|
|
Nejat EREN |
Gençler nasıl bir hayat yaşamalı? |
|
“Gençlik deyince, benim aklıma sadece eğlence, dans, oyun, yeme-içme gelirdi. Bu asırda ve böyle bir zamanda, gençlerin iman, inanç, namaz ve dinî konularla ilgilenip bunu kendilerine bir gaye ve amaç edineceklerini hiç, ama hiç düşünmemiştim. Akıl ve hayalimden geçirmemiştim.”
Yukarıdaki sözler, çok ünlü ve zengin olan, araştırma yapan, yazan, okuyan bir kişinin değil. Saf ve temiz bir Anadolu çocuğunun. Aramızdan birinin. Otelde çalışan bir personelin sözü!
Elliye yakın üniversiteli öğrencinin, Risâle-i Nur Külliyatını okuyarak yaptıkları icraatı yakînen takip eden, onların tavır ve hareketlerindeki farklılığı ve güzelliği görüp, kendini onlarda bulan bir tahlil ve değerlendirmenin sonucu.
Bu kış aylarında, Anadolu toprağında, maddî ve manevî sıkıntıların girdabındaki insanımızın yakaladığı bir çıkış tünelinin ucu demek, yanlış olmaz herhalde. Maddî yaşantımızda kuraklığın had safhaya ulaştığı, manevî yönden dibe vurmak için dessas oyunların oynandığı bir zamanda bu ülkeyi gerçek mânâda seven imanlı gençlerin tavır ve hareketlerinde kendisini bulan bir ses ve tesbitti o... Menfî propagandalarla, kendinden ve öz değerlerinden, zorla karşı vadiye fırlatılan ve aradığını iki günün sonunda bulan bir feryadın tatlı ve ibretli belgesiydi bu ifade...
Aynı zamanda bir uyanış ve irkilmeyle kendi benliğine dönmenin ayak sesleri...
Kendisiyle buluşmanın, barışmanın, hesaplaşmanın bir açık gerçeği...
Bir arayışın, özleyişin, hasretin, tatbikatta buluşmanın ibretli sonucu...
Nerede mi? Ege ile Akdeniz’in birleştiği, denizin o eşsiz maviliğinin, çam ağaçlarının muhteşem yeşilliğinin armonisinde, muhteşem havası ve manzarasıyla göz kamaştıran Marmaris koyunun otel lobisinde...
Otelde çalışan bir elemanın sesi...
“Kendisini ötekinde bulma, ötekileştirmeme” tevafuku ve saadetiydi.
“Okuma programında” hayatı tersinden değil, doğrusundan okumanın geciken bir buluşmasıydı.
Bizi, bu toprakları, gerçek hayatı ve çarpıklığımızın resmini çizen bir ifadeydi.
Ezberi bozan neydi bu gencimizin nazarında?
Gençlerin çok ciddî bir şekilde kitap okuması, namaz kılması, din iman konularını kendilerine “dert edinmesi”, nezaketleri, temizlikleri, dürüstlükleri, gayret ve samimiyetleriydi.
Elliye yakın gencin bir hafta boyunca şamatasız, gürültüsüz, dövüşsüz, kavgasız, alkolsüz ve karşı cinsin bollukla suiistimal edildiği bu tür mekânlarda böyle ahlâksız ve nefse hitap eden süflî mezbeleliklerin istenmediği bir faaliyetin icra edilmesiydi...
Bu ülkenin manevî, fikrî, sosyal, tarihî, kültürel, insanî ve entelektüel birikiminde büyük emeği ve katkısı olan, artık dünyanın ileri gelen, bilhassa sosyal ve kültürel alanda çalışan bir çok ilim adamının ciddî bir şekilde fikir gündemine girdiği bir zamanda bu topraklarda yaşayan her insanın normal ilgi ve sevgiyi göstereceğinin ifadesiydi o karara varış...
Bediüzzaman, Risâle-i Nur Külliyatı ve Nur Cemaati konusunda hepten ve toptan yanlış olan menfî düşünceleri bırakıp, hak ve hakikati görüp gerçeği kabullenmeye yanaşmanızdır. Bir Anadolu çocuğunun şu sâfî ve hakperest değerlendirmesinin arkasında kalmak, size ne getirir, ne götürür, bunu ciddî şekilde sorgulamanız gerekir diye düşünüyorum.
Oteldeki bu eleman, gerçeği bilememenin kurbanı olarak bu ülkenin gençliğine yıllar yılı böyle bir yanlış bakma ve değerlendirme durumuna düşmüş. Gerçeği görünce de bir hakkı teslim etme basiretini gösterebilmiştir. Yanlış düşünceleriyle bu büyük gençlik potansiyelini, uyuşturucu ve alkol bataklığına sürükleyen zihniyeti ne zaman kökünden sorgulayıp gerçeği göreceğiz? Hebâ olan bunca yıllar nasıl telâfi edilecek? Fidan gibi gençlerin bu menhus bataklarda heder olmasına daha ne kadar sabredeceğiz? İnsafın ve hakperestliğin inada galebesini bu millet ne zaman görecek? “İrtica” adı altında dine ve dindarlara saldırmaya ne zaman son verilecek? Bunları öğrenmenizi ve yanlışlarınızdan dönmenizi, artık ciddî bir şekilde bekliyoruz!
Bu gençlerin arkasında durup, onları yönlendirip, onlara destek çıkan camiamızın bütün fertlerini en kalbî hislerimle tebrik ediyorum. Bize burada yardımlarını hiç esirgemeyip her an her isteğimizi anında yerine getiren mahallindeki cemaat fertlerine teşekkürlerimi sunuyorum.
Benimle birlikte bu programa katılan ve Muğla, Denizli, Antalya, Alanya’da hizmetlerimizde görevli olan diğer ekip arkadaş ve kardeşlerime en samimî teşekkürlerimi iletiyorum.
27.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Vehbi HORASANLI |
Girişimcilik ve iş kurma stratejisi |
|
16 Ocak 2007 tarihinde Adaleti Savunanlar Derneği’nin “Girişimcilik ve İş Kurma Stratejisi” adlı seminerine katılma fırsatı buldum. Prof. Nazif Gürdoğan’dan hepimizin çok istifade ettiği güzel fikir ve düşünceleri dinledik. Seminere katılamamış kişiler ve bilgi sahibi olmak isteyenler için not aldığım hususları okuyucularla paylaşmak istiyorum.
“Ticaret kültürü” bize yabancı değil. Peygamberimiz (asm) ve eşi Hazret-i Hatice validemiz ticaretle uğraşırlardı. Hatta Hazret-i Âişe, Abdurrahman bin Afv gibi büyük sahabeler ve İmam-ı Azam gibi şahsiyetler de ticaretle uğraşmışlardır.
İslâmın yayılmasında ticaretin de büyük rolü olmuştur. Zira ticaret, kültürleri taşımanın temel yoludur. Anadolu, Müslüman olmadan önce dervişler aracılığı ile İslâmı tanımış, tasavvuf kültürünün de etkisi ile geniş kitlelerde bir sıcaklık oluşmuştur. Ticaret ve san'at dervişler aracılığı ile gelişmiş, teknolojik ilerlemeler ve üretim büyük ölçüde artmıştır. Feodal yapının yıkılması ile birlikte bütün Ortadoğu coğrafyasında hatta Endülüs’te İslâmın güzelliği ortaya çıkmıştır. İnsanlar Müslüman olmakla kalmamış refah ve mutluluğu da birlikte tatmıştır.
Peygamberimiz ve büyük sahabelerin niçin ticarete önem verdiği şimdi daha iyi anlaşılmaktadır. Günümüzde medenilere galebe çalmak için yegâne metodun ikna ile olduğu, cebir ve zorbalıkla mümkün olamayacağı artık iyice ortaya çıkmıştır.
Bir ülkenin savunma gücünün yeterli olabilmesi de ekonomisi ile alâkalıdır. Eğer ekonomisi güçlü ise savunma sanayisi ve teknolojisi de güçlü olacaktır. Üretim gücü sınırlı olan bir devletin güçlü devletlere karşı ülkesini veya menfaatlerini koruması çok güç bir iştir. Sonuç olarak ekonomide ve teknolojide güçlenmek şarttır.
Devletin ekonomi ile ilgilenmesi birçok uzmanın ortak görüşüne göre artık tamamen bir yük olmuştur. Devlet yerine bu işle halkın uğraşması gereklidir. Devletin asıl görevleri güvenlik, eğitim ve sağlık gibi konularla sınırlı olmalıdır.
Sovyetler Birliği, ne bir iç savaş yaşamış, ne de dış saldırıya uğramıştır. Bu ülkenin yıkılması büyük ölçüde üretim gücünü yitirmesi ile meydana gelmiştir. Hâlbuki çok değerli yeraltı ve yerüstü kaynaklarına sahipti.
Tofaş Fabrikası kurulurken çok ciddî itirazlar yapılmıştı. Bursa’nın şeftali tarlaları yok ediliyor denilmişti. Bugün ise otomotiv endüstrisinde bir dünya devi olma noktasına geldik. Geleceği gören politikacıların ve yatırımcıların sağduyusu sayesinde ülkemizde gelişmeler sağlanmıştır. Eğer kısır politik çekişmelerle ve devletçi bir anlayışla devam edilseydi daha da kötü bir durumda kalacağımız aşikârdır.
Bugün İslâm dünyası üretim güçsüzlüğünü yaşamaktadır. Hâlâ 1.5 milyarlık topluluk olarak bir İngiltere veya yarım Almanya olamamışızdır.
Üretim kalitesini uluslar arası standartlara yükseltmek zorunluluğu vardır. Aksi takdirde mutlu yarınlara ulaşmak mümkün değildir.
İnsanın ve paranın boş durması hiçbir zaman hoş karşılanmaz. Paradan para elde edilemeyeceğine göre yani faiz haram olduğu için yatırıma yönelmek zorunluluğu vardır. Yatırım için ise projelere ihtiyaç vardır. Eğer güzel bir fikriniz varsa sermaye bulmak çok kolaydır.
Meşhur sahabelerden Abdurrahman bin Afv’a Medineli Ensardan iş ve aş teklifi gelince “Malın senin olsun bana çarşının yolunu göster” demesi çok güzel bir örnektir. Eğer iyi bir projeniz varsa buna sermaye bulmak her zaman mümkündür. Önemli olan geleceği görebilmek ona göre proje üretebilmektir.
Yavuz Sultan Selim’in güçlü kişiliği kadar orduyu sevk ve idare ediş biçimi de daima alkışlanmıştır. Hiçbir ordunun karadan Sina Çölünü geçememiş olması buna mukabil binlerce kilometre uzaktan gelip galip gelebilmek şüphesiz komutadaki başarı kadar lojistikteki beceri ile alâkalıdır. Bunu başarabilen Türkler askerlikte de sayısız başarıya imza atmışlardır.
ABD ordusunda işletme eğitimi almadan üst rütbelere yükselmek mümkün değildir. Askerlikte de ekonomi yönetimi çok önemlidir. ABD’nin askeri başarılarında bu yönü iyice araştırmak gereklidir. Savaşların ekonomi ile direkt alâkalı olduğu gözden ırak tutulmamalıdır.
Irak’a dikkat edildiğinde şu sonucu görmek kâhinlik değildir. Zorla girilen yerden zorla çıkarılırsınız. Bunun aksi bugüne kadar hiç olmamıştır. Vietnam’da, Afganistan’da, Cezayir’de ve Hindistan’da hep aynı sonuç alınmıştır. İşgalciler kayıp vererek çekilmek zorunda kalmışlardır. Zorla değil de dâvet şeklinde gidildiğinde ise yüzyıllarca egemenlik mümkün olmuştur. İşte Osmanlı Devleti.
Ülkelere artık ordularla girilmiyor, üretimle girilmektedir. “Kalite pasaport taşımaz” sözü çok önemlidir. Eğer iyi bir malınız varsa her ülkeye vizesiz girebilirsiniz. Yeter ki bilgi ve becerinizi kaliteli ürünler üreterek ortaya çıkarın. Karşınızda hiçbir engel kalmaz.
Bizim köftemizi “hamburger” adı altında pazarladılar. Büyük paralar kazandılar. Şimdilerde ise bazı müteşebbislerimiz “döner” adı altında bir marka meydana getirdiler. Hamburgerin tahtını en azından Almanya’da alaşağı ettiler. Bunlar girişimcilik açısından güzel birer örnektir.
Girişimcilik 20 yıl sonrasını görebilme becerisidir, diyenler vardır. Mesele para-sermaye değil risk almasını bilme, gelişmeleri görebilme becerisidir.
Günümüzde bir kişinin dâhi de olsa büyük şirketler kurması mümkün değildir. Ancak ekip çalışmasını bildiği ölçüde başarılara imza atabilmektedir. Bu konuda sayısız örnekler mevcuttur. Ekip çalışması için ise eğitim büyük önem arz etmektedir. Bu sebeple sivil toplum örgütleri de birer eğitim kurumu şekline dönüşerek yapacağı hayırlı hizmetlere kaynak olabilecektir.
Son cümleden olarak seminer ve konferansların önemi ortaya çıkmaktadır. İş bulma veya kurma sıkıntısı çeken, özellikle hayatının büyük bir bölümünü asker olarak geçirmiş kişilere semineri belirli bir ölçüde aktarabilmiş isek ne mutlu. Sürç-ü lisan etmiş isek affola…
27.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hasan YÜKSELTEN |
Elveda E5! |
|
Seyyahların yolcu, seyahatlerin yolculuk olmasından beri çok şeyler değişti hayatımızda. Seyyah ve yolcu arasında çok fark vardır çünkü. Seyyah mekânla bütünleşmiştir. Zaman ve mekânın içindedir. Birincil öznedir. Yolcu ise geçtiği mekânlardan kopuk bir özne gibidir. Mekânla bütünleşmesi yoktur. Seyyah gibi değildir yani. Artık yollar, seyyah gibi gezip görerek zevk alınacak mekânlar değil de sadece varılacak menzile en hızlı ve kolay bir şekilde ulaşmayı amaçlayan, seyahat sürecini es geçen, mecbur olunduğu için üzerinden geçilen mekânlar haline gelmiştir zaten. Günümüzde yolların bir hikâyesi de yoktur. Hikâyesi olmayan yollarda seyyah olmak da mümkün olamıyor elbette. Eskinin İpek Yolu’nun hikâyesi meselâ günümüzde hangi yol için bulabilir karşılığını?
Seyahat kavramının yerini yolculuğa bıraktığı günümüzde İstanbul’da yaşayıp da trafikten şikâyetçi olmayan kimse yoktur herhalde. Özellikle işe gidiş ve dönüşlerde saatlerce süren trafik çilesi insanı canından bezdiriyor desek yeridir. Hele ki yolunuz E5’ten geçiyorsa üstüne bir de köprüden geçme zorunluluğunuz varsa yolculuklar işkence haline bile dönebiliyor. Bazen “E5 kalabalıktır şimdi, TEM’den gidelim” dersiniz ama sonuç değişmez. Çekeceğiniz çile aşağı yukarı aynıdır. Seyyahlığını ve seyahatı unutan insanları E5 ve TEM karayollarında trafik çilesi beklemektedir.
E5 trafiğiyle tanışmam, yakın bir arkadaşımın her gün İstanbul’un iki yakası arasında gidip gelmesini acaip karşılamamla başlamıştı ilk kez. ‘Yaptığın hiç akıllıca değil, her gün bu kadar yol çekilir mi?’ demiştim arkadaşıma. O zamana kadar da işim düştükçe E5’te yolculuk yapıyordum gerçi, ama evden işe, işten eve iki yaka arasında her gün üç dört saatimi E5’te geçirmeye başlamam, o arkadaşın halini garipsememden hemen sonra başladı. Ve tam da o arkadaşın devam ettiği süre kadar, yani tam iki yıl ben de E5’te yolculuk yapmak zorunda kaldım. Eee boşuna dememişler, ‘Gülme komşuna gelir başına’ diye. Hayatta bazı şeyleri öğrenmek bazen pahalıya mal olabiliyor.
Yakın zamanda E5 karayolunda, duran trafikten ötürü beklemekten yorulmuşken, aklıma ‘neyin bedeli bu’ diye bir soru geldi. Yanlış anlaşılmasın, bedelden kastım karayollarının ihmali, araçların artması, yol çalışmaları, vs gibi görünen sebepler değil kesinlikle. Bunlar için sormuyorum bu soruyu. İnsanın başına gelen her olayda kaderî bir cihet olması hasebiyle, kaderî cihetten İstanbul halkı neyin bedelini ödüyor bu trafik çilesini çekerek diye düşündüm kendi kendime. Diğer deyişle İstanbul halkı hangi fiiliyle kadere fetva verdiriyor ki iki adımlık yolu birkaç saatte alabilmek gibi her cihetten sıkıntılı bir vaziyetle yüz yüze geliyor. Neden bu kadar güzellikleri olan İstanbul gibi bir şehirde yaşamak, trafik yüzünden bazen işkenceye dönüşüyor, insanlar trafiğe çıkmaktan bile korkar hale geliyor?
Öncelikle, zamanın değerini bilmeyen ve gereği gibi kullanamayan insanlara kaderin bir tokadı sanki bu trafik çilesi. Teknolojiye sahip olmak güzel bir şey ama sahip olmakla onu gerektiği gibi kullanmak farklı şeyler galiba. İnsanlık teknolojik nimetlere sahip oldu günümüzde fakat onu gereği gibi kullanamadığı için hayatına getirdiği kolaylıklar kadar zorluklarıyla da karşılaşıyor. Hızlı hayatta etrafını görmeyen insanlar trafiğe takılarak yavaşlamak zorunda kalıyorlar meselâ. Birbirlerinden habersiz, yardımlaşmayı kesmiş insanlar trafikte stres çekerek ödüyorlar cezalarını. Bencillik, saygısızlık ve vurdumduymazlıkların trafikteki karşılıkları sonucu oluşan karmaşadan herkes bir şekilde etkileniyor. Ve hayatın hiç de önemsiz sayılmayacak bir kısmı yollarda boşu boşuna harcanıyor. Oysa insan zamanını bu kadar hoyratça harcamamalı. Ne zamanı biriktirmek ne de durdurmak mümkün olmuyor çünkü. Trafikte harcamak yerine sevdiklerine ayırmalı zamanını. Hayatına bir şeyler katmak adına bir şeyler okuyarak, bir şeyler öğrenerek harcamalı en değerli hazinesini.
Lamartine bir şiirinde şöyle der:
Ebedî gecesinde bu dönüşsüz seferin
Hep başka sahillere doğru sürüklenen biz
Zaman adlı denizde bir gün bir lâhza için
Demirleyemez miyiz?
Zaman, dur artık geçme, bahtiyar saatler siz
Akmaz olunuz artık.
En güzel günümüzün tadalım o süreksiz
Hazlarını azıcık
Mutlulukları yaşayarak geçirmek zamanımızın en büyük nimetlerinden olsa gerek. Zaten çok fazla zamanımız da yok şu dünyada. O zamanı da E5’te ya da TEM’de harcamak gibi bir lüksümüz olmamalı. Trafik çilesi ve zaman israfı bir an önce son bulmalı. Bunun için de yeni karayollarının yapılmasından daha öncelikli olarak, bence İstanbul halkı bir arada yaşama kültürü ve toplumsal saygı noktasında ne durumda olduğunu sorgulamalı. Bu da hemen olabilecek bir süreç değil elbette. Onun için toplumsal dönüşümü beklemektense, ben kendi adıma çözüm olarak trafik çilesinden ve zaman israfindan kurtulmanın çaresini evimi değiştirmekte buldum. Artık E5 trafiği yok hayatımda. Köprü trafiği de çok ilgilendirmiyor beni. İstanbul’da yaşamak şimdi çok daha keyifli. İnsanın işine yakın oturması çok büyük bir nimetmiş gerçekten. Vaktini bâkî hayatını kazanmak için harcamasını gerektiren büyük bir nimet. Elveda E5. Ve de çok teşekkürler. Hayatıma kattığın her şey için... Seni uzaktan sevmek her haliyle daha güzel.
27.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
S. Bahaddin YAŞAR |
Herkesçe okunabilen bir ders: “Ölüm” |
|
Yaşam ile ölüm arasında hayat
Ölümün yüzü her ne kadar soğuk olsa da, gerçekliğini, bizdenliğini ve varlığını apaçık okutan bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Sebepleri ne kadar farklı olsa da, soğuk yüzü o kadar net. Aldığımız nefes biraz hayattan ise, biraz da ölümden. Nefes alırken biraz yaşıyor, biraz da ölüyoruz. Alınıp verilen her nefes; yaşanan her gün, ay, yıl apaçık bir gidişin göstergeleri. Bir nefes alırken yaşamayı tadar; bir nefes verirken ölümü tadarız. Bu kadar iç içe; hayat ve ölüm.
Ondandır her an biraz yaşarken, biraz da ölümümüz.Dünyaya ölmek için geliyoruz ama…
Canlılar ölmek için dünyaya gelir desek yanlış değil. Anne rahmine düştüğümüzde, oradaki süreli hayat başlıyor. Anne rahmindeki süreli hayat bittiğinde; yeni, şartları çok farklı bir hayatta, hayat başlıyor.
Bir tarafta ölürken, bir tarafta hayat başlıyor. Onun için yaşarken ölüyoruz. Ölürken de bir yeni yaşama başlıyoruz. Anne rahmindeki cenine, ‘Sen farklı bir dünyaya gidiyorsun. Orada hava ile teneffüs edeceksin. Orada her türlü bitkilerden, hayvanlardan yiyeceklerin olacak. Orada duyguların da olacak, güleceksin, konuşacaksın, ağlayacaksın, yürüyeceksin, koşacaksın; hatta kendine evler yapacaksın, araçlar alacaksın, eşyalar biriktireceksin, insanlar seveceksin, insanlar göreceksin…’ deseler, dünyayı görmemiş, bilmemiş bir cenin buna ne kadar inanacaktır.
İşte içinde yaşıyor olduğumuz dünya ile gidiyor olduğumuz dünya da aynı gerçekleri gösteriyor bize.
Yani insan, şöyle ya da böyle, şu vesileyle ya da bu vesileyle, ruhlar âleminden rahm-i madere (anne rahmine), anne rahminden dünyaya, dünyadan kabire, kabirden berzah âlemine, berzah âleminden haşir meydanına kadar süren bir sevkiyatın içinde buluyor kendini. Bu sevkiyatta da kendisinin pek de bir dahli yok. İşleyen bir kanun apaçık varlığını okutturuyor.
Onun için insanın en önemli, değişmeyen, bozulmayan, öldürülmeyen, yok edilmeyen, tesir altına alınmayan gündemi, ‘ölüm’ olmak durumundadır.
Kim olursan ol, neye sahip olursan ol!
Ölümün, insanlık tarihi boyunca işleyen bir kuralıdır ki, kimse onun pençesinden kurtulamamıştır. Hastalıklar, taunlar, kazalar, depremler, seller, göçükler, cinayetler, kör kurşunlar, despot zalimlerin eliyle katledilmeler… daha pek çok sebepler sayılabilir ama sebep ne olursa olsun, onun itiraz dinlemeyen, çığlık dinlemeyen, sebep dinlemeyen, ilk bakışta insana soğuk gelen bir yüzü bulunmaktadır.
Ama aslında insan biraz insafla düşündüğünde ve olabilecekleri hatıra getirdiğinde öldürürken bile Yaratıcı’nın şefkat ettiğini görmektedir. Çünkü dün kahredenler, dün yalnızlığa insanı terk edenler, dün hain ilân edenler, dün ölümden de beter psikolojik halata insanı itenler… Bugün ölümünün karşısında gözyaşı döküyorlar.
İnsanların bu tavırları pek de gerçekçi gelmiyor. Öyle güç, öyle yaşanmaz, öyle insanlık dışı, öyle bed muamelelere insanlar insanı, bazen devletler insanı maruz bırakıyor ki, ölüm bir kurtuluşun adı oluveriyor.
Ölümü Veren, hayatı Verenden başkası olamaz.
Hayat nimetini Allah insana bahşetmiştir. En az hayat kadar anlamlı olan ölüm nimetini de Allah vermektedir. Onun için bir insanın hayatına kastetmek, bütün insanların hayatına kastetmek olarak değerlendirilmektedir.
Dini, dili, ırkı, milleti, vatanı, düşüncesi ne olursa olsun, ölüm kimseyi bir ayrımcılığa tabi tutmuyor. Anlaşılan ölümde, bütün canlıları yaratan Yaratıcı’nın kanunu işliyor.
Ölüm karşısında her canlı aciz, her güç yetersiz ve her imkân yersizdir. Onun için her insan ortak okur ölümü. Ölümün dili aynıdır. Her dilde aynı şeyler çağrıştırır ölüm. Toplumlar değişik değişik anlamlar yüklese de, neticede bir gidişin adıdır ölüm. On binlerce insanın akıtmış olduğu göz yaşları, ölümün ortak temasını okumaktan, anlamaktan başka bir şey değil.
Ölüm insanı dünyevî sevdiklerinden ayırıyor. Ölüm insanı ilgilerinden koparıyor. Ölüm, bir gidişin dersini sunuyor acı bir şekilde insanlığa. Ama bir o kadar da, gidenlerle kavuşmanın, sevenlerle buluşmanın, edenlerle hesaplaşmanın mesajını da içinde saklamaktadır ölüm.
Ölüm aynı ama, onu okuyanlar, onu talim edenler farklı farklı. Kimileri korkarken ondan, kimileri için sevdiklerine kavuşma gecesidir. Bu da kişilerin amelincedir.
Onun için her insana farklı bir pencere açar ölüm.
Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor. Öyleyse her insanın en öncelikli vazifesi, gidiyor olduğu âlemin şartlarını öğrenip, ona göre hayatı tanzim etmektir.
Bu öncelikli halin, kimseye bir ayrıcalığı bulunmamaktadır. Aklı başında olan her kul, yaşıyor olduğu dünyanın gerekleri kadar, inanıyorsa gidiyor olduğu dünyanın gereklerini de dikkate almak durumundadır.
27.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Cem’in ardından |
|
“Türk siyasetine damga vuran İsmail Cem” diyor haber bültenlerinde.
Damga vurdu mu bilemeyiz. Ama Türk siyasetinin içindeydi denilebilir.
“Veda” şiirinde dediği gibi:
“Boşa geçmedi hayatım,
Daha fazlası olabilirdi ama,
‘Buna da şükür’ demeliyim.”
İsmail Cem ismini ilk kez TRT Genel Müdürlüğü döneminde duyuldu. Gençti.
Bülent Ecevit tarafından özerk TRT’nin başına getirildi Cem. Pek çok yeniliğe imza attığı söyleniyor... “İdeolojilerin” at koşturduğu dönemde Cem’in başkanlığındaki TRT çok tartışıldı. Yayınlar, milletten büyük reaksiyon gördü...
Dahası, 12 Nisan 1975 seçimlerinde güvenoyu alan Demirel başbakanlığındaki “Milliyetçi Cephe” hükümetinin yaptığı ilk değişikliklerden biri de TRT’den İsmail Cem’i uzaklaştırmak oldu. Yerine Nevzat Yalçıntaş atandı.
Sonraki dönemleri biliyorsunuz. 18 ve 19’uncu dönem İstanbul, 20’nci dönem DSP’den Kayseri Milletvekili seçildi. Kültür Bakanlığı yaptı. 57. hükümette Dışişleri Bakanlığı görevini üstlendi. 1993’te Demirel, Kâmran İnan ve Lütfi Doğan’ın rakibi olarak cumhurbaşkanlığına aday oldu.
Sonrası malûm. Bir daha toparlanamadı.
Türk siyasetinden bir politikacı daha kaydı.
Allah yakınlarına sabır ihsan etsin.
DİZİ İSİMLERİ
Kadir Çelik Objektif programında “İslâmcı basın”a kafayı takmış.
Tutmuş, stüdyo konuklarını konuyla alâkası olmayan kişileri seçmiş.
Malûm, ekranda dizi film karakterlerin isimleri “Allah’ın isimlerinden seçiliyor” demiş, gündeme getirmiştik.
Tartışma dallanıp, budaklandı.
Ama kimse meseleyi çözemedi.
Zaten Kadir Çelik’in de öyle bir derdi yok.
Meseleyi “nasıl alevlendirebilirim”in derdinde.
Eğer bir konu vuzuha kavuşturulacaksa “uzman”larla tartışılmalı değil mi?
Zekeriya Beyaz’ın bu konuyla ne ilgisi var?
Atatürkçü Düşünce Derneğinden bir temsilcisi ne anlar?
Hele, hele... Bedri Baykam konunun tamamen dışında.
Ama illa sesler yükselsin, stüdyoda sandalyeler havada uçuşsun deniyorsa, sorun yok.
Şu var ki, izleyici artık bu “tuzak tartışma”ların farkında. Kimse “tartışmacıların” ölçüsüz sözlerine kulak asmıyor.
Gelelim “İslâmcı basın” ifadesine.
Israrla bu kavramın üstünde duranlar, bilerek “bölücülük” yapıyor. Bilmeyerek yapanlar ise “akılsızlık” ediyor.
Eğer “İslâmcı basın” kavramı varsa, o halde “İslâmcı basın”ın dışındakilere ne demeli?
Lütfen kavramlar üzerinden bölücülük yapmayalım.
27.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Asıl vahim hata |
|
AKP’nin Kızılcahamam kampında Ayşe Böhürler “Biz daha fazla demokrasi ve özgürlük için buradayız. Bunun için yola çıktık” dedikten sonra Erdoğan’ı eleştirmiş:
“Ama siz son söylemlerinizde daha çok milliyetçiliğe kaçıyorsunuz. MHP’nin bir-iki oyunu almak için bu tür söylemler geliştirmeniz doğru mu? Sizin bu şekilde konuşmanızı, söylem değiştirmenizi isteyenler mi var?”
Bu eleştiriye canı sıkılmış AKP liderinin ve “Çok çirkin bir yaklaşım bu. Bari sen böyle düşünme” diyerek Böhürler’i susturmuş.
Aynı toplantıda, partisinin ve diğer partilerin oy oranlarıyla ilgili, kendi yaptırdıkları son anketin sonuçlarını açıklarken de hayli şaşırtıcı değerlendirmeler yapmış Erdoğan.
Söz konusu ankete göre DYP’nin yüzde 5’e indiğini söylerken, sebebini ise şöyle izah etmiş:
“Ağar’ın ‘düz ovada siyaset’ sözleri DYP’yi çökertti. MHP de bunu çok iyi kullandı...”
Doğrusu, neresinden bakılırsa bakılsın, yadırganması ve eleştirilmesi gereken son derece tuhaf bir değerlendirme bu.
Bir defa, Ağar’ın “düz ovada siyaset” çıkışına destek verenler arasında Erdoğan da vardı. CNN Türk’te Uğur Dündar’ın programında, DYP liderinin sözlerini “pozitif bir yaklaşım” olarak gördüğünü ve “iyiniyetle söylediğine inandığını,” Ağar’ın silâhlı olaylara karışmamış kişilere “Bir idealin varsa gel siyaset yap” mesajı verdiğini söylemişti Başbakan.
İkincisi; Erdoğan o zaman doğru bulduğu ve desteklediği bir çıkış için, aradan üç ay geçtikten sonra “DYP’yi çökertti” diyerek ne tür bir mesaj vermek istiyor? “Demokratikleşme söylemleri oy kaybettirir” mi diyor?
O sözlerin hemen ardından “Vaktiyle biz de böyle hatalar yaptık. Ama seçim sürecinde yapmamalıyız” uyarısında bulunması bu sorularla ifade edilen kuşkuları güçlendirirken, Böhürler’e verdiği sert tepki de ortaya çıkan resmi tamamlıyor. Böylece, iki seneyi aşkın süredir demokratikleşme için tek bir adım dahi atılmazken, son olarak “Ayına yıldızına kurban olam” afişleriyle açığa vurulan milliyetçi söylemlere ağırlık verilmesinin bilinçli yapılmış bir tercihe dayandığı anlaşılıyor.
Peki, demokratikleşmenin oy getirmediği, aksine kaybettirdiği; buna karşılık ulusalcı dalga yükseldiğine göre oy almanın ancak milliyetçi söylemlere ağırlık vermekle mümkün olacağı iddiası ne ölçüde gerçeği yansıtıyor?
Eğer öyle ise, milliyetçi oyların birinci derecede adresi konumundaki MHP’nin bütün anketlerde ipi göğüslemesi gerekmiyor mu?
Galiba, dört yıl önce aldığı seçmen desteğini büyük ölçüde toplumdaki değişim ve özgürlük talebine borçlu olduğunu ve iktidarının ilk iki yılındaki AB reformları sebebiyle birçok muhalifinden dahi destek aldığını unutmuş görünen AKP, bu son yönelişiyle bindiği dalı kesmekten farksız bir tavır sergiliyor.
Herşey bir yana, “düz ovada siyaset” açılımının kronik ve hayatî bir sorunun çözümü için tazelediği umutları yanlış oy hesaplarıyla boşa çıkarma gayreti içerisine girmek, başlı başına bir samimiyetsizlik örneği sayılmalı.
Asıl vahim hata da bu değil mi?
27.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Kur'ân'ı anlamak için |
|
Geçenlerde davet üzerine namazla diriliş konferanslarından birine, Afyon-Dinar’da ben de katılmıştım. Risâle-i Nur’dan Dördüncü, Dokuzuncu, Yirmi Birinci Sözler gibi yerlerden isim vererek bazı aktarmalarda bulundum. Konuşma sonunda dinleyicilerden biri, vurgular dikkatini çekmiş olacak ki,—belki de akla gelebilecek istifhamları gidermek maksadıyla,—“Niçin Risâle-i Nur’a vurgu yapıyorsunuz?” diye sormuştu.
Geçen gün Samsun’dan arayan Hayri Umur Ağabeyimiz de bu tip sorularla karşılaştığından söz ediyordu. Çoğu Nur talebesi de benzer sorulara muhatap olmuşlardır.
Risâle-i Nur’dan, Üstaddan söz etmeden Külliyattaki hakikatleri, meseleleri aktardığımızda insanlar mest oluyor, hayran kalıyor.
“Bunlar nerede anlatılıyor?” diye sorduklarında siz kaynağını söylüyorsunuz, kişi değişik duygular ve anlayışlar içerisindeyse ya kanaatini düzeltiyor veya hazmedemiyor veyahut da hüsn-ü zannı, bağlılığı biraz daha artıyor.
Muhatapları dikkate alıp yeri ve zamanı gelince Risâle-i Nur’u, Üstadı vurgulamanın elbet faydası var. Gerekli de. Hakperestlik, faydalandığımız kaynağa nazarları yönlendirmeyi de gerektiriyor.
Ancak muhatapları nazara almadan, sık sık, dozajı aşacak, tırmalayacak derecede vurgulamaların antipati uyandıracağı da bir hakikat. Nabızları iyi tutmak gerekiyor. Maksat hakikatlerin gönüllerde taht kurması ise elbet o hakikatlere saygı, onları elmas değerinde tutmak, aktarmak, alerji ve antipatilere sebep olmamakla olur. Şu da var ki hakikat güneşinden kaçan yarasa tabiatlı insanlar her devirde bulunur.
Hak ve hakikat meraklıları, İslâma hizmet duygusu içerisinde bulunan herkes için Risâle-i Nur Külliyatı bir hazine hâlinde önümüze açılmış duruyor.
Her şeyden önce biz Risâle-i Nur derken bu asra hitap eden, âyet ve hadislerle yoğrulmuş, hakiki ve kuvvetli bir Kur’ân tefsirini kastediyoruz. Bediüzzaman da bir Kur’ân müfessiri, manevî bir kimyager.
Kimyagerler olmasa ilâçları nasıl elde ederdik? Kimbilir ne kadar farklı sentezlerle o ilâç kullanılabilir hâle geliyor.
Oysa o ilâçların hammaddeleri kimi bitkisel, kimi hayvanî, kimi madenî bir halde tabiatta mevcut. Ancak çok hassas ölçülerle ve belli oranlarda bir araya getirilen bu maddeler faydalı hâle gelebiliyor. Kimse, “Ne lüzum var doktora, kimyagere. Ben bu maddeleri tabiattan toplar, ilâcımı kendim yaparım” demiyor.
Kur’ân ve hadis-i şerifler de manevî hastalıkların ilâcı, bir şifa kaynağı. Ama ondaki hakikatleri yoğurup, sentez yapıp bize takdim edecek kimyager hükmündeki âlimlere, müfessirlere ihtiyaç var.
Şimdiye kadar yüzlerce, binlerce âlim gelip tefsirler yazmış, asrın hastalıklarına reçeteler sunmuş; ruhen, kalben hasta olan nice insanın şifa bulmasına sebep olmuşlardır.
İşte Risâle-i Nur bir Kur’ân tefsiri. Müellifi Bediüzzaman da manevî bir kimyager. Kur’ân eczanesinden alıp sunduğu ilâçlar inançsızlık mikrobunun kökünü kurutmakta, manevî hastalıkları tedavî edip ruhen, kalben, aklen huzura kavuşturmaktadır.
En cani ruhlu insanları dahi tedavî edebilen, insanları ahlâksızlık gayyasından kurtarıp fazilet âbidesi hâline getiren bu hakikatler hazinesine insanların canla başla sarılması, onu baştacı edinmeleri onunla şifa bulmalarından dolayıdır.
İşte Risâle-i Nur’a vurgu yapmanın en önemli sebeplerinden biri budur.
27.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Neden imanımızı tahkîkî yapmalıyız? |
|
Ne gariptir ki, taşıdığımız ve göğsümüzün dolu dolu olduğunu söylediğimiz imanın derli toplu, ilmî veya fikrî tanımını yapamadığımız gibi; onu tahkike çıkarıp geliştirmenin, yükseltmenin metodlarını da pek bildiğimiz söylenemez. Hâlâ, ulaşım vasıtasının at arabası ve savaş âletlerinin kılıç-ok olduğu devirlerdeki bilgi birikimiyle yapılan tanımlamalarla yetiniyoruz. İman ve şartları ise, çocuklarımıza Kur’ân kurslarında belletilip geçilen, imam-hatip liselerinde, İlahiyat fakültelerinde biraz daha tafsilatlı tekrarlanan bilgiler şeklinde öğretiliyor. İtiraf edelim ki, imanın ne olduğunu tam olarak bilemediğimiz gibi, güçlü bir imanın çalışma, ilim ve tefekkürle nasıl kazanılabileceğinin de pek farkında değiliz.
İmân yalnızca, dil ile “Kabul ediyorum, inanıyorum” sözünü seslendirip kalben kuru ikrardan ibâret midir? Yoksa dimağımızın merhalelerinde yoğrulan ve bilgi boyutlarında oluşan muhteşem bir güç kaynağı mıdır? “İnanıyorum!” sözü olsa olsa, taklidî bir imanın tanımı olabilir. Akıl, kalb, vicdan ve ilim ile irtibatlı; insana, duygularına, kâinata, eşyaya, olaylara bir anlam yükleme ve yüce bir anlam kazandırma olan İslâm imânıyla, pratikten kopmuş sâir inançları karıştırmamak gerekir.
Kur’ân, “Ey iman edenler! Allah’a, Peygamberine, indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse derin bir sapıklığa düşmüş olur”1 şeklinde uyarır bizi. Birinci cümlenin başlangıcı ile, ikinci cümlenin sonuna dikkat edilirse, “Ey iman edenler! İman edin” şeklinde vurgu yaptığı görülecektir. Bu iki kelime nasıl telif edilebilir? İnanan kimseye “mü’min, Müslüman” dendiğine göre, bu âyetin “Ey iman edenler! İmân ediniz!” diye vurgu yapmasının bir inceliği olması gerekir. Mü’minleri gerçek, tahkikî imâna yöneltmek, onları taklitten kurtarıp “gerçek imân”ı kazandırmak için tahşidât olduğu gayet açık değil mi?
Gerçek imana ulaşmak için de kendimizi ve inandıklarımızı yeniden tefekkür etmeliyiz.
Taklidî, basit iman, sapkın, yanlış fikirlerin hücumuna; nefsin ve şeytanın vesveselerine dayanamaz. Ancak tahkikî imân; fiiliyata, aksiyona, pratiğe dönüşür. Taklidî imân; tazyiksiz akan su, düşük voltajlı elektrik gibidir. Tahkikî imân ise; tazyikli su; yüksek voltajlı elektrik enerjisi gibidir. Mum ışığına hafif yollu “Puf!” etsek, söner. Barajdan beslenen ampül kırılmadığı müddetçe ışığı şiddetli rüzgârlara direnir. Güneşe, dünyanın bir milyon kat fırtınası saldırsa bile onu asla söndüremez! İşte, tahkikî, yâni araştırarak, akıl ve ilimle elde edilen gerçek imânı; felsefe veye Deccalizmin en büyük inkâr fırtınaları söndüremez, deviremez.
***
Anlatılır ki, Fatih Sultan Mehmet, bir gün Kur’ân okurken şu ayetin manasına takılmış: “Ey iman edenler! Allah’a, Peygamberine ve Peygamberine indirdiği Kitaba iman ediniz!”
Kendi kendine şöyle düşünmüş: “Âyet, zaten iman edenlere sesleniyor. Ardından tekrar imanı emretmesi acaba neden?”
Ulema ile sohbeti esnasında konuyu kendileriyle paylaşmış. “Bu konuda ne dersiniz?” demiş.
Âlimler birbirlerine bakmışlar. Derken bakışlar Fatih’in hocası Akşemseddin’de odaklanmış. Akşemseddin, “Sultanım,” demiş. “Dışardan gelen seslere kulak verin, cevabınızı alın.” Dışarıdan mehteranın kös sesleri geliyormuş.
Fatih, “Efendim, meseleyi biraz açar mısınız?” demiş. Bunun üzerine Akşemseddin anlatmaya başlamış: “Sultanım, mehteranın davullarından ‘düm düm’ sesleri geliyor. ‘Düm’ kelimesi sizin de bildiğiniz gibi Arapça’da ‘Devam et’ anlamına geliyor. Âyetin de mânâsı işte budur. Bu âyet, ‘Ey iman edenler! Allah’a, Peygambere, Kitaba olan imanınızda devam edin!’ mesajı vermektedir.”
Şöyle bir incelik de düşünülebilir: “Ey iman edenler! İmanınızı kontrol ediniz. ‘Allah’a inandım’ diyor, ama O’na itaat etmiyorsanız, ‘Peygambere inandım’ diyor, ama onun yolundan gitmiyorsanız, ‘Kitaba inandım’ diyor, ama Kitaba göre yaşamıyorsanız, gelin imanınızı kontrol edin.”
Dipnot: 1- Nisa Sûresi, 136.
27.01.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Dink'in cenazesi kaldırıldı |
|
Türk Ceza Kanunu’nun “meşhur” 301. maddesi tekrar gündemde… Ne var ki, özgürlüklerin önünde engel olarak görülen madde, aynı maddeden yargılanıp ceza alan Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in gazetesi önünde öldürülmesinden sonra yeniden gündeme geldi.
301 tartışılıyor, ancak hem hükümet kanadında, hem de anamuhalefet partisi CHP’de bu konuda kafa karışıklığı sürüyor. Herkes kendi cephesinden bakarak konuya yaklaşıyor.
Bu tartışma, Avrupa Parlamentosunun da tekrar gündeminde. Avrupa Parlamentosu’nun Danimarkalı üyesi Mogens N. J. Camre, AB Komisyonu’nun konuya ilişkin hangi adımları atacağını sordu ve Türkiye’den cevap bekliyor. Camre, “Komisyon, Türkiye’nin tavrını AB’nin laiklik, dinî özgürlük ve Kopenhag kriterleri ve benzeri gibi temel değerlerine aykırı buluyor mu, eğer öyleyse Komisyon durumu dile getirmek için hangi adımları atacak?” diye soruyor. AB’li yetkililer maddenin değiştirilerek veya kaldırılarak ifade özgürlüğünün sağlanacağına inandıklarını her ortamda dile getiriyor.
***
Bu maddenin değiştirilmesi konusunda birinci derecede sorumlu olan Adalet Bakanı Cemil Çiçek, geçmişte olduğu gibi yine bu tartışmanın başlatılmaması gerektiğini söylüyor: “Bu soruyu sorarak, 301 tartışmasını siz başlatmayın. Hele bir cenaze kaldırılsın, bu konuyu başka türlü zamanlarda konuşalım…”
Malûmunuz, bu köşede daha önce de yazmıştık. Cemil Çiçek bir süre evvel, “Bir kısmı da 301 üzerinden şöhret elde etmeyi bir kolaycılık olarak görüyorlar, ödül almak için de bir kolaylık getiriyor. Kime 301’den şey oluyorsa, bir Batı ülkesinden hemencecik bir ödül veriyorlar” diyerek olaya “farklı” bir yaklaşım sergilemişti.
Yine, “301, kapı numarası değildir. Birçoğu 301. maddeyi kapı numarası gibi biliyor. Bu maddeyi tartışan ve yanıt bekleyenlerin, en az cevap verecek kadar madde hakkında bilgi sahibi olması gerekir” diyen de Cemil Çiçek’ti…
Bu arada Dışişleri Bakanı, “Bugünkü haliyle 301. maddeden dolayı bazı problemlerin yaşandığını görüyoruz” diyerek, “problem”in varlığını kabul ediyor. Ve madde de değişiklik yapılması gerektiğini kendilerinin de gördüğünü(!) söylüyor. Gül, bu maddenin bu yıl içinde değişip değişemeyeceğine ilişkin sorulara da “Her şey olabilir. Bu meclisin iradesi içindedir. İşbirliği içinde her şey yapılabilir” cevabını veriyor. Ama Başbakan Erdoğan, bu konuda topu STK’lara atıyor.
Diğer yandan CHP’nin de kafası hayli karışık. Daha önce “getirsen görüşelim” derken, şimdi topu AKP’ye atıyor. Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Özyürek, “CHP’nin 301. maddeyle ilgili düşüncelerinde bir değişiklik yok. Mevcut tartışmaların muhatabı hükümettir. AKP’nin çoğunluğu var, istediği kanunu çıkarır. Bu konuda CHP’nin desteğine ihtiyaçları yok. Ancak, maddenin kaldırılması veya değiştirilmesine yönelik bir düzenleme Meclis’e geldiği takdirde, gerekli muhalefeti ortaya koyarız” diyerek, olumsuz tavrını sergiliyor.
TBMM Başkanı Bülent Arınç ise, “Bunu kaldıracak olan ben değilim. Meclisimize böyle bir tasarı geldiğinde bunu en sür’atle yerine getiririz. Bu tartışmalar Türkiye’de yaşandı. Bunun gereğini milletvekillerimiz takdir ederler… 301’in tamamen kaldırılması ya da tamamen değiştirilmesi söz konusu olabilir” derken, kendi kanaatinin maddenin tamamen kaldırılması olduğunu da ekliyor.
İşte, düşünce ve ifade önündeki engel olan bu madde ile ilgili tartışmalar bu safhada. Yine herkes işi yokuşa sürüyor. Yeri geldiğinde özgürlüklerin önünde engel kalmasın diyenler, hem bu maddenin yanlışlığını vurguluyor, hem de adım atmakta çekiniyorlar…
***
Bu madde ile ilgili tartışmalar önümüzdeki günlerde de devam edecek. Herkes akl-ı selimle, “önyargılardan arınmış” şekilde bu meseleyi tartışmalı, düşünce ve ifadenin önündeki bu engel kaldırılmalıdır. “Bu maddenin benzerleri AB’de var” polemiğine girmemek de gerekiyor. Yanlışsa, orada olması da, burada olması da yanlıştır. Zira, AB 301. maddenin “düşünceyi suç” saydığı, ifade özgürlüğünü ortadan kaldırdığı için yasadan tümüyle çıkarılması veya değiştirilmesi talep ediliyor.
Buradan Adalet Bakanımız Çiçek’e sesleniyoruz: “Sayın Bakanım cenaze kalktı, şimdi tartışmanın zamanı…”
Son söz olarak şunu söylüyoruz… Bu tartışmalara önce kafaların değişmesi ile başlamak lâzım. “Eleştiri” ile “aşağılama” arasındaki farkı belirleyerek işe başlanabilir. Çünkü kafalar özgür olmadıkça, maddelerin numaralarının değişmesi de pek fayda etmiyor… Geçmişte görüldüğü gibi…
27.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
‘Zayıf’ karneler kimin? |
|
Dün, 14 milyon öğrenci karne alarak yarı yıl tatiline girdi. Aslında alınan ‘karne’ en başta eğitim sisteminin ve ‘veli’lerin/bizim karnelerimiz olarak görülebilir. Öğrencilerin eline tutuşturulan karneler, eğitim sisteminin başarısını ya da başarısızlığını ortaya koyan bir ‘belge’dir.
Eğitim yılı başında, ders kitaplarında ve okullarda şahit olduğumuz bazı eksiklikleri dile getirmiş ve “Türkiye’yi idare edenler”e bu problemleri çözmeleri yönünde çağrı yapmıştık. Aynı çağrıyı ‘karne’ sevinci sebebiyle tekralamakta fayda var: Eğitim sistemindeki eksiklikleri her ne pahasına olursa olsun giderelim.
Tabiî bu çağrıyı sadece biz dile getirmiyoruz. Bilhassa ‘veli’ olan her vatandaş, eğitim sistemindeki yanlışları, ilgisi ölçüsünde görüyor ve dile getiriyor. Geçmiş yıllara nisbetle sınıflardaki öğrenci sayıları azalmış olsa da, hâlâ kalabalık sınıflar var. Bilhassa köylerde yaşayanları etkileyen ‘taşımalı eğitim’ konusu da, eğitim sisteminin başka bir açmazı. Bu dertler halledilmeden, eğitim sistemi düzlüğe çıkabilir mi?
Çok önemli bir nokta da, eğitim sistemine emanet ettiğimiz çocuklarımızın maruz kaldığı ‘çevre’ tehlikeleridir. Okul kapılarından içeriye sızan bu tehlikelere karşı gerekli tedbirleri alabiliyor muyuz? Sigara başta olmak üzere, onun yol açtığı diğer zararlı alışkanlıklara karşı ne gibi tedbirler alınıyor? Yakın bir zamanda ‘veli’ kimliğiyle bir okula gittik. İki ayrı müdür yardımcısı odasına girince adeta ‘duman altı’ olduk. Peki, sigara içen bir öğretmen/yönetici; “Çocuklar, sigara iyi değil. Sakın ha sigara içmeyin” dese tesirli olur mu?
Çocuklarımız, haklı olarak öğretmenlerini örnek almaya meyilli. Dolayısı ile, ‘basit’ gibi görünen bu konulara da dikkat edilmesi gerekir. Bu noktada; veli-okul-öğrenci üçgeninin sağlam temellere oturması ve sağlıklı bilgi akışının olması da önemli. Okul idarecileri her fırsatta velilere hitaben, “Kapımız açık. Her zaman gelip öğrenci ile ilgili bilgi alabilirsiniz. İlgisiz olmayın” diye haklı olarak sitem ederler. Haklıdırlar, çünkü çocuğunun öğrencilik hayatı boyunca sadece ilk gün ve son gün okula giden veliler vardır. Peki, şaşırıp da ‘her gün’ okula giden veli gerekli ilgiyi görebiliyor mu? Okullarımızda, okul-veli-öğrenci üçgenini tamamlayabilecek altapı var mı?
Şöyle düşünelim: İlköğretim son sınıfta okuyan bir öğrencinin velisi, haftanın her hangi bir gününde (veli toplantısının olduğu gün hariç) okula gitse onu kim karşılayacak? Kaç dakikada, kaç öğretmenle görüşüp öğrencisinin durumu hakkında sağlıklı bilgi alabilecek? Bugünkü şartlarda bilhassa büyük şehirlerde bunu yapabilmek hayli zor. Velilere, “Her zaman kapımız açık” diyen öğretmen ve yöneticiler, eskaza veli toplantısı günü haricinde okula gittiğinde sanki “Hayırdır, yolunuzu mu şaşırdınız?” tavrıyla karşılanıyor. (Genelleme yapmak elbette doğru olmaz. Gerçekten velileri iyi karşılayan ve okul-veli-öğrenci üçgenini sağlayan başarılı öğretmen ve okul yöneticilerimiz vardır. Onlar alınmasın.)
Netice olarak, gerekli altyapı hazırlanarak okul-veli-öğrenci üçgeni mutlaka kurulmalıdır. Aksi halde ‘zayıf’ karneler almaya devam ederiz.
27.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|