Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 22 Ocak 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Murat ÇETİN

Hayatın sesi



Hiçbir şeyi ciddiye almayan biri de, kendini çok önemli zannedenler de, hayatları boyunca bir kere olsun şu soruyu sormazlar mı kendi kendilerine: Neden yaşıyorum?

Yaptığı tek iş vida sıkmak olan bir işçi de, o işçinin nüfuz sahibi patronu da, bir an durup “Ben ne yapıyorum böyle?” demez mi?

Matematik dersindeki öğrencilerden hiç olmazsa birinin kafasına “Üçgenin iç açıları toplamı 180 etse ne olur, 190 etse ne olur?” diye bir soru gelmez mi?

Evinde yemek yapan kadın, ofisinde evrak imzalayan memur, trafikte ceza kesen polis, mahkemede bir alacak dâvâsında hüküm veren hakim, “Benim amacım, hedefim ne? Bütün bunlar neden?” diye hiç sormaz mı?

Sosyal statüsü, gelir durumu, eğitim seviyesi ne olursa olsun, insan hayatı boyunca “Nasıl?”ları bir kenara bırakıp bir an olsun, “Niçin?” diye sormaz mı? Yaptığı şeyi anlamsız, boş, değersiz görmez mi?

“Hayat bu olamaz. Ne vida sıkmak, ne üçgenin iç açıları toplamını hesap etmek, ne yemek yapmak, ne evrak imzalamak, ne ceza kesmek, ne de hüküm vermek… Hayat başka bir şey olmalı. Bunlardan daha fazla, daha büyük, daha önemli, daha değerli, daha… bir şeyler olmalı…”

Bir yazar sormaz mı hiç kendine, “Yazıyorum da ne oluyor?” “Neden yazıyorum bütün bunları? “Kime, ne faydası var?” Böyle bir düşünceye kapılıp da, yazıp yazıp silmiyor mu hiç?

Birileri bu düşünceyle uyanmıyor mu yeni bir güne?

Birileri böyle düşünerek kapamıyor mu gece gözlerini?

Nasihat veren bir ses tonuyla söylemeden hiç kimse hiçbir şey, birileri sorgulamıyor mu hiç, hayatını?

Ne yaptığını, ne yapacağını, ne yapmakta olduğunu, zincirleme bir “niçin”lerle sonunu, sonunun sonunu sormuyor mu?

Bir yerlerde birileri, inanmasa da dinlerin anlattığına, hocaların söylediğine, ezanların haykırdığına; kulak tıkasa da sarsılan yer kürenin mesajına, kendi içinden sese kulak tıkayabiliyor mu?

Yoksa bütün sesleri açıp, bütün gürültüleri yapıp, görüntüyü başka görüntülerle gölgeleyip mi yaşıyor, yaşadığını sanıyor?

“Bir yer var biliyorum. Her şeyi söylemek mümkün. Epeyce yaklaşmışım Duyuyorum” kıvamında “anlatamama” makamında olsa da, dilinin ucuna gelmiyor mu birilerinin.

Var elbette. Şarkılar söylemese, filmler anlatmasa, çok satan kitaplar yazmasa da var. Müziğin sesini kapattığımızda bile duymasak da, bize sunulmuş hayatın sesini kısıp gerçek hayatın sesini açtığımızda duyacağız o sesleri…

22.01.2007

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

Helâket ve felâket asrı



Son dönemlerde özellikle aile hayatının ciddî sıkıntıya girdiği ve sosyal düzende çatlama sebebi olacak bir süreç gözleniyor. Sosyal düzenin en büyük sigortası olan güvenin sürekli iyice azaldığını ve hatta aile hayatına kadar giren bir problem olduğunu gözlemek gelecek için gerçekten endişe verici bir durum. Boşanma taleplerinin gittikçe artması, ayrı anne babanın yetiştirmeye çalıştığı çocuklar ve toplumu yaralayan pek çok aile kaynaklı problemler çözülmediği takdirde küresel ısınma, ekolojik dengenin bozulması gibi hallerden çok daha ciddî sıkıntılara yol açacak gibi.

Aile hayatında yaşanan problemlerden en önemlisi eşler arasındaki güvenin kaybolması olsa gerek. Bu halin dini hassasiyetleri olan insanların arasında ve bu özellikteki ailelerde de yaşanıyor olması gerçekten ahir zaman içinde yaşıyor olduğumuz noktasında ciddî endişeler doğuruyor. Şu an özellikle hanımların, beylerine güveni önemli ölçüde sarsılmış durumda. Bu hal aynı şekilde beylerden hanımlara da yöneliyor.

Sağlıklı bir toplumun temel şartı olan karşılıklı güven eğer aile içinde kaybolmuşsa cemiyetin geri kalan kısmının ne halde olduğunu tasavvur etmek bile dehşet duygusunu galeyana getirmeye yetiyor. Güvenin kaybolması toplumda anarşinin temel kaynağı olarak kabul edilmeli ve İslâm dininin güvenle özdeş olarak algılandığı Asr-ı Saadet berraklığına dönüş için çok ciddî adım atılmalıdır.

Hayatta yapılan akitlerin en kutsalı evlilik akdi olmalıdır. Bu yüzden olsa gerek evlilik akdi dinle bağlantılı ve kutsal bir boyutu olan hal olarak algılanmaktadır. Hemen hemen bütün kültürlerde bu evlilik ve kudsiyet bağı yerleşmiş gibidir. Evlenen çiftler kutsal ve her açıdan mutluluk duâsı olan bu durumda “evet” kelimesi çok geniş anlamlar içermekte ve hanım beyine malının ve namusunun bekçisi olacağına dair söz vermekte ve bey de hanımına ailesinin himayesini üstleneceğine ve nazarını başkalarına çevirmeyeceğine ve huzurlu bir hayat yaşatmak duâsı anlamında elinden gelen her şeyi yapacağına dair söz vermektedir.

Karşılıklı tarafların bu samîmî sözleri Kâinat Sultanı’nın en hoşuna giden hallerden biri olmalıdır. Bu âlemde ve sonsuzluklar âleminde bu samimî birliktelik hali çok lâtif ve gerçek insanlık samimîyetini ortaya koyan bir pembe mendil safiyetinde Rabbi’ne yönelen duâların toplum hayatına ne kadar samîmîyet kattığı insanlık tarihinde açık bir şekilde ortaya çıkmıştır.

Son zamanlarda beni en çok şaşırtan hal dinî bir hayat hassasiyeti olan insanların ailelerinde aldatma ve boşanma noktasına getirecek güven kaybı hallerinin yaşanıyor olması. Karşısına kul hakkı ile gelinmemesi noktasında şiddetli tehditleri olan Sultan-ı Ezeli’nin huzurunda söz verdikten sonra, masum duyguları ile ve gelinlik berraklığı ile bütün hayatını ve en safi duygularını ortaya koyarak akit yapan şefkat kahramanlarına ihanetin tüyler ürpertmemesi çok şaşırtıcı bir hal. Oysa dehşetli ve bütün celâli ile tehdit eden Kâinat Sultanı’nın memleketinde zina ve aldatmanın imam nikâhı yaftası ile meşrulaştırılması gayreti gayretullahı galeyana getirecek ve cehennemi gayzından titretecek bir hal olmalıdır. Garip bir tecelli, verdiği akdin ve bunun Rabbi’nin huzurunda olduğundan haberdar değilmiş gibi peynir ekmek yeme rahatlığında evliliğin başlangıcındaki kutsi akde ihanet eden bir Müslüman kimlik gittikçe artan bir hâle gelmektedir. Bu hal dehşet verici ve tüyler ürpertici bir hal olmakla birlikte asrın fertleri bu dehşetin ve karşılığındaki cehennemî azabın farkında olmadan nefis ve arzuları uğruna insanlık ve kulluk imtihanını kaybetmektedir.

Hanımlar ve beyler! Titremeli ve kendimize gelmeliyiz. Dinimizin en temel gereği olan doğruluk ve istikameti ve ferdî bağlantılarda yerleşmesi elzem olan güveni en masum yapı olan ailede bile kaybetmişsek Rabb’imizin huzurunda yüzümüzün yerden kalkamayacağı mahcubiyeti şu andan yaşamalıyız.

Güzel ahlâkı tamamlamak üzere insanlığa rahmet olarak gönderilen Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) şu anki ailelerin çizdiği tabloya bakarken yüzünün nasıl bir hal aldığını hayal edelim. Bu halimizle, eşlerimizi bile aldatırken doğruluk dersini aldığımız o zatın huzurunda yüzümüzün ne hal alacağını ve ümmeti için mahşerin dehşeti içinde dahi feryat eden o zatı üzmenin hangi insanî boyutla izah edilebileceğini bir düşünelim. Müslümanlığın sadece ibadetleri şekli boyutla yapmakla ve namaz, kılıp oruç tutmakla olamayacağını, Rabb’imiz ezeli kitabında tekrarla ifade etmektedir. Bu eğriliklerimiz ve yamukluklarımızla hayatımız boyunca yaptığımız ibadetlerin yatıp kalkmak ve aç kalmaktan ibaret olması riski her geçen gün artmaktadır.

En kısa zamanda yolumuzu doğrultmaz ve buna aile içinde başlamazsak dallin güruhunda olmak da dahil çok ciddî vartalar bizleri beklemektedir. Bu silkiniş bütün bu tabloları ile hasaret ve felâket asrı olma ihtimali çok yüksek olan zamanımızın en önemli atılımı ve en elzem ihtiyacı olarak kabul edilmelidir.

22.01.2007

E-Posta: [email protected]




Zeynep GÜVENÇ

Kırmızıda geç, yeşilde dur(!)



“Kurallar, yıkılmak içindir” anlayışını taşıyanların ülkesinden, “Kurallar kutsal kitabın söyledikleri kadar önemlidir” diyenlerin ülkesine…

(Dikkatinizi çekerim, ikinci cümlede İlâhî bir emir telâkkisi söz konusu.)

“Kurallar yıkılmak içindir” anlayışı hakimdi benim geldiğim yerde. Sonra koca koca ahkâm kesmesini biliyorduk “Elin Amerika’sında öyle mi ya, Avrupa’sında böyle mi?” şeklinde.

Biri kalkar der ki: “Ben gözlerimle gördüm, Avrupa ülkelerinde yerde bir tane çöp bulamazsın. Bizim ülkemizin denizi ayrı, caddeleri ayrı çöplük sanki.” İşin ilginç yanı, bunu diyen vatandaş elindeki çikolata kâğıdını yere atarak konuşur. Sebebini sorduğunuzda: “Yerler zaten çöplüğe dönmüş, başkaları da atmış” der. Bu onu temize çıkarırmış gibi.

Bizim toplumumuzda bir kural konulmaya görülsün, hemen üzerine gidip yıkmak için adeta çaba sarf edilir. Meselâ trafikteki düzen takdire şayan(!) Azıcık bir kalabalık olsa yollarda kornalar konuşur. Şoförler kulakları patlatırcasına çalar kornaları. Son derece iptidaî bir görüntü arz eder bu yaşananlar. Bir geri kalmışlık işaretidir, cam açıp küfretmek, bağrışmak, eğitimli eğitimsiz ayırt etmeden düşmanca tavırlar sergilemek. Sürekli araba önüne atlayıp “makas” tabir edilen hareketle kendilerini rallide sanmak.

Canlarıyla oyun oynayanlar, en ufak bir kazada ah vah edenler, suçlamasını çok iyi bilirler de, suçu kendilerinde aramasını bilmezler.

Gelgelelim Amerika’da başka. Herkes kurallar için yaşıyormuş gibi ömürlerini buna vakfetmişcesine büyük bir saygıyla davranıyorlar toplum içinde. Yollar ne kadar kalabalık olursa olsun korna basmak “çok ayıp bir davranış.” Ben ilk başta buradaki arabaların kornaları yok sanmıştım. Yani o derece alışmışım ki kabalığa, kibarlık uzaydan gelmiş sanki. Yollarda şeritler son derece düzgün şekilde ilerliyor. Kimse kimsenin hakkına tecavüz etmiyor.

Düzenli hayatın bir sebebi de kural ihlâllerinde uygulanan cezaî müeyyidelerin çok yüksek ve caydırıcı olması. En vurdumduymaz bile, aklını başına devşirip verilen cezayı ödememek için kurallara uyuyor. Belki bizim ülkemizin de tekrardan, verilen cezaları gözden geçirmesi gerekiyor. Yoksa gün geçtikçe güzelim ülkemiz çöplüğe dönecek, her gün giden canlara yenileri eklenecek. Toplumsal asayişi sağlamak güçleşecek.

Kimse yeni bir şey söylemeyecek size. Yaşadığınız şartlar neyi gerektiriyorsa yavaş yavaş bulunduğunuz çevrede dönüşeceksiniz. Eskimiş değerleriniz, benliğinizdeki bazı şeyleri silip süpürecek. Hassasiyet dengeniz değişecek ve siz de kırmızıda geçeceksiniz.

Kendimize yakıştırdığımız tavrı benimseyelim bugünden sonra. Bahane üretmek yerine kendimizi büyütelim. Birey olarak yanlışlarımızı düzeltelim. Var mısınız hayatımızın yeşillerini ve kırmızılarını yoklamaya?

22.01.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Türkiye yol ayrımında



Türkiye, her anlamda yol ayrımında. Bunu, müsbet bir sonuca kapı açacak gelişme olarak ifade etmek istiyorum. Türkiye, önündeki bulmacanın karelerini doğru doldurmak zorunda. Bazı cevapların doğruluğuna kendini şartlandırıp sorgulamazsa, diğer satır ve sütunların teyidini yapamaz. İstenen doğru cevabı yerleştiremez. Öncelikle cevaplarını yazdığı karelerin doğruluğundan emin olacağı bir teste tabi tutmalı. Sonra diğer boş kareleri doldurmaya çalışmalı.

Bugüne kadar böyle bir düşünce sistematiği ve doğruluğu test edici bir yaklaşımla hareket edilmemiş. Özellikle sosyal ve siyasî konularda; aşırı merkeziyetçi, ideolojik ve statükocu bir çerçeveye bin yılı hapsetmek ve müzakereyi kapatmak, akla da ülkeye de zarar vermiştir.

Ülkenin çatışma kaosundan ve birey aklının tepki psikolojisinden çıkması, mevcut çerçevenin sorgulanması ile mümkündür. Sanki çerçeve doğruymuşçasına içini doldurmaya çalışmak, tehlikeli bir oyun ve milleti oyalamaktan başka bir şey değildir.

MİT Müsteşarının 80. yıl basın açıklaması, akabinde eski MİT Müsteşar yardımcısı Cevat Öneş’in açıklamaları, sivil toplumun talepleri, komşularımızda cereyan eden hadiseler, güneydoğuda yaşanan sıkıntılı hal, eğitimdeki açmazlarımız ve AB sürecinde yaşanan tıkanıklıklar alt alta konulduğunda, ayağı sıkan bir ayakkabıdan ve vücuda dar gelen bir elbiseden bahsedebiliriz.

Büyük açılımlar, ufuk hedeflerden ve kendini aşan yüksek şuurlardan sudur eder. Bunlar deha fikirlerdir ve önce konuşanı sorgulatırlar. Bu cesaretli çıkışa ve hararetli buluşa milletin istikbali adına ihtiyaç duyulmalıdır.

Hür zemin, hür kürsü ve hür irade üçgeninde muhatap bulacak yüksek buluşmaların yaşanacağı ve ülke birliğinin iç enerji kaybıyla zaman kaybetmeyeceği demokratik ve insanî manifestonun ortaya çıkması gerekir. Bunu yakalayacak entelektüel sermaye ülkemizde vardır.

Bunun için atılması gereken adımları, devletin güç mahfilleri ile siyasetin iktidar merkezleri ve toplumun sivil kuruluşları el ele verip bu handikapı aşmalıdırlar.

Tıkayıcı tıpalardan kurtulmak için;

1- Bütün ideoloji temsilcilerinin ve kendini mağdur gören tarafların katılacağı serbest forumlar niteliğinde arama konferansları ile kendilerini rahat ifade edecekleri eşit şartlarda platformlar düzenlenmesi,

2- Karşılıklı saygı içinde, aklı öne çıkaran ve uzlaşmayı önemseyen konuşmacıların katılımlarının temini,

3- Problem tesbiti, farklı taleplerin belirlenmesi, ortak kavram geliştirme ve yaklaşım belirleme konularında psikolog, sosyolog, eğitimci, siyaset bilimci, felsefeci, ilahiyatçı ve sistem danışmanı desteğini verecek objektif bir uzmanlar grubunun bulunması,

4- Resmî söylemlerin ve kanun kuvveti ile belirlenmiş sabitelerin dayatılmadığı bir iklimin temini ve farklılaştırıcı fikirlerin teşvik edilmesi,

5- Öncelikle birbirini anlamaya dayalı bir konuşma sürecinde dinleme kültürü temini ve birbirine gönderme yapılmaması,

6- Dünün yaşanmışlığına ve üzüntüyü kaşıyan tahriklerine fırsat vermeden, bugün ve yarın için çözüm niteliğinde ve “hepimiz, beraberiz” sloganı etrafında buluşabilecek bir diyalog vasatının temin edilmesi,

7- Kamuoyuna ve tabanlarına verecekleri mesajların siyasî ve tribüne hitap eden bir karakter taşımadan, birbirinin hassasiyetlerine saygı duyan farklılığı benimseyen bir üslupta olması,

8- Yakınlaştırıcı ögelerin ve birleştirici önceliklerin belirlenmesinin önemine inanılması ve buna göre müzakere stratejilerinin tabana yayılacak şekilde paylaşılması,

9- En temel ve hayatî ortak hedef ve ülkünün belirlenmesi, beraberce deklare edilmesi,

10- Temel insan hakkı ve demokrasi ekseninde ideolojiler üstü bir kabulleşme çıtasının belirlenmesi,

11- İlk toplantının ikinciye kapı aralayacak özelliğini koruması, acele edilmeden ve sonuç odaklı düşünmeden, süreç odaklı iletişim ve sürdürülebilir müzakere zemininin korunması sağlanmalıdır.

İlk buluşma yol ve yöntem belirleme ile devam ettirilebilir. Büyük devlet mirası büyük ve âkil insanlar arıyor. Bunu hemen başlatmak gerekiyor.

Bu yazıyı yazdıktan sonra haberlerde Hrant Dink cinayetini öğrendim. Satırına ve güncelliğine dokunmadan kullanma ihtiyacı duydum.

Tuzaklara dikkat ederek, birliğimizi korumanın zamanıdır.

22.01.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Rüzgâr ekilmesin!



İstanbul’da Türkçe-Ermenice olarak yayınlanan Agos gazetesi Genel Yayın Yönetmeni ve yazarı Hrant Dink’i öldürdüğü belirlenen kişi, kısa zamanda yakalandı. Zanlının yakalanması elbette çok önemli bir gelişme, ancak bu yakalama; cinayetin işlenme maksadını ve asıl hedefini açıklamaya yetecek mi?

“Katil zanlısı”yla ilgili yetkililerin açıkladığı bilgilere bakılırsa, ‘Biz bu filmi daha önce de görmüştük’ demek mümkün. Şu anlamda: Zanlı; anne babası ayrı yaşayan, çevresinde problemleri ile bilinen ‘çocuk’ yaşta biri. Bu yönüyle geçen yıllarda Trabzon’da işlenen ‘papaz’ cinayetini de hatırlatıyor. O hadisede de ‘katil’ anne babası ayrılmış, ‘problemli bir aile’nin çocuğu olarak karşımıza çıkmıştı.

“Katil zanlısı”nın yakalanması üzerine yapılan bazı yorumlarda, Türkiye’de ‘kiralık katil’ bulmanın kolay olduğundan bahisle şöyle denilmiş: “Türkiye öyle bir ülke oldu ki, birini öldürmek istiyorsanız gözü kara ve aç-işsiz birini bulmanız yeterlidir. Amatörse verin ona örneğin 20 milyar, büyük olasılıkla amaca ulaşırsınız. Profesyonel ise tarife yükselir.” (Emin Çölaşan, 21 Ocak 2007)

Bu ve benzeri yorumlara sadece gazetelerde değil, halk arasındaki konuşmalarda da rastlamak mümkün. Maalesef Türkiye böyle bir çıkmaza sürüklendi, sürüklenmek üzere. Peki, bu duruma nasıl geldik? Daha da önemlisi ‘kolay kiralık katil bulunabilen yer’ olmaktan nasıl kurtulabiliriz? Asıl araştırılması ve üzerinde düşünülmesi gereken konu bu değil midir?

Yaşanan örneklerden yola çıkarsak, gençlerin çıkmaz sokaklara sürüklenmesi sadece aç-işsiz olmalarıyla açıklanamaz. Elbette aç-açık-işsiz olmak, böyle çıkmazlara sürüklenmek için birer sebeptir; ancak tek sebep bu değildir. Başkaları başka çareler sunabilir, gerçek çare herkesin kalbine bir ‘yasakçı’ koyabilmektir.

“Yine işi din eğitimine getirdiniz” diyenler olabilir. Ne yazık ki, hayatın gerçekleri böyle. Başka hangi yol ve metodla, gençlerin ve insanların kalplerine ‘yasakçı’ koyabiliriz? Bu yöndeki tekliflere karşı çıkanlar, ‘batıl formüller’le bu işlerin olmayacağını ve olamayacağını görmüyor mu?

Bir adım daha ileri gidelim: “Kolay katil bulunan ülke” olmaktan çıkmak için, daha başa dönmeli ve önce aileleri sağlam hale getirmeliyiz. Herkes bilir ki, ailelerin boşanması sonucu ortada kalan ve hayatın zorlukları karşısında bocalayan çocuklar, gençler tehlikeli yollara daha kolay sapabilirler. “Yeteri kadar dinî eğitim almış, ‘doğru İslâmı ve İslâmiyete lâyık doğruluğu’ öğrenmiş, helâl süt emmiş ve kalbine Allah korkusu yerleştirilmiş” gençlerin bu tuzaklara düşmesi çok düşük bir ihtimaldir. O halde, tecrübe ile sabit olan bu gerçeklere yönelmemiz gerekmez mi?

Katil zanlılarını yakalamak elbette önemlidir, ama hepsinden önemlisi ‘katil yetiştirmemek’ değil midir? Bu konuya ne kadar ağırlık verilirse, o kadar hakkı var.

Unutulan ya da unutturulan bir konu daha var: Gençlerin bu şekilde saldırgan olmalarında medyanın; özellikle de ‘vurdulu-kırdılı’ film, dizi ve oyunların rolü/payı nedir? İnsan öldürmeyi ‘sıradan,’ daha doğrusu ‘haklı’ bir şey gibi gösteren ‘vadi’lerin suç patlamalarında payı yok mudur? Nitekim, yönetmen Derviş Zaim, gazeteci Hrant Dink’in öldürülmesine ilişkin, ‘’‘İnsanların şiddeti kutsayan filmler yapmasının, bu tip mantalitenin büyümesinde, bu tetiği çekenlerde etkisi var mıdır?’ diye sormamız gerekiyor’’ demiş. (AA, 20 Ocak 2007)

İşin özü burada. Hem rüzgâr ekip hem de ‘Bu fırtına nereden çıktı?’ demeye hakkımız olabilir mi? Rüzgâr ekmekten vazgeçelim...

22.01.2007

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Aydınlar konuşuyor



Aydınlar Konuşuyor, Yeni Asya’nın 70’li yılların sonunda yayın dünyasına kazandırdığı bir eserin adı idi. O günün yaşayan aydınlarının Bediüzzaman Said Nursî ve Risale-i Nur Külliyatına ilişkin değerlendirmelerinin yer aldığı eser, yayınlandığında büyük akisler uyandırmıştı. Samimî kanaatlerini belirtip ilmin haysiyetini koruyanlar yanında, görüşleri sorulduğunda konuşmaktan çekinenler de, doğru zannettiği yanlışları tekrarlamaktan bıkmayanlar da olmuştu.

Aradan yıllar geçti, aydınlar yine konuştu. Giderek artan bir sayıda gazeteci, yazar, ilim adamı ve akademisyen Risale-i Nur’un çağın insanının ihtiyaçlarına cevap verecek yegâne eserler olduğunu dile getirdi. Bunlara dünyanın dört bir yanından ilim adamları dahil oldular.

İhtilâller, ara dönemler, süreçler, baskı ortamları gerçek aydınları yıldırmadı, onlar hep konuştular. Türkiye’de Prof. Dr. Şerif Mardin’le birlikte önemli bir aşama kaydeden peşin hükümden uzak görüş belirtme misyonu, geçtiğimiz hafta gazetemiz sayfalarına misafir olan Nokta Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Alper Görmüş’ün açıklamaları ile yeni bir mecra kazandı.

Arkadaşımız Hasan Hüseyin Kemal’in görüştüğü Görmüş, Risale-i Nur’da ciddî bir entelektüel emek ve değer olduğunu belirterek, solculara, ön yargılardan sıyrılarak bu eserleri okuma çağrısı yaptı. Said Nursî’nin yazdıklarını okumadan, ona karşı çıkanların yanlış bir davranış sergilediklerini belirten Görmüş, bu topraklardaki herkesin birarada, kardeşçe yaşamaları için Said Nursî’nin metinlerinin daha dikkatli okunmasının gerektiğini söyledi.

Münâzarât’ı okuduğunu ve bu eserde çok ciddî bir entelektüel birikim bulduğunu anlatan Görmüş, külliyatın tüm metninin kendi okuma planının bir parçasını oluşturduğunu da belirtti.

Daha önce, AB’ye verdiği destek için Yeni Asya’yı alkışlayan yazısı ile bu sütunlara misafir ettiğimiz Görmüş, kendi yönetiminde yeniden yayın hayatına atılan Nokta dergisinde Said Nursî’nin Ermeniler konusundaki görüşlerine yer vermişti. Görmüş ve Nokta dergisi “Onlar sözlerini söylemişlerdi” kapak konulu hakperest çalışma ile teşekkürü hak etmişlerdi.

Dileğimiz demokrat aydınların korkusuzca konuşması, hep doğrular ve gerçeklerden yana tavır almaları...

***

21 Şubat hazırlıkları

Yaklaşık bir ay sonra, yayın hayatına atılışımızın 38. kuruluş yıldönümünü kutlayacağız. Her yıl olduğu gibi, şekil ve muhtevada belirli ölçüde yenilikler yapmak istiyoruz. Sizin de beklenti ve istekleriniz doğrultusunda ve imkânlarımız ölçüsünde yapmayı düşündüğümüz değişiklikler için gerek teknik ekip düzeyinde, gerekse sayfa sorumluları olarak çalışmalarımız sürüyor. 21 Şubat’ta daha dolgun bir muhteva ve şekil itibarıyla daha göze hoş gelen bir sayfa düzeni ile karşınıza çıkmayı hedefliyoruz. Fikrî katkı ve dualarınızı bekliyoruz.

***

Abone ve Dağıtım’a takviye

İstanbul abone ve dağıtımı yeniden yapılandırıldı. Bu maksatla, boş bulunan İstanbul Temsilciliğine Fatih Aydın getirildi. Abone ve Dağıtım Birimine bağlı olarak görev yapacak olan Aydın, İstanbul’daki gazete bayileri ve elden dağıtım çalışmalarının koordinasyonunu yürütecek. Okuyucularımız, gazetemizin istenilen bayilerde bulundurulması ve elden dağıtımda karşılaşılan problemlerle doğrudan muhatap olacak olan Fatih Aydın’a (0212) 655 88 60-220 ya da (0536) 561 13 15 numaralı telefonlardan ulaşarak taleplerini aktarabilecekler.

Öte yandan, bulunduğu bölgede satış ve pazarlama konusunda başarılı çalışmalara imza atan Kastamonu Yeni Asya Bürosu Temsilcimiz ve Karadeniz Bölge Bayimiz İbrahim Vapur da İstanbul Bölge Temsilcisi olarak bugün göreve başladı. Vapur ağırlıklı olarak, bölge çapında gazete abone çalışmaları yapacak.

Arkadaşlarımıza, aramıza hoş geldiniz diyor, yeni vazifelerinde başarılar diliyoruz.

***

Ve kampanya

Kültür kampanyamızın son halkasını teşkil eden Rüya Ansiklopedisi adlı eserin kupon neşrine 1 Şubat’ta başlanacağını duyurmuştuk. Eserin ‘tanıtım çalışmaları’nda kullanılacak el ilânları, kâğıt ve bez afişler ile radyo ve tv reklam cd’leri talep eden büro ve temsilciliklerimize gönderildi. Örnek nüshalar da bugünden itibaren kargoya verilecek.

Kampanyamızın abone çalışmalarına, ulusal ve mahallî radyo ve TV’lerde yayınına başlanan reklamlar ile destek veriliyor.

Hepinize hayırlı haftalar diliyoruz...

22.01.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

İlmi sevmek



Malı mülkü, parayı pulu sevmeyen insan nerdeyse yok. Ama ilmi seven insan çok az.

Acaba bu paranın önemli, ilmin önemsizliğinden midir?

Hiç şüphesiz değil.

İnsan parayla hele bugünkü dünyada nerdeyse her işini görür. Açamadığı kapılar da yok değil. Onun için insan para-pul, mal ve mülkün cazibesine aşk derecesinde kapılıp gider.

Kur’ân’ın para-pul, mal-meta gibi şeylerin geçici dünya metaı olduğuna dikkat çekmesi gözlerini açması gerekirken böylelerinin umurunda bile olmaz. Ölüp gittiğinde öbür tarafta işe yarayıp yaramayacağını aklının ucuna bile getirmez. Varsa yoksa paradır, puldur her şey. Onun için yapamayacağı şey de yoktur.

İlim aşıkları da ilim için aynı aşk ve şevki hissederler. “Biz Allah’ın taksimine razıyız. Bize ilmi hasımlarımıza da malı verdi” diyen ilim şehrinin kapısı Hz. Ali malın yok olucu, ilmin ise kalıcı olduğunu, öbür tarafta da işe yarayacağını söylüyor. “Sen malı korursun, ilim ise seni korur” der. İlmin öylesine üstünlükleri vardır ki, faydalı ilmin kişi öldükten sonra da hayırla yadettireceğini söyler. İlim ebedî canlılıktır. Bilgisiz insan ölmeden önce ölmüştür. Bilgili insan ise her zaman diridir.

Malın bir araç, yükseklere çıkmak için bir asansör gibi olduğunu bilen Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman gibi büyükler her şeyin olduğu gibi malın da iyi insanların elinde iyi ve işe yarar hale geldiğini gösterirlerken, paranın pulun kulu kölesi olanlara bir serapın peşinde koşmakla ömür tükettiklerini nasıl anlatmalı acaba? Ne güzel söylemiş Bediüzzaman Hazretleri, “Seni ahirette kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde fanî dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme” diye.

Para pul hayra kullanılmayıp ahirette bizi kurtarmayacaksa onun peşinde koşmanın serap peşinde koşmaktan bir farkı olabilir mi?

Acaba ilmi sevmeme ilmin değerini bilmeme, tadını alamamadan mıdır? “Okumayı hiçbir hazineye değişmem,” “Çeyrek saatlik bir okumayla bile bütün dert ve sıkıntılarımdan kurtulurum” diyen düşünürlerin sözlerine ne demeli? Sırf dünya için yaratılmadığı halde bütün gücüyle dünyaya sarılan insanlar acaba sıkıntılarını neyle izale ediyorlar?

“Dünyayı isteyen ilme sarılsın. Ahireti isteyen yine ilme sarılsın” hadis-i şerifi bize çok şeyler anlatıyor aslında.

Bilgisiz yaşamayı kör, sağır ve dilsiz yaşamaya, ruhsuz bedene benzeten insanlar da işlerin bir ucundan tutuyorlar, ilme yabancı, adetâ düşman, okumaktan kaçan insanlar da. Gerçeklerin bütün açıklığıyla ortaya çıkması için Büyük Mahkemeyi mi beklememiz gerekiyor?

22.01.2007

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Adalet yoksa



Devletlerin temel taşı olan adalet bir yerde yoksa, oranın geleceği mutlaka karanlık olur. Adaleti çökmüş bir devletin geleceğinden bahsedilemez, böyle bir ülke payidar olamaz. Özellikle devletlerde adalet, var olmanın en önemli sebepleri arasında yerini almaktadır.

Vatandaşlarına, değişik etkiler altında kalarak eşit bir şekilde adalet dağıtmayan hukuk adamlarına şüphesiz en lâyık şey zillettir ve lânettir. Hak ve hukuk insanlar için en vazgeçilmez değerdir. Hiç kimse gerçekten hak ve hukuk dağıtan mahkemelerde imtiyaz sahibi olamaz. Burada bütün insanlar eşit haklara sahiptir.

Bir devlet başkanı ile sıradan bir vatandaş mahkemede aynı haklara sahip olmalıdır. Nitekim bu durumun bilhassa İslâm tarihinde, sıkça ifade ettiğimiz gibi, çok açık örnekleri vardır. Ümmeti olmakla şereflendiğimiz İslâm Peygamberi Muhammed (a.s.m) bu konuda biz insanlara en büyük bir örnektir. O en ince detaylarına kadar hak ve hukuka riayet etmiştir.

Mübarek sırtını açarak “Kimin sırtına vurmuşsam işte sırtım gelsin vursun, zira ben üzerimdeki bir hakla Rabbimin huzuruna çıkmak istemiyorum” diyen ve sadece insanların değil, var olan bütün canlıların hakkına riayet eden Yüce Peygamber, adalet konusunda insanlığa büyük bir ders vermiştir. Bundan dolayıdır ki, onun yolundan gidenler bir karıncanın bile hakkına tecavüz etmemek için azamî dikkat göstermektedirler.

Yine İslâmın şanlı tarihinde, Hz. Ali’nin (r.a) bir Yahudi ile, İslâm kahramanlarından Selâhaddin-i Eyyubi’nin bir Hıristiyan ile, İstanbul Fatihi Sultan Mehmed’in de bir Rumla eşit şartlarda mahkemeye çıkmaları, İslâm hukukunun ne kadar adaletperver olduğunu gösteren örneklerdir.

İslâmın yüce bir adalet anlayışına sahip olması, onu her zaman ve zeminde zinde bir din olarak ayakta tutmuştur. Zayıf, kimsesiz ve ezilen insanlar her devirde kurtuluşu İslâmın sinesinde bulmuşlardır. Bundandır ki, zaman ihtiyarlandıkça İslâmın yüce hakikatleri gençleşmiş, müntesipleri artmıştır.

Adalet, iman ve inançla dağıtılır. Adalet, vicdanla tevzi edilir. Hakimler verdikleri kararlar için bin düşünüp bir karar vermelidirler. Çünkü adalet namına verilen kararlar toplumu önemli bir şekilde ya olumlu veya olumsuz bir şekilde etkilemekte, çoğu zaman insan hakları ayaklar altına alınabilmektedir. Böylece adaletsizlik bir çok fitnenin kaynağı olabilmektedir.

Adalet dağıtmakla görevli olanlar, hiçbir zaman taraf tutma imkânına sahip olmamalıdırlar. Mahkeme önüne çıkan hiçbir kimse peşinen haklı olmayacağı gibi, hiçbir kimse de peşinen suçlu olamaz. Adalet terazisi şaşmamalıdır.

Vicdanı bir tarafa bırakarak, cüzdanlara göre karar veren, güçlüden yana ağırlığını koyan, insanların düşünce ve inançlarına göre hüküm veren bir adalet adamına, huzur-u kalble insan demek mümkün olabilir mi? Böyleleri olsa olsa insan suretinde birer canavardırlar. Bunlar verdikleri haksız kararlarla toplumun huzur ve asayişini yok etmekte, devletin temeline dinamit döşemektedirler.

İnsanlar tam adil bir karar beklerken, vicdanları sızlatan kararlarla, açık bir şekilde ideolojilere göre karar verdikleri ortaya çıkan hakimler, bu dünyada iflâh olmayacakları gibi ahirette de akıbetleri korkunç olacaktır. Çünkü adaletsizlik zulümdür. Adaletsizlik, gücü, parası ve dayısı olmayanlar için korkunç bir kâbustur.

Devletlerde adalet sistemi bozulmuşsa kaos var demektir. Mazlûmun âhı, zalimce karar verilen yerlerde hep semaya yükselecek ve mutlaka insanların haklarını gasp edenler hak ettikleri cezayı bulacaklardır.

Mazlûm hakkını alamayınca “Zalimler için yaşasın cehennem!” demekten kendini alamayacak ve dilekçesini Yaradana havale edecektir. Şüphesiz orada adalet eksiksiz bir şekilde icra edilecek ve adil olmayan adalet mensupları yaptıkları zulümlerin karşılığını acı bir şekilde göreceklerdir.

Ümit ve temenni ederiz ki, bütün hakimlerimiz, hak ve hukuka riayet ederek sadece vicdanlarının sesiyle hareket etsinler ve zalim bir duruma düşmesinler...

22.01.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Lokman Hekim



Çorum/Dodurga’dan Aysun Hanım: “Lokman Hekim kimdir? Tanıtır mısınız?”

Lokman Aleyhisselâm Hazret-i Davud (as) devrinde yaşamış bir ulu ve bilge kişidir. Bir rivayete göre Hazret-i Davud’dan (as) ilim ve hikmet öğrenmiş ve Hazret-i Davud’un (as) vezirliğini yapmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de adı ve oğluna verdiği nasihatler bulunmakla beraber, peygamber olup olmadığı konusunda kesin bir bilgi yoktur. Kur’ân’da adı bir sûreye ad olarak verilmiştir. Babasının adı Baure olduğu ve Hazret-i Eyyub’ün kız kardeşi veya teyzesinin oğlu olduğu rivayet edilir.

Lokman Aleyhisselâm terzi ve marangoz idi. Halkın giydiği elbiseyi diker ve halkın kullandığı ev âletlerini tahtadan yapardı. Kısa boylu, yassı ve çökük burunlu, simsiyah tenli, kalın dudaklı, enli ve yarık ayaklı idi. Çok düşünür, az konuşurdu. Keskin görüşlüydü. Bir defa konuşur, hikmet gereği olmadıkça sözünü tekrarlamazdı.

Beni İsrail’de kadılık yaptığı da rivayet edilen Lokman Aleyhisselâma peygamberlik mi, krallık mı, hikmet mi istediği sorulmuş, o hikmeti tercih (bilgiyi) etmiştir. Bundan dolayı kendisine ilim ve hikmet verilmiştir. Kur’ân’da bu hususta Cenâb-ı Allah şöyle buyurur: “And olsun ki, Biz Lokman’a Allah’a şükretsin diye hikmeti verdik.”1 Hikmet; doğru bilgi, ilim, dinde derin görüş ve isabetli fikir demektir. Lokman Aleyhisselâm Beytülmakdis yakınlarındaki Remle şehrinde oturur, yanına gelenlere vaaz ve nasihat eder, hikmetli sözler söylerdi.

Lokman Aleyhisselâm yeryüzündeki bitkilerden her derde deva araştırır, Allah’ın izniyle bulur ve hastalara Allah’ın Şafi isminin tecellisine vesile olurdu, şifa dağıtırdı.

Lokman Aleyhisselâmın bir oğlu vardı. Bir gün oğlunu yanına alarak şefkat ve muhabbetle kucakladı ve Kur’ân’da bildirildiği üzere oğluna şöyle nasihatler verdi:

“Oğulcağızım! Allah’a şirk koşma. Çünkü şirk elbette çok büyük bir zulümdür.

“Yavrucuğum! Yaptığın iş (iyilik veya kötülük), bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa ve bu, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa, yine de Allah onu (senin karşına) getirir. Doğrusu Allah, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır. Yavrucuğum! Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış, başına gelenlere sabret. Doğrusu bunlar, azmedilmeye değer işlerdir. Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah, kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri asla sevmez. Yürüyüşünde tabiî ol, sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini eşeklerin sesidir.”2

Yine Lokman Hekim’in oğluna şöyle nasihatler ettiği rivayet edilir:

“Yavrucuğum! Oruç tut, şehveti keser. Tövbeni sonraya bırakma. Çünkü ölüm ansızın geliverir. Allah’tan kork. Günahkâr olduğun halde, ikram etsinler diye kendini insanlara faziletli gösterme. Oğulcağızım! Ben susmamdan ötürü hiçbir zaman pişman olmadım. Fakat konuşmamdan ötürü pişman olduğum vakidir. Unutma: Konuşmak gümüş ise, susmak altındır. Âlimlerin meclislerine devam et. Hâkimlerin sözlerini iyi dinle. Çünkü Allah ölü kalpleri hikmet nuruyla diriltir. Nasıl ki, yeri yağmur suyuyla diriltiyor.”

Bir gün Lokman Hekim’e sormuşlar:

“İnsanların en zavallısı kimdir?”

Lokman Hekim demiş ki:

“İnsanların en zavallısı, işlediği günahları hatırladığında üzüntü duymayan kimsedir. Bir kimse günah işlediğinde derhal kendini toparlayıp bundan üzüntü duymalıdır. Yoksa hem günah işleyip, hem de üzüntü duymamak helâkettir.”

Birisi bir gün Lokman Aleyhisselâmın siyah yüzüne ve kalın ve çatlak dudaklarına bakıp onunla alay etmek, onu aşağılamak istemişti.

Lokman Aleyhiselaâm bu adama hiç kızmadı ve dedi ki:

“Yüzümün siyah, dudaklarımın kalın ve çatlak oluşuna bakıp alay etme. Çünkü onu siyaha ben boyamadım. Dudaklarımı da kalın ve çatlak yapan ben değilim. Benim elimde olan, o kalın dudaktan kötü söz çıkarmamak, siyah yüzü ayıp işte utandırmamaktır. Kalbim beyaz, sözüm inci gibi güzel olduktan sonra, yüzümün siyah, dudağımın kalın oluşunun ne ehemmiyeti var?”

Lokman Aleyhisselâm yaşadığı yer olan Beytülmakdis yakınlarındaki Remle şehrinde vefat etti. Mescid ile çarşı arasındaki yere gömüldü.

Allah’ın selâmı onun üzerine olsun. Âmin.

Dipnotlar:

1- Lokman Sûresi: 12,

2- Lokman Sûresi: 16-19.

22.01.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Cinayetin yüzü maskeli, izi perdeli



Hrant Dink cinayetinin, şeytanî yönden gayet akıllıca ve zekice planlanmış bir provokasyon olduğu gerçeğini hemen herkes kabul ediyor.

Genel kabul gören bir diğer husus, aklı başında olan hiçbir vatandaş, hususan hiçbir Müslüman böyle bir cinayeti işlemez ve böyle bir zulümkârlığa ortak olmaz.

Yani, planlama gayet akıllıca; ancak, vatanını seven bir insan için bu işin akılla, mantıkla, insafla, vicdanla bağdaşır bir tarafı yok.

Ayrıca, bu hadisede asıl önemli olan, tetikçi şahsın bizzat kendisi değil, perde gerisinde olup onu cinayete azmettirenler olduğunda da en ufak bir şüphe yok.

O halde, Ermeni asıllı TC vatandaşı Hrant'ı hedef seçenler, dünyada hem Türk düşmanı, hem Türkiye muhalifi, hem de Müslümanları insanlık nazarında kötü ve güvensiz göstermeye çalışan bir sinsî odaktan başkası değil.

Tetikçi genç ise, taşeronun da taşeronu olabilir ancak. O yakalandı, ancak merkezdeki odak noktasına ulaşmanın mümkinatı görünmüyor.

Zira, günümüzdeki profesyonel cinayet örgütleri, müteselsil taşeronlara yüzde yirmi harcıyorsa, kendini gizlemek ve izini kaybettirmek için yüzde en az seksen harcıyor.

Bunlar, senaryoyu da, oyunun sahnelenmesini de ona göre planlayarak işi organize ediyor.

Buna göre, Türkiye'nin içerde ve dışarda sıkıntıya düşmesinde, istikrarını kaybetmesinde, dış diplomaside önünün kesilmesinde, işgal altındaki Irak'tan ırak durmasında ve bilhassa AB nezdinde çıkmaza girmesinde kimin menfaati varsa, böyle olmasını kim istiyorsa, cinayetin azmettiricisi de pek büyük ihtimalle odur. (Kritik aşamaya gelen Irak'taki gelişmelere ve Türkiye–Irak bağlantısının işgalciler üzerinde yol açtığı rahatsızlığa özellikle dikkat! İşgalciler, Türkiye'ye adeta "İşimizi zorlaştırma, kolaylaştır; aksi halde içte ve dışta biz de senin işini zorlaştırırız" demeye getiriyor olabilir.)

Cinayetin planlayıcıları, olsa olsa, kendilerine yerli işbirlikçilerle, yine yerli tetikçiler bulmuşlardır ki, bu da o kadar zor bir iş değil: Türkiye'de hemen her sahada tetikçilik ve taşeronluk yapacak mebzul miktarda şahıs, örgüt ve örgüt elemanı mevcut.

Zaman zaman bunlar yakalanır, mahkemelere sevk edilir, hapishanelere konulur; ancak, bunların hangi mihrak adına iş yaptıkları bir türlü ortaya çıkmaz. Şayet iz sürülecek gibi olursa, tetikçilerin ortadan kaldırılması işten bile değil. Velev ki, tecritte veya F tipi hücrede olsalar bile...

Nitekim, bu kahredici realite sebebiyledir ki, yakın tarihde işlenen onlarca cinayetten hemen hiçbirisinin perde gerisi aydınlatılamadı.

Tıpkı, gazeteci Hasan Fehmi'nin (1909), gazeteci ve mebus Ali Şükrü Beyin (1923), gazeteci Abdi İpekçi'nin (1979), daha yakın tarihte Çetin Emeç'in, Uğur Mumcu'nun, A. Taner Kışlalı'nın cinayetinde olduğu gibi...

Bu cinayetlerin bir kısmında tetikçiler yakalandı gerçi; ancak, hadisenin arka planı yine de karanlıkta kaldı ve meselâ katil Topal Osman'ı, yahut çifte cinayet işleyen M. Ali Ağca'yı kimlerin ne maksatla kullandığı bir türlü aydınlığa kavuşturulamadı. Sadece tahminler yürütülebildi veya birtakım farklı kanaatler izhar edilebildi. Bunların içinde de şüphesiz doğru olanlar vardı; ama hangisi?

Bütün bu genel bilgilerin ardından şunu ifade edebiliriz ki, Hrant Dink cinayetinin perde gerisi kolay kolay aydınlatılamayacak. Tetikçi belirlense, yakalansa ve mahkemelerde ifadesi alınsa bile, asıl azmettiricilere yine de ulaşılamayacak.

Hem, Ali Şükrü Beyin, Abdi İpekçi'nin tetikçisi belirlendi de ne oldu?

Bu işler, ne yazık ki böyledir; zira, bu gibi karanlık cinayetlerin karanlık odadaki azmettiricileri az–çok bilindiği halde, bunlar alenen ve tam bir açıkyüreklilikle söylenemiyor, isimleri telâffuz dahi edilemiyor.

Sebebi, bunlardan korkulması, bunların kahır ve gazabından çekinilmesi, en azından onlarla baş edilemeyeceği kanaatinin hasıl olması.

Peki, o halde ne yapmak lâzım? Cinayetler karşısında susmak, bunları sineye çekmek doğru ve insanî davranış olmadığına göre, bu gibi durumlarda nasıl bir duruş sergilemek lâzım?

Burada hem devlete, hem de millete, yani hem resmî kurumlara, hem de sivil kesimlere düşen önemli vazifeler var.

Devlet, üzerine düşeni yapıyor ve yapmalı. Devlet, aynı zamanda bizim gibi vatandaşları da dinlemeli, söylenenleri nazar–ı dikkate almalı.

Ancak, bizlerin söyleyecekleri daha çok millete, yani vatandaşa yönelik olmalı. Zira, en çok da mâsum vatandaş kesimi korkutulmak, yanıltılmak ve kafası karıştırılmak isteniyor. Tâ ki, birtakım provokasyonlarla asıl hedefe ulaşılabilsin.

Onun için, vatandaş bu gibi durumlarda en başta sağduyulu davranmak ve serinkanlılığını muhafaza etmekle mükelleftir. Tahrik olmayacak, telâşa kapılmayacak ve karanlık emellere âlet olmamak için, kimden gelirse gelsin ve kime karşı yapılırsa yapılsın, provokatif maksatlı cinayetleri hiçbir sûrette sahiplenmeyecek, tasvip etmeyecek, hatta kendi çapında tel'in edecek ki, ihanet ve husûmet odaklarının hevesini boşa çıkartabilsin.

Zaten maksat az–çok belli: Yüz yıldan fazla bir zamandır Türkiye'nin başını ağrıtan "Ermeni meselesi"ni tekrar dünya gündemine getirmek ve Türkiye'nin bu kronikleşen başağrısının tedâvisini daha da zorlaştırmaktır.

Bunu ağrıyı dindirmenin, en azından hafifletebilmenin çaresini ise, Bediüzzaman Said Nursî bundan tam 98 sene evvel (1909'daki Divân–ı Harb–i Örfî Mahkemesi), üstelik bir süre sonra "Tehcir Kànunu"nu çıkaracak olan İttihatçıların yüzüne vururcasına ortaya koymuş: "Bizi teyakkuz ve terakkiye sevk eden Ermenilerle kemâl–i memnuniyetle dost ve komşu kalmalıyız. Zira, husûmette fenalık var; husûmete vaktimiz yoktur." (Bkz: 1911'de basılan Osmanlıca "İki Mekteb–i Musibetin Şehadetnâmesi" isimli eserin "Üçüncü Cinayet" bölümü.)

MODA

Galoş delen ayakkabılar (II)

Uuzun ve sivri burunlu ayakkabılarla ilgili Cumartesi günkü yazının devamı vardı; ancak, teknik bir hata sonucu devamı çıkmamıştı.

Devamı şöyle: Bu konunda galoşla bağlantılı şöyle bir müşahadem oldu.

İki hafta kadar evvel, yolumuz bir sağlık kuruluşuna düştü. Yaklaşık iki saat orada beklemek durumunda kaldık.

Gelen hasta ve hasta yakınları mecburen galoş giyiyorlardı.

Ne var ki, lastikli naylondan yapılan galoşlar, sözünü ettiğimiz uzun sivri burunlu ayakkabılara dar geliyordu. İstisnasız bütün galoşlar birer birer yırtılıyordu.

Dolayısıyla, o uzun ayakkabı ların 10–15 santimlik kısmı dışarıda kalıyordu ki, zorlamayla onlara galoş giydirmenin hiçbir faydası olmuyordu.

Bu da, israfın ve temizliğe riayetsizliğin bir başka yönü.

GÜNÜN TARİHİ 23 Ocak 1920

Camiler haraç–mezat satıldı

Edirne'deki Balaban Paşa Camii arsası ile birlikte toplam 14 caminin mülkiyeti, açık arttırma usûlüyle satışa çıkartıldı.

Bir ay müddetle satışa çıkartılan cami ve mescit mülkiyetine Müslümanlar talip olmayınca, söz konusu arsa ve harabelerin tamamı Yahudilere satıldı.

1926'dan 1948'e

Tek parti (CHP) döneminin en katı ve karanlık safhasını içine alan 1926–1948 yıllarında devletçe satılan cami, mescit, medrese, türbe ve zaviyelerin haddi hesabı yoktur.

Devlet, bu tarihlerde bir yandan özel veya özerk olarak işletilen hemen bütün şirketleri satın alıp resmileştirirken, bir yandan da mâbetlere ait bulunan arsa ve binaları özel kişilere satmanın yolunu tuttu.

Haraç–mezat satılan bu önemli arsalara talip olanların çoğu Yahudî veya Hıristiyan azınlıktan kimselerdi.

İstanbul'dan sonra Edirne

Camileri, mescitleri en çok satılan şehir, Osmanlı'nın başşehri İstanbul'dur. Ondan sonra da Edirne geliyor.

Edirne, hem bir serhad şehri, hem de İstanbul'dan önceki Osmanlı başşehridir.

Bilhassa bu iki mühim şehirdeki mabedlerin satılmasına ağırlık verilmesinin bir sebebi İslâmiyete olan tahammülsüzlük ise, diğer sebebi de Osmanlı'dan, onun kültürel varlığından duyulan rahatsızlık olsa gerektir.

Edirne'de çıkan aylık kültür dergisi YÖRE'de, vaktiyle mülkiyeti satılan ve az bir kısmının geride sadece küçük belirtileri kalmış bulunan bu camiler hakkında geniş ve tatminkâr bilgiler yayınlandı.

Bu bilgilerden biri de, 22 Ocak 1948 tarihli duyuruyla yapılan Balaban Paşa Camii yanı sıra 14 camiye ait mülkiyetin satışıyla ilgilidir.

1440'larda Tokat ve Menteşe Beylerbeyliği de yapmış olan Balaban Paşanın kendi adına inşa ettirmiş olduğu bu cami, eldeki malûmata göre 1926'da tamamıyla yıkılmış olarak görünüyor. Caminin taşları ise, aynı sene içinde 30 lira bedelle kaldırım inşasında kullanılıyor.

Arsasının bir kısmını da, 1940'ta metre karesi 23 kuruş bedelle belediyede ambar memuru ve merkez tahsildarı olan kişi satın alıyor.

Mülkiyetin geri kalan kısmı ise, 22 Ocak 1948'de 350 lira tahimi bedelle açık arttırmaya çıkartılıyor. Bina kısmından geriye hiç eser kalmayan bu mülkiyetin yeni sahibi, yukarıda da belirttiğimiz gibi bir Yahudi oluyor.

22.01.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Faili meçhul ezberi bozuldu



Yarın Hrant Dink’in cenazesi kaldırılacak.

Ailesi, alkış ve slogan istememiş.

‘Dirisini yaşatmayı başaramadınız, bari ölüsünü istismar etmeyin’ diye yürekli bir tavır koymuşlar ortaya.

Daha cinayetin üzerinden birkaç saat geçmeden mumlar yakıp, “Yiğidim aslanım, burada yatıyor” türküsünü söyleyenler bu işten pek memnun kalmayacaklar anlaşılan.

Dink’in cenazesinden bir gün sonra bu kez Uğur Mumcu, ölümünün 14. yıldönümünde anılacak.

Tabiî ki, “Seni unutmayacağız” afişleri ve yiğidim aslanım türküleri eşliğinde.

Müthiş bir ölü sevicilik yaşanıyor bu ülkede.

Ve cenazelerde ayrı, mahkeme kapılarında ayrı maskeler takılıyor yüzlere.

Artık maskeleri indirmenin zamanı geldi de geçiyor bile. Hrant Dink, düşünce özgürlüğünden dolayı yargılanırken, mahkeme kapılarında eylem yapanlar, ulusalcı, milliyetçiler değil miydi?

301. maddenin değiştirilmesini savunanları, vatan haini, Türklük düşmanı ilân edecek kadar, haydi çok sevdikleri deyimle söyleyeyim, bedbaht değiller miydi?

Hrant Dink’in yargılandığı dönemde özgürlüklere olan düşmanlıklarını sokak eylemlerine, aydınlara saldırılara kadar götürenler, medyada en çok yiğidim-aslanım türkülerini söyleyenler değiller miydi?

İşte bu yüzden maskeli yüzlerin, yaşarken linç edip, ölümünde arkasından türküler söylemelerine izin vermediği için bu tavrından dolayı acılı aileyi kutlamak istiyorum.

Bu maskeli balonun, bu iki yüzlülüğün son bulması gerekiyor. Artık bu ezberi bozmalıyız.

Şunun çok iyi anlaşılması gerekiyor ki, Türkiye özgür ve şeffaf bir ülke olmadığı sürece karanlık eller, bizim huzurumuzla oynamaya devam edecek.

Bir yandan yasakları, Susurluk zihniyetini savunup, onu korumak için yollara dökülüp, saçma sapan bilgilerle genç beyinleri kışkırtıp, suikastler için gerekli olan zemini hazırladıktan sonra cenazelerin arkasından ağıtlar yakılması devrinin bitmesi gerekiyor.

Rahip Santoro cinayetinden sonra ve TAYAD’lıların Trabzon’da lince maruz kalmaları döneminde, Trabzon’a dikkat, orada bir oluşum var diye çırpındık. Belki Trabzon Mc Donald’sa atılan bombanın izi iyi sürülse, rahip cinayetinin faili yakalandıktan sonra ipin ucu bırakılmasa, hatta daha ileri gidip, Trabzonspor’lu Fatih Tekke ve Gökdeniz Karadeniz’in arabalarının kurşunlanması olayının üzerine uzak görüşlü bir istihbarat analizi yapılarak eğilinseydi, Trabzon’daki hücre çözülebilirdi. Hrant Dink cinayeti bu açıdan bir milat olarak kabul edilebilir.

Bugün Trabzonspor’lu Fatih Tekke başta olmak üzere bazı millî futbolcular bu şehirden kaçtıysa, oradaki mafya oluşumlarından kurtulmak için yaptılar bunu.

Bir ezber daha bozuldu.

Buna da dikkat çekmek ve bir hakkı teslim etmek gerekiyor.

Yine bir faili meçhul cinayet işlendi, yine karanlık eller, tetiği çeken ve çektiren parmaklar gizli kalacak, bir sis perdesi daha örtülecek bu cinayetin üzerinde diye yazacaktık. Çünkü İpekçi cinayetinde de, Uğur Mumcu’da da, Bahriye Üçok’da da Kışlalı’da da öyle yazdık. Son olarak Hablemitoğlu cinayetinde bir faili meçhul diye düştük kayıtlara.

Ama bu ezber bozuldu. Bu Türk demokrasisinin başarısı. Yönetemeyen demokrasi her zaman askere davetiye çıkarır. Sauna çetesi çökertildi, Atabeyler suikast krokileri ellerinde yakalandı. Danıştay saldırganı ele geçirildi. Bunlar hepsi aynı zincirin halkalarıydı. Ulusalcı, milliyetçi…

Ulusalcılardan, aşırı milliyetçilerden neden hep suikastçiler, tetikçiler ve katiller çıkarsa, o da ayrı bir tartışma konusu. Şimdi faili yakalanmış bir suikastle karşı karşıyayız. Ancak failin yakalanması demek, olayın aydınlatılması anlamına gelmiyor.

Danıştay olayında, rahip cinayetinde olduğu gibi fail elde, ama olay karanlıkta.

Hrant Dink olayında ilk adım çok başarılıydı. Kriz iyi yönetildi. Başbakan Erdoğan başta olmak üzere olayın arkasına güçlü bir siyasî destek, başarılı bir polis, istihbarat ve yargı üçgeni yürüdü. Şimdi eğitimsiz, ulusalcı, psikopat bir katil portresi çizilip, olay boşlukta bırakılmamalı. Demokrasi ikinci aşamayı da başarabilmeli.

Çünkü karanlıkta kalan her siyasî cinayet, karanlık kesimleri besliyor, onları rejim üzerinde bir tehdit haline getiriyor.

Bu çok önemli bir halka ve aydınlatılması Türk demokrasisinin başarısı olacak.

Çünkü ara rejim heveslileri hep bu siyasî cinayetlerin üzerinden giderek, demokrasiyi alaşağı ettiler.

Abdi İpekçi’nin öldürülmesiyle 12 Eylül süreci hızlandırıldı. O zaman mafyayla ilişkili Ülkü Ocaklarında, “Malatyalılar” olarak bilinen grup kullanıldı. 28 Şubat sürecinin yapı taşları Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Ahmet Taner Kışlalı cinayetleri, Sivas’ta Madımak Oteli’nde insanların diri diri yakılarak döşendi.

Bu kez Trabzon’da bir oluşum var ve bundan yararlanılıyor. Şimdi strateji farklı.

Burada iki aşamalı strateji uygulandı. Birinde 11 Eylül sonrasında teröre karşı oluşan küresel müdahalenin çemberine Türkiye’yi itebilmek için İstanbul’da Neve Şalom Sinagogu ve Beth İsrail Sinagoguna, İngiliz Konsolosluğu ve HSBC Bankasına yönelik olarak bomba yüklü araçlarla saldırılar gerçekleştirildi.

O küresel saldırı planının bir parçasıydı.

Trabzon’da Rahip Santoro cinayeti ile 301. maddeden yargılanan, Ermeni Agos gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in öldürülmesi senaryonun ikinci ayağı.

Bu tamamen dış dünyaya özellikle de AB’ye mesaj niteliğinde bir cinayet.

Cinayetleri bile bir başka oluyor, benim karanlık dehlizlerden aydınlığı arayan ülkemin…

22.01.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Caninin kimliği!



Laik eğitim de İslâmî eğitim de sığlıktan muzdarip. Bunun temel nedeni de hız çağının getirdiği indirgemeciliktir. Zamanda hız, mekânda dürülme yani eskilerin tayy-ı zaman ve tayy-ı mekân dedikleri halin toplumsal alana taşınması birçok pürüzü de beraberinde getirdi. Birbirimizi anlamamamızın temel sebebi yeteri kadar derinlikten mahrum ve yoksun oluşumuzdur.

Sığlık gelince toplumsal sağlık gidiyor. Hız çağı da ister istemez sığlığı ve sağlıksızlığı beraberinde getiriyor. Bu anlamda, eğitim eğitimi öldürüyor. Genç zihinler gereksiz bilgilerle donatılarak maddî ve manevî olarak köreltiliyor. Hem dinî, hem de laik eğitim süreçlerinde manevî derinlik ihmal ediliyor.

Biz derinliği değil, yüzeyselliği tartışıyoruz. Daha doğrusu dinî bilgiler dahi derinliksiz bir şekilde veriliyor. Bunların sonucu olarak bencillik kültürü egemen oluyor. Bencillik kültürünün çeşitli katmanlardaki türevleri ve dışa vurumları var. Laik bağlamda tarafgirlik, milliyetçilik, dinî bağlamda sekterizm veya mezhepçilik gibi. Dinî kesimlerde mezhebî asabiyet, laik kesimlerde de rahatlıkla doktrinel asabiyete dönüşebiliyor. Dolayısıyla herkes tarafgirlikle hakikatı değil, kendi maddî veya manevî çıkarlarını önceliyor veya gözetiyor. Böylece müşterek zemini baltalıyoruz. Halbuki bu müşterek zemin zenginliğimizdir.

Hrant Dink böyle bir sığ kültür ortamının ve atmosferinin kurbanı olmuştur. Tarafgir de anti tarafgirde sığlıktan muzdarip. Bu bağlamda aslında ‘Ben de aleviyim’ türünde Dink’in öldüğü günü kendini Ermeni ilân edenler de bu basitliğe âlet olanlar arasında yer alıyorlar. Keşke karşılıklı bu ilânlarla birlikte meseleyi çözebilsek. Bir aklı evvel Hrant Dink’i Türk bayrağına saralım diyor. Birisi ‘Bugün benim de Ermeniliğim tuttu’ diye devamını getiriyor. Keşke bu klişeler veya basit jestler durumu kurtarmaya yetse. Aslında sorunun bir parçası da bu tür davranışlar.

***

İfrat ve tefrit odakları toplumu kutuplaştırıyor. Burada sadece müfritlere veya ifrat ehline suç bulmak meseleyi basitleştirmektir. Asıl önemli olan ifrat ve tefritin ötesinde dengeyi yakalayabilmektir. İşte bizim talihsizliğimiz bu dengeyi yakalayamamaktır.

Toplumumuz ifrat ve tefrit sarkaçları arasında kutuplaşıyor. Diyalog ve hoşgörü bağlamında bile kavga ediyoruz. Nedeni, yine kanatlar arasındaki kutuplaşmadır. Burada sadece ifrat ehlini suçlamak, tefrit ehlini görmemek suçun yarısını görmemektir. Bundan dolayı her kavramın hakkını vermemiz lâzımdır. Hakikatı ancak derinleşerek bulabiliriz. Bu kolaycılığın da panzehiri ve aşılmasıdır. İfrat ve tefrit ise zarurî ve zorunlu olarak sığlığa çıkacak ve bizi oraya taşıyacaktır. Toplum da bu iki sığlık arasında gidip gelmektedir.

Dink cinayeti bu anlamda sığlık ve sağlıksızlığın cinayetidir. Sığlık ise toplumun büyük bir kesiminin hatta aydınlarının da maruz kaldığı bir hastalıktır. Yaşadığımız süreç toplumu her açıdan sağlıksız hale getirmiştir. Türk toplumunun yüzde 30’unun her açıdan sağlıklı olmadığı söyleniyor. Bu diğer toplumlar için de böyledir.

Toplum sağlığı tehlike altında bulunuyor. Sosyal çözülmeyle bu daha da artacaktır. Mankenin birisi anoreksiyanın nedenini bile ailede ve sosyal çözülmede buluyor. Cinnet halini besleyen toplumun bu sığlığıdır, tetikleyen de birikmiş meseleler ve bu meseleler etrafında ifrat ve tefrit ehlinin kavgası ve insanları kutuplaştırmasıdır. Yerli yersiz konuşmalar veya yerli yersiz dâvâlar, fetvalar anarşi ortamını körüklüyor ve kartopu gibi birbirini beslemektedir. Ertuğrul Özkök’ün de ifade ettiği gibi bu meselelerde en korkunç olanın faillerin sıradan birisi yani toplumun sıradan üyeleri arasından çıkmasıdır. Örgüt olsa lokalize edilebilir. Sağlıksız bir toplumu nasıl lokalize edeceğiz ve toplumu patlatma kapasitesini barındıran suç eğilimini nasıl kontrol altında tutabileceğiz?

***

Toplum sığlaştıkca âkil adamlar da kenara çekilmekte. Veya nesilleri tükenmektedir. Kalan son kelaynaklara da itibar ve rağbet edilmemektedir. Kitle iletişim (imha da denebilir) araçlarının artması ve bunun getirdiği hız çağıyla birlikte masumiyetin son kırıntıları da bitti. Hayatımızdaki hikmetin kaybolması oranında tadımız tuzumuz da kalmadı. Örnek ve ideal alınacak ilişkiler yok. Herkes kendi çıkarına odaklanmış durumda. Derin kültürden yoksun bu toplumların eninde sonunda düşeceği çukur, kabaca, taklit ve özenti bataklığıdır. Hiçliktir.

Hadd-i vasatı kaybettiğimiz için herşey isyan halinde. Anasır-ı erbaanın birleşmesi sonucu mevsimler birleşti. Mevsimlerin birleşmesi sonunda kıt'aları birleşmeye götürecek. Bütün denge altüst olacak. İnsanların sorumsuzlukları yüzünden fizikî ve manevî kıyametimiz giderek yaklaşıyor. Andrea Santoro’dan sonra şimdi neden Trabzon sorusu soruluyor? Pekalâ, Akyazı, Bozüyük de olabilirdi. Ne fark eder! Ogün Samast “Cumadan çıktım ve Ermeniyi vurdum”’ demiş. Bazıları hap kullandığını ve esrar içtiğini de söylüyor. Tetiği Cumadan sonra çekmesi dindarlığını değil, olsa olsa dini sığ sularda soluduğunu gösterir. ‘Cuma namazından çıktım ve vurdum’ ifadesi olsa olsa onun camiden çıkan yanlış bir adam olduğunu ortaya koyar vesselâm.

Dink’in katili topyekûn sığlık ve masumiyetin yitirilişinde yani hiçlik modunda ve felsefesindedir...

22.01.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004