin "hıfz–ı İlâhî" ciheti var ki, onu da Hakkı Ağabey, bizzat Üstad Bediüzzaman'dan dinlemiş. Dinlediğini bize şöyle nakletti: "Üzeyir Şenler kardeşimle birlikte, Üstad'ı Isparta'daki evinde ziyaret ettik. Bir ara, hizmetinde bulunan Ceylan Ağabeyin odadan çıkmasını istedi. Gıyabında, onun cesaretinden takdirle söz ederek dedi: 'Bir zaman, bizi tarassut ve ta'cizde ve hatta iftira etmekte çok ileri giden gizli teşkilâttan bir şahsın karşısına cesaretle dikilip onun dersini verdi. Fakat hıfz–ı İlâhî, Kur'ân'a hizmetinin hürmetine o talebeyi himaye ile muhafaza etti.'
"Hz. Üstad, Ceylan'ın bahsinden sonra sözü öz yeğeni merhum Abdurrahman'a getirdi ve 1923 yılı baharında onunla Ankara'da yaşamış oldukları mühim bir muhavereye getirdi."
Bir sonraki yazıda, inşaallah bu konuya da temas edelim.
GÜNÜN TARİHİ 13 Ocak 1975
Kıbrıs'ta 484 şehit, 747 yaralı
Y aklaşık altı ay evvel yaşanan Kıbrıs Harbindeki can kaybı ve yaralı sayısının bilânçosu açıklandı.
Buna göre, 1974 yılı 20 Temmuz'unda başlayarak 14 Ağustos'ta ikinci kez tekrarlanan ve 16 Ağustos günü akşam saatlerinde sona eren birinci ve ikinci Kıbrıs çıkarması esnasında, toplam 747 askerimiz yaralanıp gazi olurken, 484 askerimiz de hayatını kaybederek şehit düştü. Şehit düşenlerden 38'inin subay, 36'sının astsubay ve 409'unun da er olduğu ifade edildi.
* * *
25 gün arayla iki kez gerçekleştirilen Kıbrıs Harekâtı neticesinde, Türk kuvvetleri doğuda Magosa, batıda Lefke, güneyde ise Lefkoşa'ya kadar uzanan bölgeyi kontrol altına almayı başardı.
Harp sahasında büyük zafer kazanan Türkiye, ne yazık ki barış diplomasisinde aynı başarıyı sağlayamadı.
Otuz üç yıldır uluslararası bir problem olarak ortada duran ve bugün için Türkiye'nin AB üyeliği önündeki en büyük engellerden biri haline gelen Kıbrıs meselesinin nasıl halledileceğine dair kabul edilebilir bir çözüm formülü ne yazık ki bugün bile ortaya konulabilmiş değil.
Bundan 33 sene evvelki hükümet yöneticilerinden Ecevit ile Erbakan'a "Kıbrıs Fatihi" ünvanları verilmek istendi gerçi; ancak, ortada bir "fetih" gerçeğinin bulunduğunu, bugüne kadar dünyada hiçbir ülkeye inandırabilmiş değiliz.
13.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Meryem TORTUK |
Babalar, anneler ve çocuklar |
|
Yaşımız kaç olursa olsun, babanın ve annenin yüreğimizde bıraktığı izler her zaman hayatımızı şekillendirir. Bu yüzden babamız ve annemiz bizim hayatımızın anlam bütünlüğünü oluşturur.
Bir kız evlât için baba, hayatının ilk erkeğidir ve erkek dünyasını babasında gördüğü modelle tanıyıp, tanımlar. Baba onun kalbinde güç ve güven demektir. Her zaman bütün güçsüz ve zayıf anlarında, babanın o güç ve güven kapısında durduğunu ve arkasında olduğunu bilmek ister. Babanın sevgisi ve dostluğu onun dışarıda kuracağı tüm sosyal ilişkilerinde bir rehber niteliğindedir. Özgüvenini, kendini ayakta tutabilme gücünü babanın içindeki sarsılmaz güç ve güveninden alır. Hayatı boyunca, yorgun düştüğü ve bocaladığı her dönemde babanın ona yaşattığı bu güç ve güvenle kendini yeniden toparlar.
Bu yüzden babasız kız çocukları,—bu babasızlık ifadesi, içinde bütün yoklukları tanımlıyor. Var olup yok olan babaları da—içlerinde güç ve güven duyacakları bir varlıktan yoksun kalırlar. Bu yoksunluk hayat boyu onun peşini bırakmaz. Bir yanını zayıf ve güçsüz hisseder her zaman. Ona dış dünyayla nasıl mücadele edeceğini öğretecek, güçlü ve özgüvenli bir şekilde hayatta nasıl kalacağını gösterecek bir varlığa ihtiyaç duyar hayat boyu. İki ileri bir geri adımlarla yürür hayat yolunda babaları olmayan kız çocukları. Yüreklerinde bir yerde eksik olan, tanımlanmamış yarım kalmış, kendisini hayatın kıyısında tutan bir özgüven eksikliğiyle mücadele etmek zorunda kalır çoğu kez. Bu yüzden hayatlarına giren erkekler de hep problemli olur.
Erkek çocuklar için de durum çok farklı değildir sanıyorum. Onlar da babalarından alacakları o güç ve güvenle, hayatlarını devam ettirirler. İşlerinde ve sosyal ilişkilerindeki başarıyı babalarından alacakları destekle hayata aktarırlar.
Bir şekilde babasız kalan çocuklar, iş hayatlarındaki bu güç ve güven kapılarını yitirirler. Bu anlam boşluğu çok ciddi bir acıdır çocuklar için.
Anneler, çocuklar için merhameti, sevgiyi, şefkati temsil eder. Annenin kendilerine aktardığı bu duygularla çocuklar hayatı, insanları ve kendini sevmeyi öğrenir. Karşılıksız özverinin ne demek olduğunu, şefkat ve merhamet duygularının en yoğun nasıl yaşanıp yaşatılabileceğini evlâda ancak bir anne yüreği öğretebilir. Bir şekilde annesiz kalan çocuklar da,—bu annesiz kalmak da tıpkı babada olduğu gibidir—hayatlarında hep bir sevgi ve şefkat eksikliği hissederler. Hayat boyu bu sevgi ve şefkatin peşinde koşar yürekleri.
Baba ve anne için evlât; kendilerinden bir parçanın yeryüzünde olması demektir. Onlara babalık ve annelik duygularını keşfettiren ve yaşatan özel bir varlıktır. Bu yüzden evlat, ne olursa olsun anne ve babanın yüreğinde ince bir sızı, gurur, sevinç, endişe, huzur, mutluluk, beklenti, sorumluluk, gelecek… ve daha bir çok duygu ve beklentinin adıdır.
Anne ve baba için evlat kaybı gerçekten yeri doldurulmaz bir acıyı ifade eder.
Aslında kadın ve erkeğin esas görevi baba ve anne olmaktır. Tüm babalar ve anneler de evlâttır. Onlar da anne ve babalarından aldıkları, annelik ve babalık görevini evlâtlarında deneyimlemektedirler.
Güç ve şefkatin bileşkesini evlât yüreğinde, anne ve babasından miras alır. Bu sebep, annelik ve babalık büyük bir hakkı ve aynı zamanda da görevi içinde barındırır.
13.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kısa kısa cevaplar |
|
Hızır Yaman: “İki defa soru yazmama rağmen cevap alamadım. Sorumu bir kez daha iletmek istiyorum. Eşim ve ben birbirimizden habersiz olarak evlâdımız olduğunda adak olarak koç ve koyun adadık. Eşim çalışmıyor. Şu an iki kurbanı kesecek maddi durumumuz müsait değil. Sorum şu: İki adağı da yerine getirmemiz şart mı? Yoksa birimizin adağını yerine getirmemiz dinen uygun ve yeterli olur mu? Lütfen en kısa sürede bilgi vermenizi arzu ediyoruz.”
Hacer Bademci: “Babam ben üniversiteyi kazanınca kurban kesmek için adakta bulunmuş ve bu niyetle fakir birisine kurban alınabilecek kadar para vermiş. Fakat o parayla kurban alınmadı. Alan kişi diğer ihtiyaçlarını karşıladı. Tekrardan babamın kurban kesmesine gerek var mı? O para adağın yerine geçer mi?”
Öncelikle bir açıklama yapma lüzumu hissediyorum: Saygıdeğer okuyucularımızın; sorularına cevap alamadıklarında—bizi bağışlayarak—tekrar soru yazma lütfunda bulunmalarını özellikle rica ediyorum. Bazen soru mailde yanlışlıkla silinebiliyor. Bazen spam kurbanı olup kaybolabiliyor. Bazen gözden kaçabiliyor. Bazen ve çoğu zaman da yoğunluk sebebiyle sıra gelmeyebiliyor. Bizi bağışlayın ve uyarın. Biz inanın gücenmeyiz ve memnun oluruz. Bizim de beşer/şaşar olduğumuzu unutmayın ve duâ edin. Birbirimize duâya ihtiyacımız var. Allah cümlemizi ve cümle ehl-i imanı istikametten ayırmasın. Âmin.
Saniyen: Eşiniz de, siz de bir evlâdınız olduğunda yerine getirmek üzere bir koç veya koyun kurban adadınız. İkiniz de kendinizi borçlandırdınız. Hayırlı olsun. İkiniz de kurban kesmelisiniz. Fakat ekonomik gücünüzü zorlayacak ise, aynı anda değil, ayrı ayrı zamanlarda kesebilirsiniz. Nitekim Cenâb-ı Allah buyuruyor ki: “Adaklarını yerine getirsinler.”1
Biz neyi adamışsak onu yapmakla kendimizi mükellef kılmışız demektir. Sonradan vazgeçmek, ya da adağı başka bir şeye çevirmek olmaz. Adağımız verdiğimiz sözdür. Söz namustur. Niyet ederek bir defa çıkar. Başta,—niyet sırasında—kurban değil de, sadaka vermeyi adamış olsaydık–ki sadaka da adanabilir—bu durumda bir fakire bir miktar para vermekle adağımızı yerine getirmiş olurduk. Fakat kurban adamışsak kurban kesmeliyiz.
Yani adaklarımızda, adak konusu yaptığımız ibadetlere sadık kalmalıyız. Kurban adamışsak kurban keseriz, sadaka adamışsak sadaka veririz, namaz adamışsak namaz kılarız, oruç adamışsak oruç tutarız.
Kurban adadığımızda, kendi elimizle kurbanı kesip fakirlere dağıtmamızın daha faziletli olduğunda şüphe yoktur. Bununla beraber, güvenilen birisine bizim adımıza vekâleten kesmesi şartıyla, para vermemiz de mümkündür. Bu durumda para verdiğimiz kişi bizim adımıza bize vekâleten kurban kesmelidir. Eğer kesmeyip parayı başka bir ihtiyacı için kullanmışsa, borçlanmış demektir. İlk fırsatta bizim ona verdiğimiz parayla kurban alıp bizden aldığı vekâleti yerine getirmelidir.
Allah kabul etsin. Âmin.
***
Derya Erdemir: “Nişanlım öleli 2 hafta oldu ve ben neredeyse her gün rüyamda onu görüyorum. Hem de çok iyi olarak. O bizi görebiliyor mu? Duyabiliyor mu? Ve ben ölünce onu görebilecek miyim?”
Taziyetlerimi sunarım. Cenâb-ı Allah ona rahmet, size sabır ihsan eylesin. O inşallah güzel yerdedir. Onun her zaman olmasa da, mezarına gittiğinizde sizi görüp duyduğuna dayalı rivayetler vardır. Onu Allah için sevmeye ve ona duâ etmeye devam edin. Ama bu sizi dünyevî işlerinizden ve dünya hayatı gereği atmanız gereken meşrû adımlarınızdan alıkoymasın. Endişe etmeyin. Hayatınızı ve sevginizi Allah için kıldıkça umduklarınıza inşallah nail olur, korktuklarınızdan emin olursunuz. Peygamber Efendimiz (asm) buyuruyor ki: “Kişi sevdiğiyle beraberdir.”2
***
Makedonya/Üsküp’ten Adnan Yusuf: “Ramazanda imsak erken olduğu için sabah namazı da erken kılınıyor, havada yıldızlar daha kaybolmadan namaz bitiyor. Acaba erken kılınan sabah namazı sahih midir? Cevabınızı merakla bekliyorum.”
İmsak girdikten sonra sabah namazı kılınabilir. Allah kabul etsin.
***
Koray Keskin: “Akika kurbanı kurban bayramında hisseye girilerek kesilebilir mi? Bir hisse bir akika kurbanına karşılık gibi yoksa tek hayvan mı kesmek gerekir?”
Kurban bayramında ortak kurbanın hissedarlarından birisi veya bir kaçı akika kurbanına niyet edebilir. Allah kabul etsin.
***
Not: Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin talebelerinden, “Son şahitler” arasında yer alan; Bizim-Aile Dergisi Yayın Koordinatörü Sayın Yasemin Güleçyüz’ün babası, gazetemiz Genel Yayın Müdürü Sayın Kâzım Güleçyüz’ün kayınpederi muhterem ağabeyimiz Hakkı Yavuztürk’ün vefat ile Hakka yürüdüğünü teessürle öğrendim. Cenâb-ı Hak’tan kendisine rahmet ve mağfiret diler, kederli ailesine ve yakınlarına sabr-ı cemil niyaz eder, taziyetlerimi sunarım. S. K.
Dipnotlar: 1- Hac Sûresi, 22/29 2- Buhari, Edep, 96
13.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|