|
|
Davut ŞAHİN |
İlk kan |
|
“İlk kanı onlar döktü” diyor John Rambo (İlk Kan filminin repliği). (TGRT)
“Uçaktan iner inmez, bize bebek katili dediler. İş vermediler. Arkadaşımın cesedi bombayla parçalanırken, üzerime yapışan etleri temizlemeye çalışıyordum.”
“Orada milyar dolarlık techizat sahibiydim. Sorumluluğum, görevlerim vardı. Burada ise bir hiçim.” Orada dediği yer: Vietnam.
Albay “İlk Kan” filminin repliğinde Rambo’yu bir “ölüm makinası” olarak tanımlıyor.
Kasabanın şerifine Rambo’yu tarif ederken, “övünçle” şunu söylüyor:
“Sizi öldürmediğine şükredin. Onu sizden değil, sizi ondan kurtarmaya geldim. Hiçbir zaman kuşkuya yer yok. Öldürmeye programlanmıştır o.”
Rambo’nun ilk serisinin finalinde Amerikan askerinin Vietnam’da ne işi olduğuna dair bir hesaplaşma yok. Ama bir “askerin” psikolojik travmasını bir kasabayı yok edecek derecede göstermesi, birçok filme de ilham kaynağı oldu.
Nitekim Rambo serisi 3’e çıktı. İkinci bölümde Vietnam’da kalan esirleri kurtarıyor, üçüncü bölümde ise Afganistan’a gidip komutanını kurtarıyor... Dördüncüsünde ise bakalım kimi kimden kurtaracak? Belki de “Dünyayı El Kaide’den kurtarır?”
Vietnam’da insanları vahşice katleden Amerikan askerleri, bunu bir “kahramanlık” öyküsü diye adlandırdı ve birçok filme malzeme yaptı.
Şimdi Irak’ta yapılanlar da aynısı. Öldürmeye programlanmış her asker, cinnet halinde “kuşku”ya yer bırakmayacak derecede, gördükleri her cisme ateş ediyor. Kadın, çocuk fark etmiyor. Çünkü onlar için önemli olan “güvenlik.” Yani kendi güvenliğini ölü Iraklılara tercih edebiliyorlar.
Hasılı “İlk Kan”ı asıl Amerikalılar döktü.
İnşaallah Irak’ta akıtılan kan en kısa zamanda durdurulur.
SİMPSONLAR
Simpson ailesi tehlikeli sulara girmeyi seviyor. Espriler her ne kadar küçük bir kasabada geçse de, ulusal politik taşlamalardan geri kalmıyor. (CNBC-e)
Son bölümde olduğu gibi. Amerikalıların Irak politikaları eleştirilirken, özgürlüğün de sınırlarını belirliyor aynı zamanda.
Burt Simspon’un Amerikan bayrağına karşı takındığı bir tavırdan dolayı, Amerikan milliyetçileri Simpson’ları vatan haini ilân ediyor... Kasabanın ismini bile değiştiriyor. Simpson ailesini içeri tıkıyor... Bir yolunu bulup Fransa’ya kaçıyorlar.
Yıllar sonra Simpsonlar Amerika’ya bir gemiyle geri döner... Homer Simpson’un “Amerika’ya dönmesi güzel. Polis olup, rüşvet alacağım” demesi ilginç bir Amerikan hayalinin göstergesi.
TGRT VE KAFA KARIŞIKLIĞI
TGRT’nin ana haber bülteninde yayınlanan “Ogün Samast” görüntüleri ortalığı karıştırdı.
Genelkurmay, anında TGRT’nin biletini kesti. Yani akreditasyon listesinden çıkardı.
TGRT Haber Dairesi Müdürü, bu görüntüleri kim eline alsa yayınlayacaktı diyor. “Biz gazetecilik yaptık.”
Bu arada; TGRT’nin şeffaf amblemi, 24 Şubat’ta yerini “Fox”a bırakacak.
Elbette burada “kafa karışıklığı”nı gidermek lâzım. Meselâ; “Görüntüleri jandarma çekmiş” başlıklı haber ile ilgili TGRT HABER TV A.Ş. Genel Müdürü Murat Akgiray yazılı bir açıklama yapma ihtiyacı hissetti.
Sebebini Akgiray, şöyle izah ediyor:
“Bir süre önce News Corperation’a ve Ahmet Ertegün’e satılan ve satışı RTÜK tarafından da onaylanan Huzur Radyo TV A.Ş. şirketine ait TGRT Televizyonu’nun Ana Haber bülteninde yayınlanan ‘Görüntüleri jandarma çekmiş’ başlıklı haber ile TGRT HABER televizyonu’nun hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Kamuoyunda kafa karışıklığına sebep olan bu olay ile ilgili açıklama yapmayı gerekli görüyoruz.”
Biline.
ÖZ-KAN
Tuncay Özkan verdiği seminerde kendisine yöneltilen bir suale cevap veriyor. Doğrusu bizim de merak ettiğimiz bir konu bu:
Soru: “Kanaltürk televizyonunun kurulması sırasında kullandığı 17 milyon doları nereden buldunuz?”
El-cevap: “Bir kısmını sünnet düğününden, bir kısmını ninemin yastık altındaki parasından kullandım.” (Bahçeşehir Üniversitesi)
Özkan “alaycı” sözlerle konuyu geçiştiriyor aklınca. Yine aklınca, dinî bayramların laiklik kavramı içine sokularak, Amerika’nın istediği şeylerin gerçekleştirildiğini söyleyebilir.
Hatta Türkiye’deki laiklik anlayışını “Bizimkiler Cuma namazına gidiyor ya. O Türkiye’deki laiklik anlayışından kaynaklanıyor” şeklinde alay edebilir.
Ancak Özkan, kamuoyuna bunun hesabını kesinlikle vermeli!
06.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Hırstan ölmek |
|
“Kanaattan hiç kimse ölmedi. Hırsla da hiç kimse padişah olmadı” diyor Mevlânâ ve ekliyor: “Âlemin bal şerbetinden bana ne? İşte önümde benim ayran tasım!”
Aman Allah’ım ne zenginlik, ne tok gözlülük.
Hırsla kimsenin padişah olduğunu şimdiye kadar hiç duymadık. Ama hırstan insan ölebiliyor, çatlayabiliyor. Örneklerini görüyor, duyuyor, “Rahmetli ne kadar da hırslı adamdı” demekten kendimizi alamıyoruz.
Hırsla kanaat birbirinin karşıtı iki duygu. Birinin bulunduğu yerde diğerine yer yok. İnsan ya hırslı olur, ya da kanaatkâr; gözü ve gönlü tok. Peygamberimizin de, asıl zenginliğin gönül zenginliği olduğunu bildirdiğini biliyoruz.
Evet, gerçek zengin gönlü zengin, gönlü ve gözütok insandır. Doygundur, dolgundur, olgundur. Bu da insanı mutlu eden en önemli bir unsurdur.
Gönül zenginliği gibi var mıdır dünyada ikinci bir zenginlik?
Gözütok insan iktisadı esas alır, tutumludur; hırs, israf ve şükürsüzlüğü semtine bile uğratmaz. Nimete hürmetsizlik etmez, helâlı haramı tanır, hayatını ona göre tanzîm eder.
Kanaatsiz insan değerlendirmelerde de hata yapar. Çünkü onun gözünde az kazanan değersiz, çok kazanan değerlidir. Onun için de kendini hırslı olmak zorunda hisseder.
Halbuki çalışsa, az-çok ne kazanmışsa kanaat etse dünyanın en mutlu insanı olacak.
Aza kanaat etme, insanları eşit görmeye de götürür insanı. Sa’di, “Ey nefis! Aza kanaat et ki sultanla fakiri bir göresin” der.
Kanaatsiz insan her zaman açtır. Neye kavuşsa doymaz. Feridüddin Attar böylelerinin açlığını “Kanaattan nasibini alamayanı dünya malı nasıl zengin edebilir?” sözleriyle anlatır.
Kanaat daha nice güzellikleri de beraberinde getirir. Hayırlara vesile olur. Dinî eserlerde her gün bir meleğin dünyadakilere, “Sana yetecek kadar az varlık, azdıracak çok varlıktan hayırlıdır” diye seslendiği belirtilmiştir.
Kanaat iyiliğe olduğu kadar, bolluk ve berekete de sebeptir. Rızık hırsla değil, kanaatle bereketlenir, bollaşır.
Kanaatin çalışmamak demek olmadığını biliyoruz. İnsan maddî noktada nasıl, “Bugün bu kadar kazandım, yeter!” demiyorsa, manevî noktada da kazancıyla yetinmeyip, hırsa kaçmadan daha çok sevap kazanma yoluna girmelidir. Hz. Ömer boş oturmakta olan bir topluluğa, “Haydi işinize! Böyle tenbel tenbel oturmakla gökten ne altın yağar, ne de gümüş” derken, çalışmanın önemine dikkat çekmiştir.
Evet insan önce çalışmalı, sonra da kanaat etmeli, hırsı ise ebedî âlemde makam ve mertebe kazanmakta kullanmalı.
06.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Tevhid ne demektir? |
|
Tevhid’in anlamını tam olarak bildiğimiz, anladığımız ve hakikatine nüfuz edebildiğimiz söylenemez. İman için Allah vardır ve tektir, demek yetmez; tevhidi anlamak ve yaşamak gerekir. Öyle ise tevhid nedir?
Allah’ın varlığını ve birliğini kabul etmek demek olan tevhid, Onu tüm isim ve sıfatlarıyla tanıyıp, yalnız Ona ibadet edip, yalnız Ondan yardım dilerken; her şeyi Onun yarattığını, idare ettiğini ve her an, her şeyle ilgilendiğini, her an yaratılışta olduğunu ve bütün sıfatların tecelli ettiğini bilmektir. Dolayısıyla tevhid, Allah’ın varlığını, birliğini, sonsuz isim ve sıfatlar sahibi olduğunu; eşi ve benzeri bulunmadığını bilmek ve inanmaktır.
Bu bilgi ve imanın en özlü ifadesi kelime-i tevhid “Lâ İlâhe İllallah”tır. Anlamı, ‘Allah’tan başka ilah yoktur’ şeklindedir. Bunu bilerek ve kabul ederek söyleyen, mü’min, muvahhid adını alır.
Tevhidin, yani, Allah’ın varlığı ve birliğinin zihinlere daha iyi nakşedilebilmesi için varlık mertebesi üç kısım olarak tasnif edilmiş:
a) Vâcibu’l-Vücûd: Varlığı mutlak gerekli olan, olmaması imkânsız ve başkasına bağlı olmayan sonsuz isim ve sıfatlar Sahibi. Bu da yalnızca Allah-u Zü’l-Celâl’dir.
b) Mümkinü’l-Vücûd: Varlığı mümkün olan. Yani, varolması da, olmaması da mümkün olan varlıklardır ki Allah’ın dışında olan tüm yaratıklardır.
c) Mümteniü’l-Vücûd: Varlığı mümkün olmayan. Bu da, Allah’ın eşi ve benzerinin olması gibi. Allah’ın eşi ve benzerinin olması mümkün değildir.
Allah, bizatihî (kendi kendine) ve kendiliğinden mevcuttur. Varlığı mutlak zarûrî olan, kendi iradesiyle kâinatı yoktan var eden, sonsuz ilim, irade, kudret gibi sonsuz isim ve sıfatlar sahibi; ibadete, itaate, övülmeye, şükredilmeye gerçek lâyık; bütün kâinatı yoktan var eden ve bir saray, bir ev gibi muntazam idare eden; yıldızları zerreler gibi hikmetli, kolay çeviren, gezdiren ve zerrâtı/atomları muntazam memurlar gibi istihdam eden; şeriki, nazîri, zıddı, niddi olmadığı gibi, sûreti, misli, misâli, şebîhi olmayan; maddeden mücerred ve muallâ; tahdid-i kayd ve zulmet-i kesâfetten münezzeh ve müberrâ; ve şu umum envâr ve bütün nurâniyât Kendisinin envâr-ı kudsiye-i esmâsının (isimlerinin kudsî nurlarının) bir kesif zılâli/yoğunlaşmış gölgesi; umum vücud/varlık, bütün hayat, âlem-i ervâh ve âlem-i misâl yarı şeffaf bir âyine-i cemâli (cemalinin aynası); sıfâtı muhîta/kapsamlı; ve şuûnâtı külliye olandır.1 Ne kadar hamd ve medih/övgü varsa, kimden gelse, kime karşı da olsa, ezelden ebede kadar hastır ve lâyıktır o Zât-ı Vâcibü’l-Vücud’a ki, Allah denilir.2
İnsanlık tarihi boyunca, en ilkel kavimlerden en modernlerine, ilk devirlerden günümüze kadar insanlarda Allah düşüncesi ve tapınma meyli mevcut olması; yanlış, batıl da olsa, sığınılan ve ibadet edilen güçlü bir varlığın bulunması, Allah’a imanın, doğuştan fıtratımızda, insan ruhunun derinliklerinde var olduğunun delili ve ispatıdır.
İçecek suya ulaşamayanın kirli, pis suları içmek zorunda kalması gibi; her dönemde, basit ve batıl da olsa bir dîne, bir mabud fikrine rastlanması; çeşitli şekillerdeki putlara tapınılması; ateş, güneş, yıldızların, nehir vs. kutsal sayılması; kendisinin üstünde büyük bir kudretin bulunduğuna inanılması; Allah’ın varlığını ortaya koyar.
Allah’ın tek yaratıcı olduğuna, varlığının isbatına delil olacak birçok âyetlerden biri de şudur: “Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişmesinde, insanların faydasına olan şeyleri denizde taşıyıp giden gemilerde, Allah’ın gökten su indirip onunla ölmüş olan yeri dirilterek üzerine her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için Allah’ın varlığına ve birliğine delîller vardır.”3
Dolayısıyla, her akıl sahibi, kâinattaki muhteşem ve mükemmel eserleri tefekkür ile inceleyerek Müessirini; sebeplere bakarak Müsebbibü’l-Esbap, yani tek, sonsuz isim ve sıfatlar sahibi Yaratıcıyı aklen de bulduktan sonra; tefekkürünü, tezekkürünü derinleştirerek tevhid hakikatinde mertebeler kat’edebilir.
Dipnotlar: 1- Sözler, s. 179.; 2- Mektubat, s. 381.; 3- Bakara Sûresi: 164.
06.02.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
‘Ninovalı Kardeş’in duâsı |
|
Bu yazıyı, “Bir insan kendi nefsine nasıl zulmedenlerden olur?” sorusunun cevabını bulmak maksadıyla yazmak istedim. Bu sorunun Kur’ânî cevabını düşündüğümde, aslında bizlerin çok zaman kendi kendimize zulmettiğimizi, ancak bunun farkında olmadığımızı anladım. Aslında bu mesele, manevî hayatımız açısından acilen çözülmesi gereken bir problemdir.
Malûmunuz, Peygamber Efendimiz (asm) Taiflilere İslâmı anlatmak için yurtlarına gitmiş, ancak Taifliler onun dâvetine uymadığı gibi, ipsiz, sapsızlarına da o Yüce insanı taşlattırmışlardı. Bu arada Peygamber-i Zîşan (asm) yol üzerindeki bir bağ kenarında dinlenmekte iken, bağın sahipleri bağda çalışan köle Addas ile kendisine üzüm göndermişlerdi.
Köle Addas, Allah’ın Resûlünün (asm) “Bismillah” diyerek üzümü yemeğe başladığını görünce, “Vallahi bu sözü bu beldenin halkı bilmezler ve söylemezler” diyerek şaşkınlığını belirtmiş, bunun üzerine Hz. Peygamber (asm), kendisine nereli ve hangi dinden olduğunu sorunca, Addas “Ninovalıyım ve Hıristiyanım” cevabını vermişti. Peygamber Efendimiz de “Demek, sen o salih kişi Yunus İbn-i Metta’nın hemşehrisisin. O benim kardeşimdir. O bir peygamberdi. Ben de peygamberim” şeklindeki ifadeleriyle, Addas’ın kalbinin imanla aydınlanmasına yol açmıştır.
İşte bu, “Ninovalı Kardeş” Yunus’un (as) başından geçenler üzerinde düşünmekle yukarıdaki sorumuzun cevabına ulaşabileceğimizi düşünüyorum. Yunus Peygamber (as), günümüzde zalimlerin satranç oyunlarına sahne olan şimdiki Irak toprakları üzerinde bulunan Ninova şehri halkına peygamber olarak gönderilmiştir. Bu Peygamber (as), kavmini imana dâvet etmiş, ancak kavmi ona iman etmemiş, o da onlara Allah’ın gazabını haber vermiş ve oradan uzaklaşmıştır. Ancak azabın belirtileri ortaya çıkınca Ninovalılar iman etmek için Yunus Peygamberi aramış, fakat bulamamışlar. Onu bulamayınca yine de onun getirdiklerine iman ettiklerini belirterek, Allah’tan azabın kendilerinden uzaklaştırılması için yalvarmışlardır. Rabb-i Rahim Ninovalıların duâsını kabul etmiş ve onları gelmekte olan azaptan kurtarmıştı. Böylece insanlık tarihinde, tevbe ettiklerinden dolayı üzerlerinden azap kaldırılan tek ümmet Hz. Yunus’un ümmeti olmuştur.
Hz. Yunus’a (as) gelince; o, Allah’tan bölgeyi terk etme emrini almadan oradan uzaklaşmak için bir gemiye binmiştir. Gemi bir türlü hareket edemediğinden, gemidekiler “Efendisinden kaçan bir köle vardır” diyerek arayışa geçmiş ve bu kişinin Yunus Peygamber (as) olduğuna kanaat getirerek onu denize atmışlardır. Derken fırtınalı ve karanlık bir gecede bir balık Yunus’u (as) yutmuştur. Bu durumda Yunus’u kurtaracak Kâinatın Rabbinden başka hiçbir kuvvet yoktur.
Balığın karnında, Rabbinin emrini almadan ülkesini terk etmesinin bir hata olduğunu anlayan Hz. Yunus (as), hulus-u kalb ile, Rabb-i Rahimin kendisini affetmesi ve kurtarması için şöyle niyazda bulunmuştur: “Senden başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum.” (Enbiya Sûresi: 87)
Hz. Yunus’un da samîmî duâsını kabul eden Rabbimiz, denizin fırtınasını dindirmiş, Ay’ın ışığıyla etrafı aydınlatmış ve balığın Hz. Yunus’u selâmetle sahile bırakması için şartları halk etmiştir.
Kur’ân-ı Kerimde Yunus Peygamberin (a.s.) kıssası anlatılarak mü’minlere, ders alınması gereken bir hayat ve örnek alınması gereken bir duâ örneği verilmiştir. Resûl-i Kibriya Efendimiz (a.s.m), zikredilen âyette geçen duânın ehemmiyeti üzerinde durmuş ve sıkıntılara maruz kalan ümmetinin Hz. Yunus lisanıyla duâ etmelerini tavsiye buyurmuşlardır.
Bediüzzaman Hazretleri de Birinci Lem’ada Hz. Yunus’un duâsı için “...en azim bir münacattır. Ve en mühim bir vesile-i icâbe-i duâdır” demiş ve bizlerin bu zamanda, o Allah’ın Nebisinden daha fazla bu duâya muhtaç olduğumuzu ifade etmiştir.
Bu konu ile ilgili ehemmiyetli bilgi edinmeyi Lem’alar kitabının “Birinci Lem’a” bölümüne havale ederek, kısaca çıkaracağımız dersi şöyle ifade etmek istiyorum: Bizler her işlediğimiz günahla, Allah’ın bize emaneti olan ve Rabbimizi tanımak ve itaat etmek için kullanmamız gereken nefsimize, yani insanlığımıza zulmediyoruz. Yani her günah bizleri zalim durumuna düşürüyor. O zaman zalimleri dışarıda aramadan önce kendimize bakalım ve her an Rabb-i Rahimin bizleri affetmesi için Hz. Yunus Aleyhisselâm’ın duâsıyla Ona yalvaralım...
06.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kısa kısa |
|
Gül Hanım: “İki aylık bebeğim çok fazla kusuyor. Kusmuk üzerime bulaşıyor genellikle cildime de geçiyor. Kusmuğun necis olduğunu biliyorum, o sebepten hemen her namaz vaktinde duş almak zorunda kalıyorum, tabiî bu da vesveseye sebep oluyor. Bu konuda hüküm nedir? Bir kolaylığı var mı?”
Kusmuk ağız dolusu olmadığı ve mideden değil, ağız suyu şeklinde ağızdan geldiği takdirde necis değildir. Mideden ağız dolusu gelmesi halinde ise el ayasını geçmedikçe, böyle sakınılması zor durumlarda süt bebeklerin anneleri için namaza mani olmaz. Sakınabildiği kadar sakınır. Sakınamadığı zaman, elbise üzerine kusmuk gelmesi halinde sadece elbisenin kusmuk kısmının yıkanması kâfidir. Cilde gelmesi halinde ise o kısmı ıslak bez, ıslak mendil, peçete veya su gibi temizleyici araçlarla silmek veya temizlemek yeterlidir.
***
İzmir/Pınarbaşı’ndan okuyucularımız: “Namazdan sonra toplu musafaha yaparak ‘Allah kabul etsin’ demekle Allah bir şeye zorlanmış oluyor diyenler var. Bunun dinimizdeki yeri nedir?”
‘Allah kabul etsin’ sözü, bir duâ ve temenniden ibarettir. Yapılan ibadetten Allah’ın razı olması ve makbul bir ibadet olarak kabul etmesini dilemek mânâsındadır. Buradaki ifade tarzına takılmayalım. Buna benzer, “Allah muvaffak etsin”, “Allah yardımcınız olsun” sözleri de—hâşâ—Cenâb-ı Hakka bir emir değil, birer duâ ifadeleridir. Bize düşen duâdır; Allah ise dilediği şekilde kabul eder.
Musafaha ise, kökü Kur’ân’a dayanan bir terim. “Safh”, esenlik dilemek, affetmek, geniş ve yumuşak davranmak, müsamaha göstermek, hesap sormaktan vazgeçmek ve bağışlamak mânâlarında Kur’ân’da varit bir kavramdır. Musafaha ise, bu davranışların birbirine karşılıklı gösterilmesi mânâsını içerir. Yani birbirini bağışlamak, birbirine iyi ve yumuşak davranmak, birbiriyle tokalaşmak ve esenlik dilemek... vs.
Cenâb-ı Hakk’ın müşrik bir toplum hakkında da “safh”ı tavsiye etmesi mânidardır: “And olsun ki onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan, ‘Allah!’ derler. Öyleyken nasıl da aldatılıp döndürülüyorlar? (Resûlullah’ın) ‘Ya Rab! Bunlar iman etmeyen bir kavimdir!’ demesi üzerine, Allah: ‘Onu geç! Esenlik dile! Yakında bileceklerdir!’ buyurdu.”1 Bir diğer âyette Cenâb-ı Hak: “Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri hakikaten yarattık. Kıyamet günü ise muhakkak gelecektir! O halde yumuşak ve iyi davran!”2, diğer bir âyette ise: “Affetsinler, aldırmasınlar! Allah’ın sizi bağışlamasını istemez misiniz?”3 buyurur.
Dilimize “tokalaşmak” mânâsıyla aktardığımız “musafaha yapmak”, sünnettir. Peygamber Efendimiz (asm) hem uygulamış, hem de rahmet müjdesiyle teşvik etmiştir. Bera b. Azib’in (ra) rivayetiyle Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur: “İki Müslüman karşılaşıp tokalaşırken, Allah’a hamd edip (yekdiğerinin) bağışlanmasını dilediklerinde her ikisi de bağışlanır.” Yine aynı râvî şu hadis-i şerifi de nakletmiştir: “Karşılaşıp tokalaşan hiçbir Müslüman yoktur ki, ayrılmadan önce bağışlanmış olmasınlar!”4
Fakat tokalaşma bağımsız bir sünnettir. Bu sünnet, iki Müslümanın bir araya gelip karşılaştıkları ilk anda uygulanmıştır. Eğer bu karşılaşma namazın sonrasına rastlamışsa, sünnet burada uygulanır.
Kimi yörelerde namazlardan sonra yapılan toplu musafahaya gelince: Peygamber Efendimiz (asm) ve Ashab-ı Kiram (ra) devrinde namazlardan sonra toplu tokalaşma yapılmamıştır. Binaenaleyh, musafahayı namazın arkasına tahsis etmek sünnet değil, mubahtır. Müslümanla karşılaşılan her yerde yapmak ise sünnettir.
Dipnotlar:
1- Zuhruf Sûresi, 43/89
2- Hicr Sûresi, 15/85
3- Nûr Sûresi, 24/22
4- Ebû Dâvûd, Edep, 142
06.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin EREN |
Gölgeler ve gömlekler |
|
Yurtsuzluk yurdunda tutsağız… Sürgün saatlerde ayrılık soluyoruz… Tesellî ve ünsiyet uzak ummanlarda bir liman… Yön ve yüreğimiz ise dalgalı…
Göçmen kuşlar gurbetindeyiz bu diyarda… Denizleri gezmek, dağları aşmak sıla aşkımızı söndürmüyor. Sönük sahiplenmeler, serap sevgiler, uçarı renkler ve sesler sinelerin sancısını dindirmiyor; biz nereden geldik, burası neresi ki?
Yağmurlar yağsa üstüne, denizler dökülse, dağlar bastırsa, güneş parıldasa, ay aydınlatsa da kapanmıyor yara; ebed solunmuş bir kere… Özümüzü sonsuzluk bahçesinde bırakarak inmişiz yeryüzüne…
Bütün hüzünlerin anası; ana yurdundan, baba diyarından ayrılışımız değil mi? Sizi üzen nedir, sevindiren ne? Hangi ayrılış bu acıdan daha acı, hangi kavuşmak bundan daha sevimli?
Öz yurdumuzda garip değiliz, öz yurt hasretiyle yanıyoruz. Ne aradığını bilmek büyük hikmet… Nereden geldiğini, nereye gideceğini bilerek yaşamak; hayatın anlam çiçeği…
Yasak ağacın acısıyla inmişiz yeryüzüne… Ne yazık ki yalnız değiliz ikinci yurdumuzda; peşimizi bırakmayan ve bizi şaşırtmaktan şaşmayan şeytan, istekleriyle bizi esir etmiş nefis…
Onlardan kaçmak ve kurtulmak; bizi kalpte saklı cennete götürecek… Her çiçek, her yıldız bir işaret, her hadise bir hikmet…
Peygamber rehberliğinde Kur’ân’ı kâinatla beraber okumak, hayatın kalbinde yurt edindirir; saklı cennet gün yüzüne çıkar… Yıldızlar salkım salkım dökülür, çiçekler gonca gonca açar, “an”da sonsuzluk rüzgârları eser, yağmur damlalar hikmet denizler gibi yağar, denizler sevgide derinleşir, dağlar şefkatte yücelir…
Uzaktır yasak ağaç; nefsin tutkularından kurtulunmuş, tutuklanmıştır şeytan. Şeref-i benî Âdem ademe gitmemiş; yurda yolculuk vuslatla sonlanmıştır.
Yolların kıvrımlığı yurtların yönünü gösterir… Gönül gözü keskinse keskin barikatları aşar, yasak yollarda yürütmez, yalancı yurtlarla yanıltmaz.
Tekrar yücelmek için indik yeryüzüne… İstidatlarımız inkişafımız için yeterli… Cennet sevdası değil sevdamız… İnsanız, nisyandayız… Belki de nisyanımız bizi insan yaptı…
Elest yurdunda nasıl bir güzelliğe perdesiz muhataptık? O’ndan “an”a neler yansıdı zamanın zamansızlığında? Kâinat, kıyamet, cennet, cehennem… Birbirine ne kadar uzak, birbirine ne kadar yakın?
Cemale perdesiz muhataplıkta Cennet ne kadar sönükse, dünya yurdu Cennetin yanında daha da sönüktür… Gölgelerin gölgesi…
Gölgelerden ışığa yolculuk vatana vuslattır; Cennetten de geçip Cemalle müşerref olmak.
O’ndan O’na dönmek için geldik… Gurbet gömleklerle gölgeler diyarındayız… İçtiğimiz ayrılık, soluduğumuz hüzün…
Kalpte saklı cennet yasak ağacı geçince, şerir çelmelerini aşınca… Vatana vuslat bir “an”’da, bir adım ötede. Gömleklerin, diyarların sonu; Elest yurdu.
06.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
TÜSİAD ve din |
|
TÜSİAD’ın evvelâ Prof. Dr. Bülent Tanör’e hazırlattığı ve on yıl sonra Prof. Dr. Zafer Üskül’e güncellettiği demokrasi raporunda en sorunlu bölüm inanç ve din özgürlüğü kısmı.
İnanç özgürlüğüne ilişkin sorunların zorunlu din dersleri ve nüfus cüzdanındaki din hanesinden ibaret olduğunun savunulduğu bu raporda ibadet özgürlüğü de Sünnî Müslümanlar dışındaki inanç sahiplerinin ibadethane problemiyle sınırlı olarak ele alınıyor.
Din öğretimi bahsinde de aynı sığ ve işin özüne uzak yaklaşım kendisini gösteriyor.
Öğrenim özgürlüğü açısından bakıldığında, din öğretiminin, dinsel yayınlar, sinema ve TV film, video ve kasetleri, vakıf ve dernek faaliyetleriyle serbestçe yapıldığı, aynı şeyin Kur’ân kurslarında da geçerli olduğu savunuluyor.
“Sınırlama” olarak kaydedilen hususlar ise şöyle ifade ediliyor:
* Özel din eğitim ve öğretimi kurumu açmaya konulan yasak.
* Kur’ân kursuna getirilen yaş sınırı.
Rapor “Başka sınırlama yok” diyor.
Ardından, inanç ve din özgürlüğüne de, laikliğe de aykırı olan zorunlu din derslerinin isteğe bağlı hale getirilmesini; imam hatip liselerinin de meslek lisesi statüsüne uygun bir yapıya kavuşturulup, imam ve hatip ihtiyacını karşılamaya yetecek sayıda dondurulmasını ve bu liselere kız öğrenci alınmamasını teklif ediyor.
Ailelerin çocuklarına dinini öğretme ihtiyacına cevap vermek için ise, normal ders saatlerinin dışında, nota ve sınava tâbi olmayan din dersleri konulmasını teklif ediyor.
Bu görüş, din eğitimin bir ihtiyaç olduğunu kabul etmesi cihetiyle olumlu, ama bu ihtiyaca cevap verme açısından çok yetersiz.
Tamam, not ve sınava tâbi olmayabilir, ama dinini öğrenmek isteyen bu işi ders saatleri dışında yapmaya niye mecbur edilsin?
TÜSİAD, halkın imam hatip liselerine gösterdiği alâka ve teveccühün arkasında hangi saiklerin bulunduğunu ve özellikle kızların niye bu okullara gönderildiğini tesbit için daha derin araştırmalar yapmalı ki, yanlıştan kurtulsun.
Evet, din dersleri zorunlu olmaktan çıkarılsın; sair inanç sahiplerinin ibadethane sorunu çözüme kavuşturulsun; nüfus cüzdanlarındaki din hanesi kaldırılsın. Ama sonra?
Raporda “her türlü hak ve özgürlüğe sahipmiş” gibi gösterilen Sünnî çoğunluk başta olmak üzere, bu ülkede inanç sahipleri üzerindeki baskıların da kalkması gerekmez mi?
Çalışanların Cuma ve vakit namazlarını gönül huzuruyla kılabilmeleri temin edilmeli değil mi?
Zekât, fitre ve kurban derilerine yönelik THK kaynaklı baskı ve tazyiklere ne zaman son verilecek?
İnançlı ve dindar insanları inciten irtica ithamları bitmeyecek mi? Cemaatler, vakıf dernek gibi gönüllü kuruluşlar rahat bırakılacak mı?
Dinî duyarlılığı öne çıkaran yayın organlarına yönelik baskıların kalkması için ne kadar bekleyeceğiz?
Halkın, kızlarını imam hatiplere göndermeya zorlayan başörtüsü yasağı kalkacak mı? İnançları gereği başını örtenler diledikleri okulda okuyup diledikleri işi yapma hak ve özgürlüğüne ne zaman kavuşacak?
Samimî ve bütünlükçü bir özgürlük anlayışı bunların da görülmesini gerektirmiyor mu?
06.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Bağdat can pazarı |
|
“Bağdat’ta Şiilerin yaşadığı Sadriye bölgesinde akşam saatlerinde bomba yüklü bir kamyonun infilak etmesi sonucu 135 kişi öldü, 300 kişi de yaralandı.”
Hafta sonu haberlerinde geçen bu cümle yine bir intihar saldırısının kanlı bilânçosunu veriyordu. Bu satırları yazarken nasıl yutkunduğumu, kalbime damlayan gözyaşlarının akıttığı acı ve kederi tarif edemem.
Bu acı haberleri izleyen her insanın duyabileceği ıztırabı hissettim, yaşadım ve yazarken bari zalimlere olan tepkimizi dile getirelim diye düşündüm.
İnsanlık tarihinin en utanç verici sahneleri maneviyat şehri Bağdat’ta yaşanıyor. Abidevî şehir Bağdat, Kerbelâ’dan beter ciğersuz vak'aların yaşandığı bir ölü şehri oldu.
Ne zamana kadar bu vahşet seyredilerek geçiştirilecek?
İslâm dünyası, suskunluğunu ve sessizliğini ne zaman bozacak?
Saddam bahanesiyle oynanan oyun, şimdi hangi yalana sığınacak?
Bu haliyle, mızrak çuvala sığmıyor. Ancak binlerce insanın başı çuvala girdi.
Uluslar arası camia, sadece Ortadoğu turları yapmakla ve kukla rejimlerin sözüm ona siyasî temsilcileri ile görüşerek neyi halletti?
Dünya kamuoyu, kan gölüne dönmüş Irak’ı ne zamana kadar görmezlikten gelecek?
Bir tarih yok oluyor. Bir medeniyet çöküyor. Bir nesil katlediliyor. Bir ülke talan ediliyor. Batının pis ve vahşi eliyle... O canavar kan kusucunun bitmeyen iştahıyla...
Irak halkı, gözümün önünde gitmiyor. “Duâ etmekten başka bir şey elimizden gelmiyor” demek yeterli mi? O konuda da rahat değilim.
Bu zulümler ve tırmanan iç savaş, bir uyanma ve toparlanma ile işgal kuvvetlerine karşı ortak hareketi doğursaydı, belki biraz teselli bulacaktım.
Ancak gel gör ki, mezhep ve ırk esasına dayalı husûmet tohumları maalesef yeşermeye başladı. Kardeş kardeşi vuruyor. İç çatışma gerginliği ile terör bütün ülkeyi sardı. Kim-kime, dumduma bir vaziyet.
Acı veren bir manzara. Hüznü derinleştiren bir fitne, ortalığı kasıp kavuruyor. Güdümlü bir hükümetin aymazlığıyla tamamen teslim alınmış ve silâhın gölgesinde korku duvarını aşmış ölümle yüz yüze bir toplumun felâketi yaşanıyor.
Anneler de, bebekler de, canlar da, cananlar da ecel terleri ile burun buruna. Hayatlarının baharında ölüm çığlıkları ile pençeleşen ve geleceğinin bütün ümitlerini kaybeden bir ülkenin insanlarını her gün televizyonda görmeye, gerçekten hiçbir vicdan dayanamaz.
Mazlûmluğun bu denli onurlu bir irtifada, en zalim ve en ağır bir zulme ve tecride maruz kaldığı bir yüzyıl savaşı, bir ülke kanı henüz kaydedilmedi.
Ülkenin üçte biri kayıp, ölü ya da göç etmiş veya ülkesini terk etmiş durumda. Taş üstünde taş kalmadı. Cenaze ambarına dönen ülkede, hâlâ Şiî-Sünnî, Kürt-Türk-Arap çatışmaları ile zalimlerin ekmeğine yağ sürmek, ayrı bir şuursuzluk ve ihanet.
Acıların bölgesi, zulümlerin platosu bu coğrafyada, akil insan ve basiretli siyasetçi kıtlığı ile maalesef bugünlere gelindi.
Irak’ın sükûneti sağlanmadıkça, hiçbir komşu rahat edemez. Batı dahil, kimse suskunluğuyla bir sonuca varamaz. Bu utancın altında kalırlar. ABD de rahat edemez. Mevcut savaş çetesi başkan ve ekibi de tepe taklak, tarihin en karanlık sayfasında yerlerini almaya hazırlanıyorlar.
İnsana ve cana kasteden bir medeniyetin kirli ve kanlı eli, İslâma uzandıkça, içimiz kanıyor ve bu kanayan yaranın bir şuura vesile olmasını temenni ederek, yaramızı manen sarmaya çalışıyoruz.
Daha fazla acı çekmeden, bu bölgede barışa giden bir huzur bekliyoruz. Öncelikle işgal kuvvetlerini defederek…
“Mazlûmların Allah’ı var ve bu zulüm yerde kalmayacak” inancıyla ve hesap günü ile ancak bir nebze teselli buluyoruz. Esas tesellimiz, zalimlerin çekilmesini ve mağlûbiyetini görmek olacak.
İnsanlık, sınavını kaybetme tehlikesi ile yüz yüze...
Umarız, sınavını verir.
06.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hakan YALMAN |
Medeniyetler ve sınırlar |
|
Medeniyetlerin sınırları ile coğrafî sınırların günümüz dünyasında sun'î kaldığı noktası gerçekten üzerinde durulması gereken bir durum. Aslında coğrafî sınırların ötesine geçen bir yeni dünya düzeni ve medeniyet tanımı her yönü ile İslâm coğrafyasının dünya genelinde kabulüne olumlu bir zemin hazırlayacaktır. Bu yaklaşım Kur’ân medeniyetini dünya genelinde kabulüne bir basamak olabilir.
Ferdin hayat serüveni sırasında tanımlamaya çalıştığı benlik sosyal düzene topluluk kimliği şeklinde yansıyor. Irklar, kültürler, coğrafî farklılıklar birer sosyal benlik alanları şeklinde önümüze çıkıyor. Farklılaşma, yaşadığımız âlemin fıtrî bir sürecidir. Vücut bulan her şeyde bir farklılaşma ve kimlik oluşturma süreci gözlenmektedir. Bu canlı ve cansız bütün varlıklarda konumuyla bağlantılı bir şekilde hep vardır. Bütün varlıklar, fıtrî olarak bu farklılaşma sürecinin ardından bütünleşme ve organizasyon süreci yaşarlar.
Mülk boyutunda, kâinatın yaratılışı, gezegenler ve yıldızlarla galaksilerin oluşumu, dünyanın oluşumu ve dünyadaki bütün canlı bedenlerin vücuda gelmesi hep farklılaşmayı takip eden bütünleşmeler ve organize oluşlar şeklinde yaratılmaktadır. Dünya coğrafyasını oluşturan farklı ırklar, kültürler, millî kimlikler, coğrafyalar ve dinler bu farklılaşma sürecinin sosyal hayata yansıması olmalıdır. Aynı şekilde bu günlerde dünya gündeminin başlarında yer alan Avrupa Birliği ve küreselleşme gibi olaylar sosyal hayatta artık farklılaşma sürecinin yerini organize olma ve bütünleşme sürecine bıraktığının işaretleri olmalıdır.
Farklılaşma aslında bir tür kimlik oluşturmadır. Kimliğini sağlam bir şekilde oluşturmuş ve özgüven kazanmış fertler diyalog ve bütünleşmeye karşı olmayan, hatta bilâkis taraftar olan bir tavır sergilerken, kimliğini netleştiremeyen her unsur diyaloglara kapalı, muhafazacı ve marjinalleşme eğiliminde bir tavır ortaya koyar. Diğer unsurlarla bir araya gelince kendi kimliğinin zarar göreceği veya kaybolacağı endişesi ile içe kapanmış ve kendi içinde tanımlanmış bir kimlik oluşturma eğilimindedir. Bu halin psikodinamik alt yapısını güvensizlik, kendinden emin olamama, benliğini zayıf görme gibi haller yatıyor olmalıdır. Oysa iyi tanımlanmış kimlikler bir bütünün ve organizasyonun parçası olmaya aday ve kendi kimlikleri ile bütünün içinde yer alabilecek kadar kimliklerini netleştirmiş, kaybolma, bütün içinde yok olma endişesi taşımayan bir haldedirler. Kısacası, kimliğini iyi ve sağlıklı tanımlamış her unsur artık diyalog ve bütünleşme şeklindeki fıtrî sürece adaydır. Bundan sonra, kaybolma ve yok olma endişeleri ile kendi alanını iyice belirginleştiren ve içe kapanan bir sürece girme ihtiyacı hissetmez, sağlam bir benlik oluşturmanın verdiği emniyet hali vardır.
Dünya açısından düşünüldüğünde de artık bütünlük ve organize olma zamanının geldiği hissedilmektedir. Aslında yeryüzünde yaşayan her ferdin aradığı huzur, mutluluk, barış ve refah içinde bir dünya. Bu Amerika’da, Afrika’da, Asya’da dünyanın her yerinde yaşayan fertlerin ortak arayışı. İnsanlık tarihi “Sadece ben mutlu ve huzur içinde olayım” anlayışının beklenen sonuçları doğurmadığını bir ferdin mutluluğunun dünya genelindeki mutlulukla çok ilgili olduğunu ortaya koymaktadır. Dünya genelini nazara almayan yaklaşımlar çözüm getiremeyecek, menfaat çatışmalarını ve savaşları engelleyemeyecektir.
Dünya genelini nazara almadan sadece kendi refahınızı düşünmenin çözüm olmadığını, yaşanan olaylar açık bir şekilde ortaya koyuyor. Sistem ve dünya düzeni bir bütün olarak ele alınmadığında ve bütünü nazara alan çözümler geliştirilmediğinde sıkıntılar tamamen ortadan kalkmıyor. Sistemin ve düzenin bütünlüğü içinde bir kısmın problemleri diğer kısmı da etkiliyor. Yaratılış gereği var olan bütün unsurlarda bir bedenleşme eğilimi ve beden olma istidadı hep gözleniyor. Bu da var olan her şeye kendi alanını tanımlamakla birlikte bir vücudun azası olma özelliğini yüklüyor. Şu dönemde yaşanan skıntıların temel kaynağında ise her azanın kendini bütünden ve vücuttan bağımsız şekilde tanımlama gayretleri olmalı.
Fert olarak ya da millet olarak mutluluğu gerçekten istiyorsanız dünya genelinin mutluluğunu hedeflemelisiniz. Benliğinizi ve ırk anlayışınızı bir yana bırakıp insanlık tanımı ile yeryüzünün bütünü ile ortak bir kimlik oluşturmalısınız. Bunun zemini kulluk olmalı. Daha da ötesi kâinatın geneli ile yaratılmışlar yani mahlûkat anlamında ortak bir tanım ile bütünlüğü hissetmeli, içinde bulunduğunuz bütün tanım alanlarının her birinin bütünden parçalar olduğunu düşünmeli, benliğinizi ve etnik kimliğinizi bu bütünlükten bağımsız olarak tanımladığınızda hem kendinize, hem de bütüne zarar vereceğinizi unutmamalısınız.
06.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Siyasî intihar |
|
Demokrasilerin veya seçim mekanizmasının şekilden veya formdan ibaret olduğunu zannetmek büyük yanılgıdır. Demokrasinin temel direği siyasî olgunluktur. Siyasî iktidar değişim veya dolaşımına hazır ve razı olmaktır. Onu hakkaniyetten öte bir hile sistemine çevirmek demokrasiyi yok etmektir. Ve maalesef bu anlamdaki hizipçilik Ortadoğu’nun siyasî atmosferini zehirliyor. Bugün Ortadoğu’da üç iç savaş tehlikesi geçiren üç ülkedeki kilitlenmenin sebebi de iktidar ve onun formu seçim istihkakıyla alâkalıdır. Seçim üzerine düğümlenmiştir. Zira cephede yenişemeyenler sandıkta yenişmeye çalışacaklar. Yani bir kısır döngü. ‘Diplomasi masada yürütülen savaştır’ misali bu durumda çekişme sandıkta devam edecektir. Çekişmenin dinmesi ise tarafların sonuçları sindirmesine bağlıdır. Bu itibarla seçimler otomatik bir reçete değildir.
Ki, Lübnan ve Filistin’de kriz sindirimsizlikten kaynaklanıyor. Sözgelimi, Hizbullah Lideri Nasrallah Lübnan’daki çoğunluk hükümetini sanal çoğunluk olarak yaftalıyor. Önce kendilerine yakın bakanların istifasını temin ederek hükümetin altını oydular. Ardından sokak gösterileriyle hükümeti silkelemeye devam ettiler. Neredeyse kan çıkıyordu.
Bu durumda şeridi başa sardığımızda mevcut hükümetin Hariri suikastından sonra Emile Lahud’u görevden almamasının büyük bir aymazlık ve siyasî basiretsizlik olduğu ortaya çıkıyor. Aksine Lahud ve Suriyeliler savunmadan karşı hamleye geçtiler. Şimdi Cemayel gibiler hükümete yönelik bu tazyik hareketini Suriye darbesine benzetiyorlar.
Sadık Mehdi de Hariri suikastının arkasında Emile Lahud ve Suriyelilerin olduğunu ifade etmektedirler. Eğer öyleyse taraflardan birisi suikastları iktidarı muhafaza etmenin bir aracı ve yöntemi olarak görmektedirler. Bu durumda İsrail’i püskürterek rüzgârı arkasına almış aynı cephenin sandığı hakem tayin etmesi ne kadar inandırıcı veya etik olabilir? Kaldı ki, Sinyora’nın da sorduğu gibi Hizbullah İsrail askerlerini kaçırırken ve buna mukabil Lübnan toplu olarak büyük bir darbe alırken Nasrallah hangi referansı esas almıştır? Lübnan referansını mı, yoksa kendisine has referansları mı? Lübnan referansını esas almadığına göre olay İsrail bağlamının ötesinde devlet içinde devlet görüntüsüdür ve iktidar mücadelesinde silâh sadece bir araçtır. Hariri gibi Sinyora hükümetinin bırakın Hizbullah üzerinde etkisini ordu üzerinde bile etkisi yoktur. Tabudur. Ve gerçekten de bu anlamda Hizbullah giderek Lübnan’da Suriye’nin siyasî manivelası haline geliyor.
***
Hizipler ve klikler sandıkta yenişemezler. Sandıkta yenişenler partilerdir. Ortadoğu’daki seçim çıkmazı da budur. Ve bu çıkmaz istikva dediğimiz siyasetle Irak’ta başlamıştır. Irak’ta Sistani ve Şiilerle Zerkavi hakkaniyete dayalı demokrasinin önünü kesmişlerdir. Taraflar Irak’ın dinî ve siyasî kimliği ve karakteri üzerinde anlaşamıyorlar. Bundan dolayı da seçimler sadece formaliteden ibaret kalmaktadır. Amerikalılar da dinî partilere veya mezhebî oluşumlara iktidar kotası uygulayarak bu hizipçiliği yaymış ve derinleştirmişlerdir. Ama bu noktada en büyük hata ‘sivil direnişçi’ Sistani’den gelmiştir. Hata sivil direnişte değil, işgalle birlikte diğer bir mezhebî gruba karşı mugalebe anlayışından kaynaklanmıştır.
Sistani iç savaşa karşı aslında ilk günden beri engelleyici bir tavır almıştır. Bunu yadetmek lâzımdır. Askeriye Türbesi saldırısından itibaren ise soğukkanlılığını kaybettiği oranda sokağa karşı denetimini de yitirmiştir. Bu anlamda Mukteda Sadr’ın Mehdi Ordusu gibi milis oluşumlarına da Şia’yı koruma bahanesiyle destek verdiği bilinmektedir. Direnişin tırmandığı bir sırada aciz kalan Amerikalıları erken seçimler için zorlamış ve böylece iktidarın Iraklılara devrini hızlandırmıştır. Ama bu devir hem Sünniler, hem de Amerikalılar açısından pürüzlü olmuştur. Amerikalılar erken seçimlerle birlikte Allavi ve Ahmet Çelebi gibi siyasî takımlarının devredışı kaldığını gördüler. Planları işlemedi. Kendilerini silâhlı direnişe kaptıran Sünniler ise hazırlıksız yakalanmışlardır. Hem siyasî, hem de askerî cephede başarılı olmaları düşünülemezdi.
Esasen Şiiler Sünnilerin direnişi sayesinde Amerikalıların siyasî tercihlerine mazhar oldular. Sünniler siyasî olarak organize olamadan seçimler yapılmıştı. Bunda Zerkavi gibilerin baskıları yanında seçimlere katılmanın meşruiyetinin tartışılması da etkili olmuştur. Bunun sonucunda Irak’ta yeni dönem dengesiz ve sarkık bir şekilde başlamıştır. Beyan Cebir Solag gibiler de bu alacakaranlık ortamda Zerkavi’nin diğer taraftaki karşılığı olan Ölüm Mangalarını kurmuşlardır. Solag uzun dönem İran’da sürgünde yaşadıktan sonra Irak’a gelmiş ve geçiş döneminde içişleri bakanı olmuştur. Yine Kaide gibi organize olan Şiiler de kendi milis teşkilâtlarını kurmuşlardır. Olan Irak’a olmuş ve bu, bölünmeyi pekiştirmiştir. Böylece Sistani’nin girişimiyle alacakaranlıkta kurulan iktidarda ve devlet kurumlarında Sünnilere yönelik üstünlük ve ayrımcılık sağlanmıştır. Bu üstünlük kurma savaşında en büyük silâh da Saddam ve ‘devr-i sabık’ suçlaması olmuştur. Bu da uyumu, güveni ve onun ötesinde genel olarak Şiî-Sünnî topluluklar arasındaki hissî mesafenin artmasını beraberinde getirmiştir. İşgal gölgesinde yapılan anayasa da geriye Kerkük gibi zehirli miraslar bırakmıştır.
***
Böylece Şiilerin siyasî olarak ABD ile araları açıldığı gibi Sünnilerle de açılmıştır. Bunun sebebi elbette ki seçimler değil, seçimleri hizip kazanımları için araçsallaştırmaktır. Seçimler ancak bütün tarafların paylaşma iradesi gösterdikleri oranda siyasî çözüm olur aksi takdirde kilit ve kavgaya dönüşür. Zaten Filistin halkı, hem Fetih, hem de dünya tarafından HAMAS’a oy verdikleri için cezalandırılmadı mı? Öyleyse seçimler üzerinden suret-i hakdan görünmek kimseye haklılık payesi kazandırmaz. Bundan dolayı Sadık Mehdi bir makalesinin başlığını (5/2/2007, Şarku’l Avsat): “Sudan, Filistin ve Lübnan’a kadar: Seçimlerin azdırdığı siyasî intihar....” koymuştur. Kalb-i selim veya kalb-i fasid arasında; seçimler veya benzeri mekanizmalar savaşın da barışın da anahtarı olabilirler. Barışı sağlayan sandık değil, kalb-i selim ve niyet-i selimdir. Yoksa sadece başkalarının ayağına basmaya yarar.
06.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Meclis’te “Hrant Dink Komisyonu” kurulmalı |
|
Bir kez daha boğayı boynuzlarından yakaladık.
Susurluk’ta, Şemdinli’de olduğu gibi…
Hrant Dink cinayetinin üç-beş gencin milliyetçi duygularının kabarmasının sonucu olmadığını öğrendik.
Aynen Şemdinli’de ki “İyi çocuklar”ın rahat durmadığını fark etmemiz gibi.
Buraya kadar gelmek bir aşama.
Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı cinayetlerinde de keşke bu tür sonuçlara ulaşabilseydik.
Eğer bugün Hrant Dink cinayetinin üzerinden 32 saat geçmeden katil yakalanabildiyse, bunu Susurluk’tan beri gelişen toplumsal duyarlılığa borçluyuz.
Eğer bizlere anlatılan masallara inansaydık, nur topu gibi bir faili meçhulümüz daha olacaktı.
Şimdi ise başka bir sorunla karşı karşıyayız.
O da boynuzlarından tuttuğumuz derin devlet boğası kaptırdığı kuyruğunu kurtarmak için yeni oyunlar deniyor.
Dezenformasyon da bunun bir parçası.
Her gün yeni bir tanık, her gün ikinci, üçüncü tetikçi ismi piyasaya sürülüyor.
Uğur Mumcu cinayetinde de benzer şeyler yaşanmıştı.
Televizyon ekranlarına kadar çıkan, Meclisteki Uğur Mumcu Komisyonuna kadar gelip ifade verenler çıkmıştı.
Görüldü ki hepsi asıl odakları gizlemek için piyasaya sürülmüş isimlerdi.
Zaman kaybettirdiler, dikkatleri başka yöne çektiler, işin odağındaki isimler bu arada kaçtı.
Sürpriz tanıklar şimdiye kadar hep, “kadrolu tanıklar” işlevini gördü.
Bu yüzden şimdi çok seri bir karar alınması gerekiyor.
Siyasî irade bu işin arkasında olduğu için tetikçi ve onu azmettirenler yakalandı.
Şimdi bunun arkasına Meclisin ağırlığı koymak ve bir Hrant Dink cinayetini araştırma komisyonu kurmak gerekiyor.
Geçmişte çok önemli komisyonlar kuruldu.
Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu, Susurluk ve Uğur Mumcu Komisyonları bunların en bilinenleriydi.
Sivas Olaylarını Araştırma Komisyonunu da buna eklemek gerekiyor.
Bu komisyonlar yargıç ya da polis değil.
Kimseyi yakalayıp, kimseyi cezalandırmıyor.
Ancak bu komisyonlar sayesinde bir takım olayların üstü örtülemiyor. Yine bu komisyonlar sayesinde Türkiye derin devlet ve kirli ilişkilerin farkına varıyor, sivil irade mekanizmanın nasıl işlediğini çözüyor.
Bu bize ne sağlıyor?
Reflekslerimiz güçleniyor.
Susurluk’u mercek altına almasak, Şemdinli olaylarına teşhis koymakta zorlanırdık.
Ayrıca bu tür oluşumlar mevzi kaybediyor.
Bizim şöyle bir sorumuz var.
NATO’nun cinayet şebekesi olan Gladio birçok ülkede tasfiye edildi. Biz de ise varlığı inkâr edildi, tasfiyesi yoluna gidilmedi. Gladio’nun artıkları rahip cinayetiyle, Sivas’ta Madımak Otelinin yakılmasıyla, Uğur Mumcu suikastı ve Şemdinli ile gücünü gösteriyor.
Soğuk savaş döneminin devlet desteğini arkasında bulamadığı için kendi inisiyatifi ile belirlediği hedeflere karşı eylem ortaya koyuyor.
Biz Gladio yapılanmasını artık her cinayeti hem polis, hem yargı, hem Meclis üçgeninde ıcığını-cıcığını çıkarırcasına inceleyerek gerileteceğiz.
“Bizim çocuklar” masallarının arkasına gizlenmeden, eğitim için başbakanın evinin krokilerinin çizildiği masallarına inanmadan bu cerahati temizleyeceğiz.
Burası masallar ülkesi değil, biz de Adile Teyzenin masallarıyla uyumaya hazırlanan bebekler değiliz artık.
Çünkü masallarda değil, cinayetlerle, kurşunlarla, ölümlerle fark ettik biz bu hain tuzağı.
Adile Teyzenin masalları ile kaybetmeye tahammülümüz yok.
Bir kez daha boynuzlarından yakaladık derin devleti.
Bu kez yere yıkabilmek için bir adım atmalı ve Mecliste “Hrant Dink Cinayetini Araştırma Komisyonu” kurmalıyız.
CHP’nin bu konuda verdiği “araştırma önergesi” reddedildi. Ama asıl bu sorun devletin bekçisi CHP’nin değil, AKP’nin sorunu.
Yeni gelişmeler ışığında AKP bu konuyu gündeme getirmeli.
06.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|