Türkiye’nin dışa açılmasıyla beraber devlet içinde yerleşik statükonun ve statükoyu destekleyen toplum kesimlerinin rahatsız olduğunu görüyoruz. Değişimin sancılarının toplumun her kesiminde hissedildiği bugünlerde siyasî ve sosyal çalkantıların yaşanacağı siyasetbilimcilerce ve sosyalbilimcilerce açıkça dile getiriliyordu. Bunun üstüne bir de devletin tepesi anlamına gelen cumhurbaşkanlığı seçimleri eklenince, olayların daha da alevlendiğini görüyoruz.
Biz de tartışmaların odağındaki milliyetçilik kavramını Bilgi Üniversitesi Öğretim görevlisi, Göç ve Araştırmalar Merkezi Müdürü Doç. Dr. Ayhan Kaya ile konuştuk. Avrupa’daki Türkler üzerine araştırmalar yapan Kaya’dan, bir de Türkiye’deki milliyetçiliği değerlendirmesini istedik.
*Sizce Türkiye’de milliyetçilik yükseliyor mu yükseltiliyor mu?
Bence yükseltiliyor. 1999 yılında Öcalan’ın yakalanmasıyla Türkiye bölünme travmasından kurtulmaya başladı. Dönemin hükümet partileri olan DSP, ANAP, MHP siyasal miliyetçi söylemden uzaklaşarak, AB sürecine eklemlenmeye başladılar. Türkiye demokratikleşme siyaseti uygulamaya başladı ve insan hakları, yoksulluk gibi konulara eğilmeye başladı. Ne zamanki 2005 yılında Türkiye’ye üyelik süreci açıldı, milliyetçilik yeniden gündemin ön sıralarına taşındı.
*Milliyetçiliği yükselten neydi?
Kıbrıs meselesinin AB sürecinde öncelikli şart haline getirilmesiyle beraber Türkiye’deki statükocu güçler, milliyetçiliği Kıbrıs, Misak-ı Millî, K.Irak, Kürt sorunu gibi kırmızı çizgiler üstünden gündeme taşıdılar. Defansif milliyetçiliğin bu dönemde laikliği de siyasal bir söylem olarak kullandığını gördük. Bu dönemde yaşanan Mersin’deki bayrak krizi ve çeşitli linç girişimleri geçmişte yaşansaydı, toplumu kamplara bölebilecek olaylar haline gelebilirdi. Bunun böyle olmadığını gördük. Sağduyulu siyasetçiler, akademisyenler, entelektüeller konunun daha farklı boyutları olabileceğini söylemekle birlikte, krizlerin yatıştırıldığını gördük.
*Hrant Dink cinayeti ve stadyumlardaki “Ermeni” tartışmaları fikrinizi değiştirdi mi?
Fikrim çok da değişmiş değil. Seçim düzlemindeki Türkiye’de ileri hamlelerin yapılmayacağını ve üretken bir dönem olmayacağını tahmin edebiliyordum. Milliyetçilik, AB karşıtlığı ve laiklik üzerine inşa edilen muhalefete maalesef AKP de eklemlendi. Biz de milliyetçilik şahlanıyor havasına kapıldık. Elbette milliyetçilik yoktan var edilmiyor, ancak üzerine o kadar yazıldı çizildi ki, ete kemiğe bürünen farklı bir korku olarak gündeme geldi.
*Muhalefet tarafından gündeme getirilen milliyetçilik halk tarafından kabul gördü diyebilir miyiz?
Yoksul kitlelerin milliyetçilik söylemine çok fazla katılmadıklarını, AB karşıtlığına prim vermediklerini düşünüyorum. Halkın milliyetçilik tasavvurunun daha doğru olduğunu görüyorum. Trabzon’da olan şeyler örgütlü bir oluşum gibi geliyor, halktan ayrı bir gelişme olarak algılıyorum.
*Peki nasıl bir yapı görüyorsunuz?
Trabzon’un gerek tarihsel, gerekse etnik olarak karışık bir yapısı var. Trabzon Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle farklı dünyalarla karşılaştı ve büyük krizler yaşıyor. Birileri de bu kriz ortamını kullanıyor diye düşünüyorum.
*Milliyetçiliği yükseltmeye çalışanların hedefi ne? Ülke çıkarlarını mı gözetiyorlar?
Milliyetçilik bazı gruplar tarafından kendi maddî çıkarlarını sürdürebilmek ve bu çıkarların egemen olduğu düzlemi devam ettirebilmek için kullanılıyor. Milliyetçiliğin bu yönüyle maske olduğunu düşünüyorum. Hrant Dink’in, milliyetçilik çığırtkanlığı yapan gazetelerin ve siyasal partilerin kendi çıkarlarını korumak amacıyla milliyetçiliği toplumsal bir taban meydana getirmek amacıyla kullanma isteğini deşifre ettiğini düşünüyorum.
* Çıkarlarını korumak isteyen, statükocu kesimler deyip duruyoruz. Kim bu kesimler?
*Milliyetçilik Türkiye Cumhuriyeti’nin mayasında var. Bütün ulus devletlerin mayasında olan homojenleştirme, tek tipleştirme, asimilasyon, ötekine karşı mesafeli durma ve onu kabul etmemeden bahsediyoruz. Milliyetçiliği toplumu yönetebilmek ve kontrol edebilmek için yönetsel bir aygıt olarak kullanan kesimler arasında devlet, ordu, yer yer siyasî partiler, medya kuruluşları olabilir. Hükümette olan AKP’nin bayramda kullandığı “Kurban olam ayına yıldızına” bilboardlarını da bu açıdan yorumlamalıyız.
*Oy almak veya çıkarlarını korumak için milliyetçiliğin inşa edildiğini, daha sonra ise toplumun bu milliyetçilik kanalıyla yönlendirildiğini söylüyorsunuz. Halk bunun farkında değil mi?
İnsanlar bunun farkında. Siyasal partiler, medya, ordunun belli grubu tarafından üretilen, ötekini yok sayan vulgar milliyetçiliğinin müşterisi olan insanlara baktığımızda, milliyetçi söylemi kendi meramını anlatmak, taleplerini dile getirmek için dillendirdiğini görüyoruz. Devletin ve cumhuriyetin mayasında bulunan vulgar milliyetçiliği kullanan insanların çok muhafazakâr ve yabancı düşmanı olduklarına inanmıyorum. Bu insanların anlatmaya çalıştıkları yoksulluklarıdır, dışlanmışlıklarıdır, siyasete eklemlenemedikleridir. Eğer Türkiye’de egemen söylem milliyetçilik olmasaydı, bu tür söylemler daha az kullanılacaktı. Şu anda Anadolu’da “Allah devletimize zeval vermesin, Türklüğümle gurur duyuyorum, Atatürkçüyüm” diyen insanların haddi hesabı belli değildir. Bu söylemleri de bu açıdan değerlendirmek gerekir.
*Türkiye’de insanların kendi isteklerini devlet düzeyine taşımak için devletin ağzıyla konuştuklarını söylediniz. Bunu biraz daha açar mısınız?
Burada önemli olan insanların milliyetçi söylemi kullanmaları değil, milliyetçi söylemi kullanırken neyi anlatmaya çalıştıklarıdır. Trabzon’da görülen şey, bu ülkenin kaynaklarından yeterince pay alamıyor olmaktır, ekonomik göstergelerin yükseldiğini gösteren para piyasalarının, borsanın ifade ettiği zenginlikten pay alamıyor olmaktır. Bence milliyetçiliği bir sonuç olarak değerlendirmek gerekir.
*Sizin gibi düşünen insanlara vatan haini gözüyle bakan bir kesim var. Siz kendinizi nerede görüyorsunuz?
Ben kendimi bunun bir yerinde görmüyorum. Bir akademisyen olarak olayları bilimsel olarak değerlendirmeye çalışıyorum.
*Peki “Hepimiz Ermeniyiz” söylemini nasıl değerlendiriyorsunuz? Başbakan bu söyleme katılmadığını, çünkü karşısında Türk milliyetçiliğinin yükselebileceğini ve çatışma ortamı olabileceğini ima etti.
Çok problemli bir söylem. Başbakanın ve bazı kesimlerin içinde bulunduğu egemen milliyetçi söylemdir. Siyaset biliminde azınlık milliyetçiliğine bakarken, azınlıktan hareket etmek yerine, çoğunluk milliyetçiliğinden hareket etmemiz gerektiğini söyleriz. Almanya’daki Türk milliyetçiliğini anlamak için, üzerinde yeşerdiği Alman milliyetçiliğine bakmak gerekir. Türkiye’deki Ermeni, Kürt, Laz milliyetçiliğini anlamak için de Türk milliyetçiliğinden hareket etmek gerekiyor. “Ezberimizi bozalım” derken, insanların yücelttikleri vulgar Türk milliyetçiliğinin bizleri bir yıkıma sürüklediğini görmemiz gerekiyor. Artık çoğunluk milliyetçiliği düzleminde azınlıkların kendilerini karşıt milliyetçi cephelerde konumlandırdıklarını anlamalıyız.
* “Vulgar Türk milliyetçiliği karşısında kendini karşıt bir Ermeni milliyetçiliğine konumlandırmayan Hrant Dink’in cenazesindeki ‘hepimiz Ermeniyiz’ sloganını daha farklı okumak gerekiyor” mu demek istiyorsunuz?
Bu sloganı, yeni Türkiye cumhuriyeti vatandaşlığı söyleminin içinde ifade edilen alt söylemler olarak okumak gerekiyor. Öyle bir Türkiye cumhuriyeti vatandaşlığı ki kendi içindeki farklılıkları tanıyan, tehdit olarak görmeyen bir anlayış. Bugün ABD’de dinî, etnik kültürüyle kendini ifade edebilen ve ben Türküm, ben Yunanım, ben Fransızım diyebilen insanlar, aslında Amerika Birleşik Devletlerini yüceltmektedir. Dolayısıyla “hepimiz Hrantız, hepimiz Ermeniyiz” derken, aslında benim algıladığım yüceltilen Türkiye cumhuriyeti, Türkiyeliliktir... Buna müsaade eden Türkiye cumhuriyeti yurttaşlığıdır. Eğer bunu bir takım insanlar kaldıramıyorsa, bölünmeyi parçalanmayı meydana getiren onlar olacaklardır. Türkiye’nin geleceğin uygarlıkları arasında yeri olmasını istiyorsak ve AB’ye uygarlıkların beşiği Anadolu’yu anlatmaya çalışıyorsak, kendimizi yalanlamamalıyız.
Ünlü bir san’atçı “Hrant olabilirim, ancak Ermeni olamam çünkü ben Müslümanım” diyor. Ermeni olmakla Hıristiyan olmayı karıştıranlar da var galiba...
Bu Türkiye toplumunun kimlikle ne kadar problemli bir ilişkisi olduğunu gösteriyor. Kimlik dediğimiz şey, anlık ve durumla bağlantılıdır. İnsanlar “Hrantız veya Ermeniyiz” dediğinde, o konteks onu belirliyor. Ertesi sabah kalktığınızda “Türküm, öğrenciyim, Alevîyim” diyebilirsiniz.
*Farklı kimliklerin yok sayılması problemin kaynağı galiba?
Kimlik, rahatlıkla ifade edilemediğinde, sorun haline geliyor. Rahatlıkla ifade edilmeye başladığında, bütün önemini yitiriyor, sıradanlaşıyor. Biz ne zamanki istediğimiz her yerde, korkusuzca kendi kültürel, dinsel kimliğimizi ifade etmeye başlarsak, o zaman kimliklerin önemi kalmayacaktır. Bu sıçramayı topluma yaptıracak olan da devletin kendisi, kurumları, ordu, yargı, parlamento... Böylesine problemler ortaya çıktığında, oy kaygısıyla lâfı evirip çevirmek, yeniden vulgar anlamda Türk milliyetçiliğini ortaya çıkarmak problemli.
Türkiye’de artık hiçbir şeyin geriye gitmesinin imkânatı yok, Türkiye artık dünyaya açıldı, Avrupa’ya açıldı, küreselleşme sürecine açıldı. Türkiye artık farklı bir yerde dünya liginde, farklılığıyla kendine özgü yanlarıyla tanınan bir ülke haline geldi. Bugünkü genç kuşaklar kendilerini dünyada farklı konumlanmış Türkiye’de görüyorlar. Seçim düzleminde geçkin yaşa sahip siyasal aktörlerin bildikleri tek dil olan milliyetçilik söylemini, bir dahaki seçimlerde görmeyeceğiz gibi geliyor. Seçimlerden sonra her şey rayına oturacaktır.
* Tübitak için zorunlu göç projesi üzerine çalışıyorsunuz. Bu çalışmadan yaptığınız çıkarım nedir?
Mersin, Diyarbakır ve İstanbul’da son yirmi yılda terör nedeniyle yerinden edilenlerin durumunu anlamaya çalışıyoruz. Bence asıl sorunlar burada, hayatın içinde. Sorun çeşitli etnisite veya din mensuplarını birlikte yaşama alışkanlığı değil, sorun sürekli yoksullaşan, sürekli kamusal alanın dışına itilen insanların içinde.
*Din mensuplarının birlikte yaşama alışkanlıkları demişken, geçen günlerde Etyen Mahçupyan Türkiye’de dinin kamusal alanın dışına çıkarılmasıyla milliyetçiliğin ortaya çıktığını, bunun da hoşgörü kültürünü yıprattığını ifade eden bir yazı kaleme almıştı. Sizce?
Türkiye’de her ne kadar laik bir anlayışla din ve devlet birbirinden ayrılmaya çalışılmışsa da, olan şey, aslında dinin devlet tarafından kontrolü olmuştur. Bu süreçte dini daha çok felsefî, tasavvufî ve daha akılcı bir düzlemde deneyimleyen tarikatların da kapatılmasıyla birlikte Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla Sünnî İslâm devlet tarafından kontrol edilmeye çalışılmış ve böylelikle dinde tözsellik ve muhafazakârlık kaçınılmaz hale getirilmiştir. Sivil toplumun önemli bir damarı olan din ulus-devlet tarafından kontrol altına alınınca, sivil toplumun devlet karşısında sessizliğe büründürüldüğünü görmek mümkündür. Böylelikle sivil toplumun kendini ifade kanallarından biri olan dinsel eksen, çoğunlukla devlet kontrolüne girdiğinden, sivil etkisini yitirmiş ve toplumsal diyaloğun belli ölçüde sekteye uğratılması sorunsalıyla karşı karşıya kalınmıştır. İletişimin olmadığı yerde, empatinin ve hoşgörü kültürünün yerini önyargılar, muhafazakârlıklar ve derinleşen mental sınırlar alır maalesef.
* Anadolu geleneğinden farklı kimlikleri dışlayıcı bir yaklaşım sergilenmeyeceğini bu anlayışın Anadolu dışından gelen elitlerden kaynaklandığını ifade eden bir teziniz var. Biraz açar mısınız?
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ideolojisini tanımlayanlar büyük ölçüde Anadolu dışından, sınırlarını kaybeden Osmanlı’nın (Balkanlar ve Rusya gibi) uzak bölgelerinden gelen ve büyük İttihatçı siyasal figürler olmuştur. Daha önce yaşadıkları coğrafyalarda tecrübe edilen Yunan, Bulgar, Sırp, Rus ve benzeri milliyetçilik örneklerinde dışlanan, ötekilenen ve sindirilen Türk unsuru içinde yer alan bu elitlerin yaşadıkları travmaları Anadolu’da diğer gayri-Müslim azınlıklara karşı yansıttıkları düşünülebilir. Eğer milliyetçilik daha çok iktisadî ve endüstriyel süreçlerin bir nedeni değil de, sonucu olarak görülürse, ulusal kapitalizm trendlerinin beraberinde homojen siyasal-ulusal projeleri de beraberinde getirdikleri görülecektir. Sermayenin ulusallaşması bu bağlamda ele alınmalıdır. Etnik ve dinsel açıdan farklı olanı dışlamak ve sindirmek de bu şekilde ele alınmalıdır. Modernitenin bir sonucu olan milliyetçilik, etnosentrik bir yaklaşımla farklı olanı yok etmeye kadar bizleri götürebilir. Balkanlar’da Türklerin maruz kaldığı bu süreç, aynı şekilde Anadolu’da da Türkler tarafından diğer bazı gruplara karşı uygulanmış olabilir. Bu bağlamda, bütün milliyetçilikleri etnosentrik olarak görmek ve bir grubun diğer gruplara oranla daha üstte bir yerde olduğu iddiasını taşıyor olduğunu görmek gerekir. Ve bütün milliyetçilikler, birinin diğerine kurduğu bu üstünlüğü doğalmış gibi kurar ve kolaylıkla etrafında buna inanan ve bunu kör bir inanca dönüştüren milyonları bulabilir. Ama unutulmamalı ki, inanılan bu şey her neyse, üretilen, icat edilen bir tasarımdır ve asla doğal değildir.
*Son olarak Ogün Samast’ın jandarmalar tarafından Türk bayrağı önünde çekilen fotoğrafını yorumlayabilir misiniz?
Bu konuda yorum yapabilecek denli bir malzemenin elimde olduğunu düşünmüyorum. Ancak bu poz, toplumda kimilerince olumlu, kimilerince de olumsuz olarak algılanmıştır. Buradan hareketle, asıl önemli olanın o fotoğraf değil, toplumsal etkisi olduğunu düşünüyorum. Ve ben bütün bu yaşanan, icad edilen, yapay cinayetlerin, korkuların ve nefretlerin seçim hattından çıkıldığı zaman büyük ölçüde ortadan kalkacağını düşünüyorum. Asıl sorun, Türkiye’de iktidarı paylaşmak ve demokratikleştirmek için aday olan toplumsal gruplar ile statükoyu korumak isteyen yerleşik güçlerin arasındaki mücadeledir. Yaşadığımız bu gerilimler, demokratikleşiyor olmanın sancılarıdır diye düşünüyorum. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde daha önce yaşanan gerilimlerle bugünkü gerilimleri kıyasladığımızda, hemen her şeyin halk tarafından hiç bir zaman bu denli açık bir şekilde görüldüğü, perde arkasındaki ilişkilerin bu kadar açık olduğu ve milliyetçiliğin ne denli maddî çıkarlar bağlamında palazlandırıldığı gerçeğinin bu denli deşifre edildiği görülmemiştir.
|