Hrant Dink cinayetinin, şeytanî yönden gayet akıllıca ve zekice planlanmış bir provokasyon olduğu gerçeğini hemen herkes kabul ediyor.
Genel kabul gören bir diğer husus, aklı başında olan hiçbir vatandaş, hususan hiçbir Müslüman böyle bir cinayeti işlemez ve böyle bir zulümkârlığa ortak olmaz.
Yani, planlama gayet akıllıca; ancak, vatanını seven bir insan için bu işin akılla, mantıkla, insafla, vicdanla bağdaşır bir tarafı yok.
Ayrıca, bu hadisede asıl önemli olan, tetikçi şahsın bizzat kendisi değil, perde gerisinde olup onu cinayete azmettirenler olduğunda da en ufak bir şüphe yok.
O halde, Ermeni asıllı TC vatandaşı Hrant'ı hedef seçenler, dünyada hem Türk düşmanı, hem Türkiye muhalifi, hem de Müslümanları insanlık nazarında kötü ve güvensiz göstermeye çalışan bir sinsî odaktan başkası değil.
Tetikçi genç ise, taşeronun da taşeronu olabilir ancak. O yakalandı, ancak merkezdeki odak noktasına ulaşmanın mümkinatı görünmüyor.
Zira, günümüzdeki profesyonel cinayet örgütleri, müteselsil taşeronlara yüzde yirmi harcıyorsa, kendini gizlemek ve izini kaybettirmek için yüzde en az seksen harcıyor.
Bunlar, senaryoyu da, oyunun sahnelenmesini de ona göre planlayarak işi organize ediyor.
Buna göre, Türkiye'nin içerde ve dışarda sıkıntıya düşmesinde, istikrarını kaybetmesinde, dış diplomaside önünün kesilmesinde, işgal altındaki Irak'tan ırak durmasında ve bilhassa AB nezdinde çıkmaza girmesinde kimin menfaati varsa, böyle olmasını kim istiyorsa, cinayetin azmettiricisi de pek büyük ihtimalle odur. (Kritik aşamaya gelen Irak'taki gelişmelere ve Türkiye–Irak bağlantısının işgalciler üzerinde yol açtığı rahatsızlığa özellikle dikkat! İşgalciler, Türkiye'ye adeta "İşimizi zorlaştırma, kolaylaştır; aksi halde içte ve dışta biz de senin işini zorlaştırırız" demeye getiriyor olabilir.)
Cinayetin planlayıcıları, olsa olsa, kendilerine yerli işbirlikçilerle, yine yerli tetikçiler bulmuşlardır ki, bu da o kadar zor bir iş değil: Türkiye'de hemen her sahada tetikçilik ve taşeronluk yapacak mebzul miktarda şahıs, örgüt ve örgüt elemanı mevcut.
Zaman zaman bunlar yakalanır, mahkemelere sevk edilir, hapishanelere konulur; ancak, bunların hangi mihrak adına iş yaptıkları bir türlü ortaya çıkmaz. Şayet iz sürülecek gibi olursa, tetikçilerin ortadan kaldırılması işten bile değil. Velev ki, tecritte veya F tipi hücrede olsalar bile...
Nitekim, bu kahredici realite sebebiyledir ki, yakın tarihde işlenen onlarca cinayetten hemen hiçbirisinin perde gerisi aydınlatılamadı.
Tıpkı, gazeteci Hasan Fehmi'nin (1909), gazeteci ve mebus Ali Şükrü Beyin (1923), gazeteci Abdi İpekçi'nin (1979), daha yakın tarihte Çetin Emeç'in, Uğur Mumcu'nun, A. Taner Kışlalı'nın cinayetinde olduğu gibi...
Bu cinayetlerin bir kısmında tetikçiler yakalandı gerçi; ancak, hadisenin arka planı yine de karanlıkta kaldı ve meselâ katil Topal Osman'ı, yahut çifte cinayet işleyen M. Ali Ağca'yı kimlerin ne maksatla kullandığı bir türlü aydınlığa kavuşturulamadı. Sadece tahminler yürütülebildi veya birtakım farklı kanaatler izhar edilebildi. Bunların içinde de şüphesiz doğru olanlar vardı; ama hangisi?
Bütün bu genel bilgilerin ardından şunu ifade edebiliriz ki, Hrant Dink cinayetinin perde gerisi kolay kolay aydınlatılamayacak. Tetikçi belirlense, yakalansa ve mahkemelerde ifadesi alınsa bile, asıl azmettiricilere yine de ulaşılamayacak.
Hem, Ali Şükrü Beyin, Abdi İpekçi'nin tetikçisi belirlendi de ne oldu?
Bu işler, ne yazık ki böyledir; zira, bu gibi karanlık cinayetlerin karanlık odadaki azmettiricileri az–çok bilindiği halde, bunlar alenen ve tam bir açıkyüreklilikle söylenemiyor, isimleri telâffuz dahi edilemiyor.
Sebebi, bunlardan korkulması, bunların kahır ve gazabından çekinilmesi, en azından onlarla baş edilemeyeceği kanaatinin hasıl olması.
Peki, o halde ne yapmak lâzım? Cinayetler karşısında susmak, bunları sineye çekmek doğru ve insanî davranış olmadığına göre, bu gibi durumlarda nasıl bir duruş sergilemek lâzım?
Burada hem devlete, hem de millete, yani hem resmî kurumlara, hem de sivil kesimlere düşen önemli vazifeler var.
Devlet, üzerine düşeni yapıyor ve yapmalı. Devlet, aynı zamanda bizim gibi vatandaşları da dinlemeli, söylenenleri nazar–ı dikkate almalı.
Ancak, bizlerin söyleyecekleri daha çok millete, yani vatandaşa yönelik olmalı. Zira, en çok da mâsum vatandaş kesimi korkutulmak, yanıltılmak ve kafası karıştırılmak isteniyor. Tâ ki, birtakım provokasyonlarla asıl hedefe ulaşılabilsin.
Onun için, vatandaş bu gibi durumlarda en başta sağduyulu davranmak ve serinkanlılığını muhafaza etmekle mükelleftir. Tahrik olmayacak, telâşa kapılmayacak ve karanlık emellere âlet olmamak için, kimden gelirse gelsin ve kime karşı yapılırsa yapılsın, provokatif maksatlı cinayetleri hiçbir sûrette sahiplenmeyecek, tasvip etmeyecek, hatta kendi çapında tel'in edecek ki, ihanet ve husûmet odaklarının hevesini boşa çıkartabilsin.
Zaten maksat az–çok belli: Yüz yıldan fazla bir zamandır Türkiye'nin başını ağrıtan "Ermeni meselesi"ni tekrar dünya gündemine getirmek ve Türkiye'nin bu kronikleşen başağrısının tedâvisini daha da zorlaştırmaktır.
Bunu ağrıyı dindirmenin, en azından hafifletebilmenin çaresini ise, Bediüzzaman Said Nursî bundan tam 98 sene evvel (1909'daki Divân–ı Harb–i Örfî Mahkemesi), üstelik bir süre sonra "Tehcir Kànunu"nu çıkaracak olan İttihatçıların yüzüne vururcasına ortaya koymuş: "Bizi teyakkuz ve terakkiye sevk eden Ermenilerle kemâl–i memnuniyetle dost ve komşu kalmalıyız. Zira, husûmette fenalık var; husûmete vaktimiz yoktur." (Bkz: 1911'de basılan Osmanlıca "İki Mekteb–i Musibetin Şehadetnâmesi" isimli eserin "Üçüncü Cinayet" bölümü.)
MODA
Galoş delen ayakkabılar (II)
Uuzun ve sivri burunlu ayakkabılarla ilgili Cumartesi günkü yazının devamı vardı; ancak, teknik bir hata sonucu devamı çıkmamıştı.
Devamı şöyle: Bu konunda galoşla bağlantılı şöyle bir müşahadem oldu.
İki hafta kadar evvel, yolumuz bir sağlık kuruluşuna düştü. Yaklaşık iki saat orada beklemek durumunda kaldık.
Gelen hasta ve hasta yakınları mecburen galoş giyiyorlardı.
Ne var ki, lastikli naylondan yapılan galoşlar, sözünü ettiğimiz uzun sivri burunlu ayakkabılara dar geliyordu. İstisnasız bütün galoşlar birer birer yırtılıyordu.
Dolayısıyla, o uzun ayakkabı ların 10–15 santimlik kısmı dışarıda kalıyordu ki, zorlamayla onlara galoş giydirmenin hiçbir faydası olmuyordu.
Bu da, israfın ve temizliğe riayetsizliğin bir başka yönü.
GÜNÜN TARİHİ 23 Ocak 1920
Camiler haraç–mezat satıldı
Edirne'deki Balaban Paşa Camii arsası ile birlikte toplam 14 caminin mülkiyeti, açık arttırma usûlüyle satışa çıkartıldı.
Bir ay müddetle satışa çıkartılan cami ve mescit mülkiyetine Müslümanlar talip olmayınca, söz konusu arsa ve harabelerin tamamı Yahudilere satıldı.
1926'dan 1948'e
Tek parti (CHP) döneminin en katı ve karanlık safhasını içine alan 1926–1948 yıllarında devletçe satılan cami, mescit, medrese, türbe ve zaviyelerin haddi hesabı yoktur.
Devlet, bu tarihlerde bir yandan özel veya özerk olarak işletilen hemen bütün şirketleri satın alıp resmileştirirken, bir yandan da mâbetlere ait bulunan arsa ve binaları özel kişilere satmanın yolunu tuttu.
Haraç–mezat satılan bu önemli arsalara talip olanların çoğu Yahudî veya Hıristiyan azınlıktan kimselerdi.
İstanbul'dan sonra Edirne
Camileri, mescitleri en çok satılan şehir, Osmanlı'nın başşehri İstanbul'dur. Ondan sonra da Edirne geliyor.
Edirne, hem bir serhad şehri, hem de İstanbul'dan önceki Osmanlı başşehridir.
Bilhassa bu iki mühim şehirdeki mabedlerin satılmasına ağırlık verilmesinin bir sebebi İslâmiyete olan tahammülsüzlük ise, diğer sebebi de Osmanlı'dan, onun kültürel varlığından duyulan rahatsızlık olsa gerektir.
Edirne'de çıkan aylık kültür dergisi YÖRE'de, vaktiyle mülkiyeti satılan ve az bir kısmının geride sadece küçük belirtileri kalmış bulunan bu camiler hakkında geniş ve tatminkâr bilgiler yayınlandı.
Bu bilgilerden biri de, 22 Ocak 1948 tarihli duyuruyla yapılan Balaban Paşa Camii yanı sıra 14 camiye ait mülkiyetin satışıyla ilgilidir.
1440'larda Tokat ve Menteşe Beylerbeyliği de yapmış olan Balaban Paşanın kendi adına inşa ettirmiş olduğu bu cami, eldeki malûmata göre 1926'da tamamıyla yıkılmış olarak görünüyor. Caminin taşları ise, aynı sene içinde 30 lira bedelle kaldırım inşasında kullanılıyor.
Arsasının bir kısmını da, 1940'ta metre karesi 23 kuruş bedelle belediyede ambar memuru ve merkez tahsildarı olan kişi satın alıyor.
Mülkiyetin geri kalan kısmı ise, 22 Ocak 1948'de 350 lira tahimi bedelle açık arttırmaya çıkartılıyor. Bina kısmından geriye hiç eser kalmayan bu mülkiyetin yeni sahibi, yukarıda da belirttiğimiz gibi bir Yahudi oluyor.
22.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|