|
|
Murat ÇETİN |
Türklüğü aşağılama rehberi |
|
“Türklüğü aşağılama” suçunun yürürlükte olduğu ve kalması için bu kadar ısrar edildiği bir ülkeye göre, Türklük çok fazla aşağılanıyor Türkiye’de. Aşağılanıyor, ama ne savcıların, ne hakimlerin, ne de suçun kanunda kalmaya devam etmesini savunanların anladığı anlamda.
Meselâ, Ermenilerin Ermeni soykırımı iddiasını gündemde tutmasını eleştiren bir yazar, Türklüğü aşağılamış oluyor; ama onu Türk olmadığı için öldüren, öldürmesini emreden, cinayete göz yuman, hoşgörü gösterenler aşağılamış olmuyor. Hatta kendilerince yüceltiyorlar Türklüğü.
Türkler şu kadar insan öldürmüştür demek aşağılıyor Türklüğü, ama “Evet öyledir” dercesine, “hain listeleri” ile silâha el basıp “ölme-öldürme” yeminleri yapmakla aşağılanmış olmuyor Türklük. Hatta belki “kutsanıyor”.
“Dengeyi sağlamak için bir sağcı, bir solcu astık” demek ve yapmakla aşağılanmayan Türklük, bunu diyen ve yapanların cezasız kalmamasını isteyenleri cezalandırırken de aşağılanmıyor.
Düşünce özgürlüğünde, ekonomik özgürlükte ve zenginlikte aşağılarda yer almak da, insan hakları ihlâllerinde, sansürde ve fakirlikte yukarılarda olmak da zerre kadar aşağılatmıyor Türklüğü.
Halkı potansiyel suçlu olarak görmek, o Türk halkını ve Türklüğü aşağılamıyor da, bir romancının roman kahramanına söylettiği sözler aşağılatıyor.
Türkleri kılık kıyafetine göre ayırıp kamusal alanı kapatmakla da aşağılanmıyor Türklük.
Türklük, “Laik olmayan adam değildir” denilince de hiçbir aşağılamaya maruz kalmış sayılmıyor.
Mahkeme önlerindeki linç girişimleriyle hiçbir şekilde aşağılanmayan Türklük, mahkemede yargılanan sözler yüzünden aşağılanmış oluyor.
Katilleri kahraman ilân ederek slogan atanların bir türlü aşağılamayı başaramadığı Türklük, darbelerle, demokrasiye müdahalelerle, geri kalmışlıkla aşağılanmayan Türklük, birkaç yazarın bir iki kelimesiyle aşağılanıyor.
Tamam söz konusu olan “Türklük”, yani “Türk milleti” değil. Tamam belki de “Türklük” yerine “Türk milleti” denmesine tahammülsüzlük bundan. Hatta tamam, “Türk milleti” dense de bir şey değişmeyecek.
Ama suçlular ne zaman cezasını bulacak?
19.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hasan YÜKSELTEN |
Her nefes alışımız bayram |
|
Bu yazının başlığı Bulutsuzluk Özlemi Grubu’nun çok bilinen şarkı sözlerinden biri aslında: ‘Hiçbir kere hayat bayram olmadı ya da her nefes alışımız bayramdı. Bir umuttur yaşatan insanı…’ diye geçer şarkının içinde. Her insanın kendine göre bayramları vardır şu hayatta. Bazı sözleri her duyduğunda ister istemez kendi bayramlarını hatırlar insan.
İnsanların bayramları olduğu gibi mevcudâtın da bayramları var kendilerine göre. Meselâ toprağın ve bitkilerin en büyük bayramı suya kavuşmaları olan yağmurlardır herhalde. Neredeyse kışı noktalayacağımız şu günlerde yağmursuz bir sonbahar ve kış mevsimi yaşamanın sonucu olarak su kesintileri başlayınca, farkında olmadığımız veya değerini yeterince bilemediğimiz nice nimetler, bayramlar olduğu hatıra geliyor tekrar. Hayattaki süreklilik hali insanda bir yanılsama oluşturuyor. Bazı şeyler daima olmak zorundaymış gibi, zaten olması mecburî şeylermiş gibi yanlış bir anlayışa düşebiliyor insan. Meselâ musluğu açınca zaten su akar, düğmeye dokununca lamba yanar, güneş zaten her sabah doğar, vs. gibi ülfet peyda eden düşüncelere dalabiliyor insan.
İnsanın nazarı kâinattan çekildikçe, nimetler âdiyattan, sıradan şeylermiş gibi gözüküyor. Meselâ ‘sudan ucuz’ diye tâbir bile vardır. Öyle ya. Zaten su çok ucuzdur. Hem suyu da İSKİ gönder miyor mu? Parasını verdikten sonra istediğimiz gibi israf edebiliriz(!) Oysa hiç de öyle değil. İnsanlar nankörlük edip, nimetlerin şükrünü eda etmeyince, tıpkı son yağmursuzluk günlerimizde olduğu gibi Allah musibetlerle ikazlar gönderiyor bir bakıma. Sonsuz bir iştahla tüketime yönelen ve bu uğurda dünyanın düzenini bozan, küresel ısınmaya sebebiyet veren insanlar, kuraklık tehlikesiyle karşılaşınca hatırlıyorlar belki aslında hiçbir şeye kudretleri olmadığını, aciz ve fakir olduklarını. Sular kesilince farkına varıyor insan, suyun ne büyük bir nimet olduğunu ve aslında hiç de ucuz olmadığını. Zira o yağmurun yağması için yağmur ormanları, okyanuslar, bulutlar, rüzgâr, güneş ve daha birçok unsur bir arada çalıştırılıyor. Bir damla yağmur için adeta bütün kâinat seferber ediliyor.
Bediüzzaman Âyetü’l-Kübrâ adlı eserinde şöyle der: “O lâtif ve berrak ve tatlı ve hiçten ve gaybî bir hazine-i rahmetten gönderilen katrelerde o kadar Rahmânî hediyeler ve vazifeler var ki, güya rahmet tecessüm ederek katreler sûretinde hazine-i Rabbâniyeden akıyor mânâsında olduğundan, yağmura ‘rahmet’ namı verilmiştir… Atılmış pamuk gibi bu câmid, şuursuz bulut elbette bizleri bilmez ve bize acıyıp imdadımıza kendi kendine koşmaz ve emirsiz meydana çıkmaz ve gizlenmez. Belki gayet Kadîr ve Rahîm bir Kumandanın emriyle hareket eder ki, bir iz bırakmadan gizlenir ve def’aten meydana çıkar, iş başına geçer… Ve gayet lütufkâr ve ihsanperver ve gayet keremkâr ve rubûbiyetperver bir Hâkim-i Müdebbirin tedbiriyle rüzgâra biner ve dağlar gibi yağmur hazinelerini bindirir, muhtaç olan yerlere yetişir. Güya onlara acıyıp ağlayarak, gözyaşlarıyla onları çiçeklerle güldürür, güneşin şiddet-i ateşini serinlendirir ve sünger gibi bahçelerine su serper ve zemin yüzünü yıkar, temizler.”1
Yine Emirdağ Lâhikası’nda Bediüzzaman şöyle der: “Yağmursuzluk bir musibettir ve ceza-yı amel bir azaptır. Buna karşı, ağlamakla ve hüzün ve kederle, niyaz ve hazinane yalvarmakla ve pek ciddî nedamet ve tevbe ve istiğfar ile karşılamak ve Sünnet-i Seniyye dairesinde, bid’alar karışmadan, şeriatin tayin ettiği tarzda dergâh-ı İlâhiyeye iltica etmek ve duâ ve o hale mahsus ubudiyetle mukabele etmektir. Hem böyle umumî musibetler, ekser nasın hatasından geldiği cihetle, o insanların ekserî tevbe ve nedamet ve istiğfar etmekle def olur.”2
Kur’ân’da geçen bir âyette Allah şöyle buyuruyor: “İnsanlar ümitsizliğe düştüklerinde yağmuru indiren ve rahmetini her tarafa yayan da O’dur.”3 Bazen insanın acziyetini fark edebilmesi, ülfet perdesini yırtabilmesi için musibetleri hissetmesi gerekiyor. Ve tam sebeplerin bittiği noktada, en ümitsiz anlarda rahmet tecellî ediyor. Yağmursuzluk da umumî mânâda insanlara acziyetlerini hatırlatıyor aslında. Önemli olan bu musibetlere karşı asla ümidini kaybetmeden sabredebilmek ve musibetin kalkması için samimi bir şekilde Allah’a iltica edebilmektir. Şarkının devamında da dendiği gibi ‘bir umuttur yaşatan insanı.’ Şimdi gökyüzünün ağlaması için gözyaşlarımızla duâ etme zamanıdır. Şimdi sahip olduğumuz nimetleri, hayatımızdaki bayramları tekrar hatırlayıp sabır içinde şükretmenin, derinlemesine tefekkürlerin zamanıdır.
‘Deliye her gün bayram’ diye bir söz vardır ya. Bu sözün aksine ben “Akıllı, düşünen, tefekkür eden insana her gün bayram” diyorum. Bizim her nefes alışımız bayram aslında…
Yeter ki farkına varabilelim.
Dipnotlar:
1- Âyetü’l-Kübrâ, s. 3
2- Emirdağ Lâhikası, s. 33
3- Şûrâ Sûresi, 28. âyet
19.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Ulusalcı dalganın açmazı |
|
Ulusalcı dalga, gündeme gelme telâşı yaşıyor. Kendinden söz ettirmenin bin bir yolunu bulma gayretinde, her defasında farklı figür ve söylemlerle dikkat çekmeye çalışıyor. Referans aldığı kesitler, millî mücadele döneminin olağanüstü ve özel şartları.
Güya ülke “işgal altında,” kuşatılmışlık söz konusu,” gaflet ve hiyanet” çemberini kırmaya çalışıyorlar. Bu ifadeleri siyasî terminolojiye kazandırma çabaları, çatışmacı bir üslûp ve gündemi gerdirici bir psikolojiyi beraberinde getiriyor.
Kendini ülkenin hakimi ve kurtarıcısı görmeye “adayan” bu sevgisi kendileri dışında kimseyle uzlaşmaya açık olmayan ve tepkiyi planlamaya çalışan ulusalcı dalga, denize attığı taşın etki alanı üzerinden oluşturduğu dalga boyu ile bir çalkantı yapma derdinde.
Olgunlaşan toplumun sağduyusu ve onun engin hoşgörü denizi böyle küçük suların akıntısına ve denizi etkileyecek kadar dalga boyu oluşturmasına müsaade etmemektedir.
Geçmişinde imparatorluk kültürü ve İslâm inancı olan bir toplum, etle tırnak gibi kaynaşmışken, millî iradenin maruz kaldığı açık kapalı darbeleri bertaraf etmeyi başarmışken, yeni bir dalgalanmaya açık değildir.
İlginç olanı, birbirine benzer onlarca derneğin son iki yılda gündeme oturma eylemleridir. Meselâ dört tane Kuvayi Milliye derneği var. Bunların 2005 ve 2006 model iki dernek başkanını 32. Gün adlı programda kısmen izleme imkânım oldu. Sadece televizyona çıkmanın avantajını kullanıyorlar. Dişe dokunur bir yaklaşım ve toplumu kaynaştıracak bir söylem bulamadım.
Daha ilginci, bildiğiniz gibi Kur’ân, silâh ve bayrak üzerine Mersin’de yapılan yemin töreni. Derneğin başkanı emekli bir asker. Şuyuu vukuundan beter, konuşması ise yaptığından beter bir tablo çiziyor.
Diğer ulusalcı dernekler de bundan geri kalmıyor. Çoğu asker emeklisi. Sivil hayatı tanzim etme meraklarını bir nebze anlayabilirim. Geçmişte üniformalarıyla ilgi duydukları toplumsal olaylara, şimdi serbestçe sivil örgütlenme ile katkı yapmak isteyebilirler.
Ancak garip olan, Atatürkçü Düşünce Derneği’nde yaşanan kongre kavgaları da gösteriyor ki, kendi aralarında bile sakin bir toplantı yapamayan gergin halleri var.
Burada hassasiyetleri tahrik etmenin bir yolu olarak “kahramanlık” şovu yapılmıyorsa, daha sağlıklı ve sükûnet içinde kendi meramlarını ve görüşlerini başka düşüncelere de saygı duyarak ortaya koymalıdırlar.
Bunu başarmaları mümkün mü? Yapılanma, yaklaşım ve kökenleri itibariyle zor görünüyor. Demokratik farklılık içinde, meşrû zeminde kendilerini belirginleştirme hakları, her ülke vatandaşı için eşittir. Dikkat etmeleri gereken, kendilerini imtiyazlı görme halinden kurtulmalarıdır.
İmtiyazın tapusu millettedir. O, vekâletini kime verirse millî iradenin tecelli yeri orası olur. Bunun kurumsal değeri parlamentodur. Meşrû yürütme organı da hükümettir. Bunun da süreci partileşme ile seçim maratonunda halkın ayağına gidip onun rızasını almaktır.
Bu güne kadar Savaş Vural’tan, Yekta Göngür Özden’e kadar bir çok kişi, sivil bir oluşum kurmayı başaramadılar. Bir kısmı ise seçimlerde boyunun ölçüsünü aldı.
Emekli olmuş birkaç generalin daha böyle dernek furyasına katılıp ulusalcı dalgaya katkı yapma girişimleri, demokratik sistemin sınırları içinde kabul edilebilir. Ancak demokratik nizamı zorlama alışkanlıkları, eskisi gibi kolay olmayacaktır.
AB sürecinde; Türk-Kürt kardeşliği, azınlıkların rahat yaşaması ve ortak akılla düşünme iradesine muvaffak olmuş bir ülke özlemi daha önde. Bağımsızlık isteği, milletin kendi arzusudur. Bunu hiçbir güç kendine tahvil edemez.
Öyleyse, hazımsız insanların “güçbirliği,” “müdafa-i hukuk” kavramlarına sığınarak, gerginliği arttıran davranışları, sağduyu karşısında başarılı olamayacaktır. Herkese düşen, duyarlılıklarını itham ve hakaretten arındırarak, kendini medenice ortaya koymasıdır.
19.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Zeynep GÜVENÇ |
Eşyaların da bir dili olsa |
|
Teknoloji o kadar ilerledi ki günün birinde bunu da yaparlar mı diye düşünmeden edemiyorum. İkinci, üçüncü, beşinci, hatta belki on beşinci el eşyaların sahibi olunca merakıma mucip oldu, dedim ki: kimbilir hangi memleketin insanları oturdu üzerinde bu koltukların, ne acılar ve mutluluklar yaşandı şu yemek masasında! Hele bi konuşsalar kimbilir neler anlatırlar. Onlar susuyorlar biz konuşuyoruz.
Bir kere girdim mi bu garip düşüncenin içine, vesvese de peşimi bırakmadı tabiî, başladım kuruntulanmaya. Eşyaların eski sahipleri üstüne alkollü birşey döktü mü? Evde köpek besliyorlarsa kesin necis bişey vardır bu koltukların üstünde, iyice dezenfekte etmeden oturmamak lâzım falan filan.
Bütün bunlar orta halli bir Türk ailesi için, uzaktan gazel okumak öyle değil mi? Ben Amerika’ya geleceğimi öğrendikten sonra burada yaşayan arkadaşlarıma hayatın nasıl olduğunu sormuştum, onlar da bana, “Yeni evlenip gelen biri olarak beklentilerini en aza indirmen gerek” dediler. Meselâ Türkiye’de olsa yeni yeni mobilyalar alırsın ve ilk kullanıcısı da sen olursun, ama burda göçebesin. Gurbette hayat her an eyalet değiştirme ya da Türkiye’ye kesin dönüş yapma riski taşıdığı için çoğu kimse yeni eşya almıyor. O kadar şaşırmıştım ki bu duruma “nasıl yani?” demiştim, giysi olsa ablandan kalır, küçülür giyersin, ilk senin olmaz ya da herhangi başka bir şey, ama yeni evlenip giderken evinin eşyası neden yeni olmasın ki?
İkinci el eşyaların öyle bir pazarı var ki hemen herkes o pazarda alış veriş yapabiliyor, internet siteleri garaj satışları, her şeyin çok uygun fiyata satıldığı bu pazar, benim için de gün geçtikçe sıradan hale gelmeye başladı.
Şimdi bu konuyu da nerden buldu, diyeceksiniz hemen söyleyeyim; biz yine taşınıyoruz ve eşyalarımızın bazılarını da bu sebeple satıyoruz. İnternete ilânımızı verdik. Eşyaları görmeye geldiler. Birgün Hintli, bir gün İspanyol… Sonunda zenci iki çocuklu bir aile eşyalarımızı satın aldı. Çok garip bir duygu hissettim. Bizim için çoktan eskimişler, onlar için artık yeni eşyalardı. Vakti zamanında bizim için de yeni olan eşyalardı üstelik bunlar. Dünyadaki yerini bir bebeğe teslim eden yaşlı bir dede misali, ilkbaharda açan yaprakların sonbaharda dökülmesi gibi mevsim değişikliği yaşıyorduk.
Aslında ömrümüz de öyle değil miydi? Bize ait olan ne vardı? Bazı olumsuzluk gibi görülen şeylerin, hayattaki çok önemli gerçekleri yüzüme vurmasıyla aklım başıma geldi.
Nasıl onlar senin değilse, ilk senin olan da sende kalmayacak, ne gerek var tasalanmaya? Aşağıdaki örnekte olduğu gibi.
Bir zamanlar çok zengin bir adam, şöyle bir vasiyette bulunmuş: “Ben ölüp yıkanınca, şu eski çoraplarımı ayağıma geçirin. Benim için çok önemli. Ben, mutlaka bunlarla gömülmek istiyorum. Göreyim sizi bakalım, bu çok önemli vasiyetimi yerine getirebilecek misiniz?” Vakti saati gelince her ölümlü gibi o zengin de vefat eder. Cenazesi yıkandıktan sonra, oğulları iki eski çorabı alıp getirirler ve “Hocam, babamızın vasiyeti var, şu eski çorapları, babamızın ayaklarına giydireceğiz.” derler. Cenazeyi yıkayan hocaefendi, bu istekleri kabul etmez. Israrlarını da reddeder. Bu sefer müftüye çıkarlar. O da, “Dinimizde böyle bir şey olmaz” diyerek kesip atar.
Onlar da ister istemez, babalarının bu önemli vasiyetinden vazgeçmek zorunda kalırlar. Cenazeyi kabre defnedip evlerine dönünce komşularından birisi, elinde bir mektupla gelir ve “Babanız, vefatından önce bana böyle bir mektup vermiş” ve “Bunu oğullarım benim cenazemi gömüp eve dönünce kendilerine verirsin, demişti.” der. Oğullar, merakla babalarının mektubunu açar ve ahiretten gelen bir mesaj gibi okumaya başlarlar: “Evlâtlarım, işte gördünüz ki o kadar zenginliğime rağmen dünyadan, bir çift eski çorabımı bile kabrime götüremedim. Kefenin cebi yok. Aklınızı başınıza alın... Ne yapacaksanız hayatta iken ahirete göndermeniz gerekenleri ihmal etmeden gönderin.
Aldanmakta fayda yok.” Bu mektup onlar için çok tesirli bir ders olur.*
Göçebeliğimizin farkına vardıkça yüceliriz. Kervansarayları saray sanmamak ve büyüsüne kapılmamak ümidiyle…
*Abdullah Aymaz “Çitlembik” s. 61
19.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Hangi büyük oyun |
|
O, Avrupa Yakası’nın İfo’su, Türk tiyatrosunun Hümeyra’sı. Onu son olarak, “Babam ve Oğlum”da babaanne rolünde izlemiştik. Bir dönemler, romantik şarkıları seslendirmiş Hümeyra. Ama artık, “Belediyeye haber vermeden şarkı söylemem” diyor.
Birçok karganın bülbül diye sunulduğu bir ortamda, gerçek san'atçıya yakışan bir tavırla. Hümeyra o melânkolik takıldığı günlerde, Atilla İlhan’ın, “Ben sana mecburum” şiirini okumuş.
Okumasına okumuş da, sansür denen zat çıkmış karşısına. “Ne zaman bir yaşamak düşünsem/ Bu kurtlar sofrasında hayli zor” mısraına takmışlar. Aynen Necip Fazıl’ın, “Çatık kaş hükümet dedikleri zat” cinsinden.
TRT’nin sansürcüleri karşılarında Hümeyra gibi çıtı pıtı bir kızı bulunca, “Sen aklı başında bir gıza benziyorsun. Sen hiç gurdu sofrada yimek yerken gördün mü?” diye izah etmişler, sansürün sebebini. Yasakladılar ya, o günden bu yana artık “kurtlar sofrada yemek yerken” görülmüyor!
* * *
Peki ne oluyor? Ankara’da yine bildik şeyler oluyor. Önemli bir konuyu yine iç kriz haline getiriyoruz. Olan bu. Genelkurmay Başkanı Büyükanıt, “büyük oyun” koydu işin adını. Ve yakında oyunun perdelerini açacağını duyurdu.
Peki, Büyükanıt Paşa böyle bir sonuca nasıl vardı? Bilmediğimiz istihbarat bilgileri, üst düzey kurmay analizleri ve görüşmeler yaptığı Amerikalılardan edindiği izlenimler mi? Gerçekten öyleyse, korkmamız lâzım. Büyükanıt, son zamanlarda düzenlenen bir konferansa işâret ediyor. Yaşar Kemal’in öncülüğünde gerçekleştirilen “Barışı Arama Konferansları…”
Ama orada sadece PKK’nın hoşuna gidecek sözler sarf edilmemişti. Barışı arama adına PKK’nın terörü bir mücadele yöntemi olarak kullanmaktan vazgeçmesi de istenmişti. Hem de konferansın sonunda yayınlanan bildiri ile. Yani öyle utangaç bir şekilde değil, güçlü ifadelerle.
Büyükanıt’ın “büyük oyun” diye ortaya koyduğu fotoğrafta, PKK’nın bir terör örgütü olmaktan çıkıp, sivil ve siyasî bir yapılanmaya dönüştürülmesi önerisi yatıyor. Bu konuda yapılan bir teklif ya da müzakere edilen bir formül yok. Ama güçlü talepler var. Sivil çözümden yana olan Türk ve Kürt aydınları tarafından. Ayrıca MİT Müsteşarı Emre Taner’in, diyaloğa açık sivil çözüm önerisi ile eski MİT’çi Cevat Öneş’in ortaya koydukları fikirler de bu kapsamda değerlendirilebilir. Yoksa hükümetten bu konuda bir söz söylenmiş, bir adım atılmış değil. Başbakan bir süredir Kürt sözünü ağzına bile almıyor. Seçim yaklaşınca, “o albayrağın rengine kurban olan bir milliyetçi” kesildi.
Peki bu oyunu oynayanlar kim, aktörleri, figüranları kimler? Türkiye bu konuda hep zikzak çizdi. Kırmızı çizgiler ilân edip, sonra onları yok sayması gibi. Dünyanın tanımadığı, Saddam’ın imha etmek üzere olduğu Talabani ve Barzani’ye kırmızı pasaport vermemiz, Çekiç Güç’ü barındırmamız gibi. O gün bizim pasaportumuzu taşıyanlardan biri Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani, diğeri Kuzey Irak Kürt Özerk Yönetimini Başkanı Barzani.
Bir dönem Saddam’ı karşımıza alma pahasına Ankara’da ağırladığımız Talabani’nin ziyaretine ise şimdi izin vermiyoruz. Mesut Barzani ile diyaloğu ise vatana ihanet olarak sayıyoruz. Peki bu mu akıllı politika? İşbirliklerinin bizim için en faydalı olacağı bir dönemde, bu iki lidere cephe almak hangi tutarlı politika ile izah edilebilir. Bunlardan yararlanmayı niye düşünmüyoruz?
Dikkat ediyor musunuz sorun, Ortadoğu ve Kürt konusu olunca hemen nasıl bir iç sorun haline dönüşüyor? Çünkü Kürt sorunu, din konusu ve Ortadoğu oldu mu, kendi karın ağrılarımız var. İngilizler Ortadoğu’yu Osmanlı’dan 200 yıllık bir çalışma sonucunda kopardılar. Fransızlar bağımsızlıklarını verdikleri halde Afrika’nın kaderini ellerinde tutmaya çalışıyorlar. Biz ise attığımız ilk adımda, konuyu iç krizimiz haline dönüştürmeyi başarıyoruz.
Başbakan Erdoğan’ın, Kuzey Irak’taki bölgesel Kürt hükümeti ile ilişkileri geliştirecek adımlar atılabileceğini ifade eden sözlerinden sonra, Büyükanıt’ın, “Irak’taki liderlerle kim görüşürse görüşsün, ben görüşmem” şeklindeki çıkışı işte tam böyle bir şey. Devlet sadece askerden ibaret değil ki? O zaman diplomasiye, ekonomik ilişkilere, uluslar arası ittifaklara gerek yok.
Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün, “Askerin konuşacağı konular vardır. Askerin konuşacağı yer vardır. Hiç kimse silâhıyla konuşmak istemez. O noktaya gelmemek için siyasetçinin yapacağı işler vardır” sözü tam bu anlamda yapılmış bir uyarı.
ABD’nin Vietnam’daki işgal sürerken, dünyanın başka yerlerinde de pazarlıkların devam ettiğini daha sonra öğrendik. ABD, “Saddam’ın elinde kitle imha silâhları var” yalanını uydurmak için o belgeleri kimden sağladı? Tabiî ki büyük çapta İran’dan. Türkiye, kendi içindeki terör sorununu bitirmeden büyük bir güç olabilir mi?
PKK bu ülkeye 12 Eylül’ün hediyesidir. Ama artık gelinen noktada Kürt sorunu 30 bin cana mal olan bir terör olayı olmaktan çıkmış durumda. Bugün Ortadoğu mozayiğini parçalayacak en büyük kart; Kürt sorunu.
Buna göre askerî, sivil, diplomatik, uluslar arası, ekonomik, bölgesel, kitlesel çözümler üretmek zorundayız. Çok boyutlu sorunun çözümü de çok seçenekli olacak...
19.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hakan YALMAN |
Tevhid nazarı ve birlik ruhu |
|
Varlığı, Risâle-i Nur perspektifinden algılayan ve hayatı onunla anlamlandıran fertlerin oluşturduğu nuranî bir ekolün mensuplarıyız. Kur’ân’da, Hazret-i Ali’nin Celcelutiye'sinde, Gavs-ı Azam’ın Fütuh-ul Gayb’ında işaretlerle müjdelenmiş ve istikbalde yapacakları hizmetler ve samimiyetleri, ihlâsları sebebi ile alkışlanmış bir topluluk bu.
Dâvâsı ile bütün kâinatın alâkadar olduğu ve Hazret-i Muhammedin (a.s.m.) büyük ve yaratılışa maksat âleme ukde-i hayat olan dâvâsını günümüze taşıyan, üstadı ve bütün mensupları ile hayatî vazifeler üstlenmiş bir grup. İnsanlık Dar’üs-Selam yolunda bir geminin yolcuları ve bu cemaatin mensupları o geminin mürettebatı. Bu yüzden dâvâ büyük, vazifeler çok ve fazlası ile hassasiyet gerektiriyor.
Üstad, Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin çevresinde halka olmuş bir kaç samîmî, fedakâr ve gayretli insanın çabaları ile başlayan ve günümüze kadar büyük gelişmeler kaydeden bu dâvâ aslî yönü ile ve manevî anlamı ile gerçekten çok büyük ve âlemin bütün zerrelerini, her insanı ilgilendiren bir misyon üstlenmiştir.
Üstad ve sonrası çizgide tam bir gayret ve samimiyetle yeri geldiğinde canları pahasına ortaya atılmış hizmet erbabı, günümüzde sanki bir rehavet havası içine girmişlik görüntüsü arz etmektedir. Bu duruma kısmen, Risâle-i Nur şahs-ı manevisini teşkil etmek üzere kaderin bir tecellisi olarak gerçekleşen mitoz bölünmelerin sanki ayrılık şeklinde algılanması ve bunun oluşturduğu hafif bir karamsarlık havası yol açmaktadır.
Geçmişte yaşanan her şey yaşanması gerektiği için yaşandı. Çünkü kaderin hükmüydü. Bunlardan Risâle-i Nur ölçüleri ile hayatını şekillendiren hiçbir ferdin âleminde ümitsizlik, şevksizlik, isteksizlik doğmamalı. Onların dâvâsı acz, fakr, şevk ve şükrü mutlak düzeyde hayata aksettirmeyi hedefleyen bir dâvâ. O dâvâda kırgınlık olmaz, küsmüşlük olmaz. Büyük bir yangından insanları kurtarmak üzere koşanların birbirlerine kızacak, küsecek vakitleri ve halleri olamaz. Yük ağır ve yardıma uzanan her ele ihtiyaç var ve rahmet okunmalıdır.
Anlamsız çekişmelerin, lüzumsuz kırgınlıkların bir an evvel ortadan kaldırılması ve Risâle-i Nur hizmetine lâyık şevk ve gayretin, bitmek bilmez enerjinin tekrar kazanılması zamanıdır. Bu zaman artık hizmet boyutlarının Türkiye sınırlarının dışına taştığı ve dünyanın her tarafından insanların bu ulvî dâvâyı anlamaya ve hayatlarının bir parçası haline getirmeye çalıştıkları bir zamandır. Hristiyan, Yahudi, Budist pek çok insan Risâle-i Nur’a yönelmiş ve onu kendilerine ulaştırma gayretimizin zayıflığından dolayı bizlere sitem etmektedirler. Artık hedef çok büyümüş ve yapılması gerekenler çok artmıştır.
Nur hizmeti kendisini bu dâvâya mensup hissedenlerin öncelikli işi olmalıdır. Hem şevkimizi arttıracak ve büyük bir enerji verecek şekilde Üstadın müjdelediği cennetasa bir baharın çiçekleri baş göstermeye ve tomurcuklanmaya başlamıştır. Gaye-i hayalimiz çok daha belirginleşmiş ve daha rahat hissedilir hale gelmiştir. Bu yükün altından kalkabilmenin yolu sarsılmaz bir inanç, uykularımızı kaçıracak bir ümit ve tam bir dayanışma olmalıdır. Yani; ihlâs, samimiyet ve gayret. İnanın yarınlar hizmetimiz ve dâvâmız açısından çok daha güzel olacak. Bu gelişmelerde bizim de payımız olsun, gelinen noktanın mutluluğunu biz de paylaşalım istiyorsak birbirimize kenetlenmeli ve gayretimizi çok arttırmalıyız.
19.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Doğru söyleyeni kovmayın! |
|
Malûm, çocuk yurtlarında; tek kelimeyle ifade edilmek gerekirse büyük bir ‘dram’ yaşanıyor. Bazı yurtlarda ‘görevli’ler çocukları dövüyor, bazı yurtlarda ise çocuklar kendi aralarında birbirlerini istismar ediyor.
Kamuoyuna yansıyan ve her defasında infiale sebep olan bu hadiselere çare arayan TBMM İnsan Hakları Komisyonu üyeleri, İstanbul’daki yetiştirme yurtları başta olmak üzere konuyla ilgili bir rapor hazırlıyormuş.
Hazırladığı raporla ilgili bilgi veren komisyon üyesi Abdurrahman Anik, ‘olması gerekenler’ listesine “din duygularının eksikliği”ni de ilâve etmiş. Tabiî ki listede başka eksikler de var, ama işin içinde ‘din, diyanet’ geçince bazıları hemen rahatsız olmuş!
Sabah’ın haberine göre, (18 Şubat 2007) Anik şu noktaların altını çizmiş:
*Psikolog ve doktorlar ücretler nedeniyle yurtlarda çalışmak istemiyor. Bu sıkıntının giderilmesi lâzım. *Gönüllü annelerin sayısı arttırılmalı. *Diyanet’in çocuklarla ilgili yayınları var. Bunlar kütüphaneye konulmalı. *Çocukların formasyonundan anlayan ilâhiyatçılar, çocuklara din eğitimi vermeli. Çocuklara bu suçların ahirette cezasız kalmayacağı öğretilmeli. *Bizler, klasikleri okuduk. Tolstoy’u, Ömer Seyfettin’i okuduk. Yurt kütüphanelerinde klasik eserler yok.”
“Çare” olarak sunulan bu tekliflerden rahatsız olmak ‘iyi niyet’le izah edilebilir mi? ‘Uzman ilahiyatçılar’ın çocuklara ‘din eğitimi’ vermesinin ne zararı olabilir? (Gerçi, yakın bir zaman önce, çocuk esirgeme yurtlarında çocuklara namaz kıldırıldığını belirtip, bunu bir suçmuş gibi Meclise taşıyan CHP’liler de çıkmıştı.)
Şimdiye kadar onlarca yol denendi ve hiç biri çare olmadı. Olsaydı, yurtlar bugünkü duruma gelmezdi. O halde, ‘akıl için yol bir’in tercih edilmesine niçin itiraz ediliyor?
Lütfen, doğruları dile getirenleri ‘onbirinci köy’e kovmaya kalkmayalım!
*
Tekstil sektörünün ayıbı
“Türbanlı modacı” olarak tanıtılan Rabia Yalçın, haklı bir şikâyetini gündeme taşımış. Tekstil firmalarının ‘tesettürlü giyim’ üretmemesini değerlendiren Yalçın şöyle demiş: “Bunları sektörün ayıbı olarak görüyorum. Bugün alış veriş merkezlerine gidin. Türbanlıyla türbansızın oranı yarı yarıyadır. Ama sektör böyle bir üretime girmiyor. Bırakın eteği, bileğe kadar buluz bile üretmiyor.” (Hürriyet, Cumartesi eki, 17 Şubat 2007)
Bakalım sektör temsilcileri bu ithamı nasıl cevaplandıracak?
*
TV seyretmeyen mucit
1956 yılında televizyon ‘uzaktan kumanda’sını icad eden Eugene Polley, 93 yaşında ölmüş. Polley, ölmeden önce verdiği son röportajında bu icadına rağmen televizyon seyretmeyi sevmediğini, bunun yerine gazete okumayı tercih ettiğini açıklamış. (Vatan, 18 Şubat 2007)
Mucit Polley’in elbet bir bildiği vardı...
*
Anne olmanın farkı
“Çocuğumla gerçek anlamda kadın oldum ben, insan oldum ben. Anne olmak benim için müthiş bir zenginlik, müthiş bir deneyim, kim de düşünürse düşünsün.” (Ayşe Arman, Hürriyet Cumartesi eki, 17 Şubat 2007)
19.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Maksat hizmet olunca |
|
1947’li yıllarda İstanbul Maçka’da askerdi. Erzincanlı ve babası büyük bir âlim olan Geyveli asker arkadaşı ahirzaman hadiselerinden, dinsizlik ve ahlâksızlığın yaygınlaşmasından ve onlarla mücadeleden bahsediyorlardı. Çok hoşuna gitmişti duydukları. “Ne hoş şeyler bunlar” demekten kendini alamadı. Arkadaşları “Dinliyorsun da onun için” dediler. Kendi kendine, “O günlere yetişecek olursam hak ve hakikat cephesinde, o hizmet komutanının yanıbaşında yer alacak; kılıç sallayacaksa kılıç sallayacak, ne yapacaksa onu yapacağım” diye ant içmişti.
Kıyamet alâmetlerinin yaşanmaya başladığı o günlerde (1952) dinsizlik ve ahlâksızlıkla mücadele eden, ruh ve kalplere nüfuz eden eserleriyle yüz binlerin gönlünde taht kuran Üstad Bediüzzaman Hazretleri İstanbul Sirkeci’de Akşehir Palas Otelinde kaldığında canhıraş bir gayretle onu ziyaret etmek için otele koşmuş, görüşüp elini öpememiş, ama “Ziyaretin kabul edildi” haberini alınca rahatlamıştı.
1953’te Isparta’da iken Risâle-i Nur’u tanımış, fakat sonra başka dallara konmuş 10-15 kişiyle Üstadın ziyaretine gidiyor, fakat Üstad ziyaretçi kabul etmiyor” diye cevap geliyor. Fakat o pes etmiyor, Üstadla görüşmek için can atıyor, “Kapıdan kovulsam pencereden girerim” diyor ve onunla görüşebilmenin yollarını arıyor.
Acaba Üstad kimleri huzuruna kabul etmektedir? Üstadın sadık talebelerinden Mustafa Ezener’e durumu anlatır. “Ne yapayım da Üstadı ziyaret edebileyim?” der. Bir gazetede Afyon Mahkemesinin beraat kararını yazdırtmasını söyler. O da memleketi Antalya’da İleri Gazetesinin sahibi Subhi Türel’i bulur, “Adnan Menderes’e Açık Teşekkür” başlığı altında Afyon Mahkemesinin beraat kararını yazıp yayınlaması için verir. O da yayınlar. Sonra da Süleyman isimli bir gence gidiş-geliş parasını vererek beraat kararının yayınlandığı 5-6 nüsha gazeteyi Üstada gönderir. Üstad bundan o kadar memnun olur ki Mustafa Ezener’e Antalyalılara ziyareti için izin verdiğini söyler.
Cana minnet bilir bu hizmet eri müjdeyi. “İyi ki kovulmuşum. Demek kovulmak da bir rahmetmiş. Hizmete vesile oldu” der.
Artık meramına ermiştir. Üstadı birçok kereler ziyaret eder. Birgün hizmetlerle ilgili bir mektup yazıp altına “En küçük talebeniz” diye isim ve imzasını atar. Başka bir gün de ziyaretinde diğer talebeleriyle oturup sohbet ederlerken, Üstadın kendisine bakarak, “Bu benim Ceylan’ım” diye hitabına mazhar olur. Mutluluktan uçar âdetâ. Ramazan ayının son günlerine doğru ziyaretine gittiğinde derse katılmış, sırayla okunurken kendisine sıra gelince ağlamaktan bir türlü okuyamamıştı. “Üstadım o Ramazan ayında vefat etti” diyor.
Hatıralarını aktardığımız bu hizmet gönüllüsü geçen Cuma günü İshak Okutan ve Nejat Eren dostlarımızla Antalya’da ziyaretlerine gittiğimiz Üstadın talebelerinden Recep Uras Ağabey.
19.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Namazsız bir hayat yoktur |
|
Namaz ibadeti biz insanlar için Allah’ın büyük bir nimetidir. İmandan sonra en büyük hakikat olan namazı kılmakla, insan dünyaya gönderilişinin gerçek sebebine vakıf olabilir. Bu sebeple ümmeti olmakla en büyük şeref ve nimete mazhar olduğumuz Peygamberimiz Hz. Muhammed’e (asm) ilk âyetin nâzil olmasından kısa bir süre sonra, Cebrail (as) vasıtasıyla namazın nasıl kılınacağı öğretilmiştir. Namazda okunması gereken Fatiha Sûresi de bir bütün olarak nazil olmuş ve bu sûrenin her rekâtta okunması gereği Resûlullah’a bildirilmiştir.
Günde beş vakit Allah’ın huzuruna çıkmak, acizlik, fakirlik penceresinden Rabbü’l-Âlemin’in sonsuz kudretini ve zenginliğini hatırlayabilmek ve ona kulluğun en samimisini sunabilmek, bir insan için ulaşılabilecek büyük bir makamdır.
Dünyanın karmakarışık olaylarının ruhumuzu daralttığı anlarda, onu teskin edecek, onu ferahlandıracak tek mercî İlâhî huzurdur. Namaz gibi insanı insan eden bir ibadet olmasaydı, insanlığın gerçek mahiyeti anlaşılmazdı. Bu sebeple imandan sonra en büyük hakikat namaz ibadetidir insanlar, hususan inananlar için.
İman etmek... Kâinatın Yaratıcısını bilmek, tanımak, varlığına ve birliğine bütün zerrâtımızla inanmak, insanın insan olması için başta gelen bir vazifesidir. Bu imanı anlamlı hale getirmek, onu taçlandırmak da ancak namaz gibi bir ibadetle mümkün olabilir. Bu sebepledir ki namaz mü’minlere günde beş vakit farz kılınmıştır.
Dünyanın hiçbir işi, hiçbir meşguliyeti namazın önüne geçebilecek kadar ehemmiyetli değildir. Namazın isteğe bağlı olarak kılınmaması, kazaya bırakılması hiçbir şartta mazur görülmemiştir. Bu sebeple biz Müslümanlar için namazın kılınması, onu en güzel bir şekilde edâ etmek için gayret sarf edilmesi hayatımızın en büyük meşguliyeti olmalıdır.
Yaratılış gereği, imtihan halinde oluşumuzdan dolayı, bizlerin, hiçbir dünyevî şey düşünmeden namaz kılabilmesi mümkün görülmemektedir. Zira biliyoruz ki, Allah’ın Resûlünden (asm) sonra namazda en büyük huşuyu yakalayabilen Hz. Ali (ra) bile, namazı dünyevî hiçbir şey düşünmeden kılabilme imkânına kavuşamamıştır.
Namaz kılarken aklımıza bazı dünyevî meselelerin gelmesi, şeytanın zihnimize vesvese vermesi, imtihanda oluşumuzun bir nev'î gereğidir. Bu sebeple namazı gereğince huşu ile kılamıyorum, diye namazı bırakmak doğru değildir.
Bize düşen, namaz kılmayı vazgeçilmesi mümkün olmayan bir ibadet olarak görmek ve olabildiğince en iyi bir ruh haliyle kılabilmektir. Mümkün olduğu kadar dünyevî meseleleri aklımıza getirmeden ve Rabbimizin huzurunda olduğumuzu düşünerek namaz kılmak şüphesiz en güzelidir.
Namazın dosdoğru kılınması veya kılınmamasına sebep olan ana âmil şüphesiz dünya ile olan alâkamızdır. Eğer dünyaya hırsla yapışmışsak, eğer bizi aşan hadiselere fazla zamanımızı ayırıyorsak, eğer zalimlerin propagandalarına ve oyunlarına âlet olma durumunda kalabiliyorsak, şüphesiz namazlarımızda huşuyu yakalayabilmemiz oldukça zor olacaktır.
Kesben dünyaya yönelme durumunda olsak bile kalbimizi ona bağlamıyorsak, dünyevî makam, mevkîleri yakaladığımız halde kalben fazlasıyla önemsemiyorsak, ölümün her insan için mutlak bir son olacağını unutmuyorsak ve en önemlisi her an Allah’ın ve meleklerinin murakebesi altında olduğumuzu düşünürsek, bu durumda olabildiğince en güzel bir haletle namazlarımızı eda etme imkânımız olacaktır.
Namazın, bu geçici dünya hanında imtihanı kazanıp kazanmamanın önemli bir vasıtası olduğunu hiç unutmamamız gerekir. Ebedî hayatı kazanmanın, ebedî saadete nâil olmanın yolu samimiyetle ve ihlâsla kılınan namazdan geçer. Hiçbir kalb temizliği, namaz sorumluluğunu insanın üstünden kaldırmaz. Bu dünyadaki hiçbir manevî mertebe namazı ihmal etmeyi gerektirmez. Manevî mertebeler yükseldikçe namaza karşı olan ilgi ve alâka daha da artmakta ve namazla İlâhî huzurda olmanın en güzel haletleri yaşanabilmektedir.
Ebedî saadeti yakalamanın en önemli şartlarından olan namazın, dünya hayatımıza kazandırdığı güzellikleri ise saymakla bitiremeyiz. Gerçekten akıllı isek, namaz kılmak için feda edemeyeceğimiz hiçbir dünyevî değer olmamalıdır.
19.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Nur ve ateş arasında yüz yıl (1) |
|
Şimdi 2007 yılında olduğumuza göre, mâziye uzanarak bundan tam yüz yıl öncesinden, yani 1907'den başlayalım.
Bakalım, son bir asırlık zaman içinde ülke ve millet olarak, nesiller ve fertler olarak, nur ve ateş arasında neler görüp neler yaşamış, nelere katlanmış, ne bedeller ödemiş, ne gibi nimetlere mazhar olmuşuz...
* * *
Evet, yıl 1907. Yani, bundan tam tamına yüz sene evvel. Devir, Sultan II. Abdülhamid devri. Rejim ise, "Mutlâkıyet" rejimi. Yani, monarşik sistemin ve "tek adam" iktidarının hükümfermâ olduğu rejimin tâ kendisi.
O döneme ait önemli bir husus da şudur: O zamanın "tek adam"ı şefkatlidir, merhametlidir; sonradan da mazlûm duruma düşmüş veli–misâl bir padişahtır.
Dolayısıyla, o devrin yakıcı, bunaltıcı ateşlerinden sorumlu yegâne yönetici şahıs değildir. Hiç şüphesiz, başka suç ortakları da vardır.
Bunlar ise, padişahın vehimli siyasetinden ve herşeyle bilfiil alâkadar olmaktan kaynaklanan vazife külfetinden istifadeyle fikrî istibdadın devamını isteyen yağcılar, riyâkârlar ve bir kısım totaliter kafalı askerler ile siyasîlerdir.
İstibdat koalisyonu, koca bir milleti "sigara kâğıdı gibi ince" bir dikta perdesi altında inim inim inletiyordu.
Konuşma hürriyeti, fikir serbestiyeti yoktu. İdamlar yoktu gerçi; ancak, sansür ve sürgün kànunu, bütün katılığıyla uygulanmaya devam ediyordu.
İşte, otuz yıldan fazla bir zamandır süregelen bu "hafif istibdat" yönetimi, perde altında öylesine şedit, öfkeli, garazlı bir muhalif kitleyi besledi ki, ülke siyasetini müthiş bir infilâkın eşiğine getirdi.
İşte, tam bu esnada, Şark'ın yalçın dağları arasından çıkıp yola düşen Bediüzzaman Said Nursî, yayıncı Ahmed Râmiz'in tâbiriyle "İstanbul'a bir güneş gibi doğdu."
Yıldız siyaseti ve Bediüzzaman
Üstad Bediüzzaman'ın 1907 yılı sonlarında memleketi olan Bitlis'ten hareketle, yanına o tarihte Bitlis valisi olan Tahir Paşanın padişaha hitaben yazdığı mektubu da alarak İstanbul'a geliş maksadını ve burada başına gelenleri Ahmed Râmiz'den dinlemeye devam edelim.
Divân–ı Harb–i Örfî isimli eserin 1957 yılı teksir nüshasının başında, ilk nâşir olan Ahmed Râmiz'in bu meyandaki sözleri şöyle:
"Saîd Nûrsî, İstanbul'a şûrezâr (çorak kalmış) Vilâyât-ı Şarkıyye'nin maârifsizlikle öldürülmek istenilen Yıldız siyâsetlerini zelzelelere vermek azmiyle gelmişti.
"Dahâ İstanbul'a gelmeden Van'dan, Bitlis'ten, Mardin'den defaâtle nefyolundu. İstanbul'a gelmesiyle beraber, Sultan Abdülhamîd tarafından da sûret-i mahsûsada tarassud altına aldırıldı. Birkaç kerre tevkîf edildi.
"Nihâyet bir gün geldi ki, Saîd Nûrsî'yi de Üsküdâr'a Toptaşı'na yolladılar. Çünkü, hapishânede îkaz edilecek kimseler bulunmak muhtemeldi.
"Tîmârhâneden ikide birde çıkarılıyor; maâş, rütbe tebşîr ediliyor... Hz. Saîd: 'Ben Vilâyât-ı Şarkıyye'de medrese, mekteb açtırmak üzere geldim. Başka bir dileğim yoktur. Bunu isterim, başka bir şey istemem' diyordu."
Bakalım Said Nursî, İstanbul'a geldiği ilk aylarda "Yıldız siyaseti"nden daha başka neler çekti ve buna karşı neler yaptı... Bir sonraki yazıda bu konuya inşaallah devam edelim.
GÜNÜN TARİHİ (19 Şubat 1915-16)
Çanakkale'den Bitlis'e boğaz boğaza
91 ve 92 yıl evvelki 19 Şubat günlerinde pek mühim tarihî hadiseler yaşandı. Bu iki hadiseden sırasıyla ve kısaca söz etmeye çalışalım.
19 Şubat 1915: Çanakkale Cephesindeki Boğaz Harbi başladı. I. Dünya Harbinde Osmanlı'yı etkisiz hâle getirmek maksadıyla boğazları ele geçirmeyi hedefleyen İtilâf devletlerinin müşterek donanması, Çanakkale istihkâmlarını bombalayarak topyekûn saldırıyı başlatmış oldu. Her dakikası ölüm kusan şiddetli çarpışmalar, 18 Mart gününe kadar aralıksız şekilde devam etti.
Düşman donanmasının ağır zayiat vermesi ve boğazı geçmeye imkân bulamaması üzerine, geri çekilme başladı ve bu suretle deniz savaşı da sona ermiş oldu.
Ardından "küçücük bir karaya" yani Gelibolu yarımadasına yüklenen işgalci kuvvetler, aylar süren çarpışmalar neticesinde burada da hüsrana uğrayarak Ege Denizi açıklarına doğru çekilmek zorunda kaldılar.
19 Şubat 1916: Milis Kuvvetleri Kumandanı Fahrî Albay (Miralay) Üstad Bediüzzaman, Rus ve Ermeni kuvvetleriyle aylarca devam eden çarpışmalardan sonra, Bitlis Deresinde, karlar içinde yaralı ve ayağı kırılmış halde düşman kuvvetlerine esir düştü.
Esir düştüğü gün, düşman kumandanına şunu söylüyordu: Askerlerimle birlikte, talebelerimin de çoğu şehit düştü. Sonunda beni de yaralı vaziyette esir aldınız. Ancak, biz de sizin takatinizi bitirdik, tüketme noktasına getirdik. Bu haliyle, siz de Bitlis Vadisini geçemeyeceksiniz.
Hakikaten de öyle oldu. Bitlis Boğazının (Vadisinin) girişinde yer alan Deliklitaş'a kadar gelen Rus kuvvetleri, buradan öteye geçemeyerek, gerisin geriye çekilmek zorunda kaldı. Ve Bitlis, birkaç ay sonra tekrar kurtarılmış oldu.
Said Nursî, kardeşi ve bir talebesine cephede parça parça telif etmiş olduğu İşârâtü'l-İ'caz tefsirini kurtarmaları tavsiyesinde bulunmuştu. "Biz belki şehit olur gideriz, fakat şu eser kurtarılsın" demişti.
Onun bu vasiyeti aynen yerine getirildi.
Gariptir ki, Üstad Bediüzzaman'ın esir düştüğü aynı gün Diyarbekir'de eski Van Valisi Tahir Paşanın oğlu Cevdet Beyin evinde, Bediüzzaman'ın talebesi Müküslü Hamza Efendi ve kardeşi Abdülmecid Efendi tarafından İşârâtü'l-İ'caz isimli tefsir eser temize çekilirken, kâğıdın üzerine mürekkep dökülerek kıvrılmış bir yılan şeklini aldı.
Eserini kurtardı, kendisi esir düştü
Bediüzzaman Said Nursî, Kafkas Cephesinde Gönüllü Alay Kumandanı sıfatıyla Rus ve Ermeni kuvvetleriyle çarpışırken, harp cephesinde, şehitler arasında telif etmiş olduğu İşaratü’l-İ'caz isimli şaheserin, Diyarbekir'de kâtipler tarafından temize çekilmesi esnasında kâğıtların üzerine mürekkep döküldü ve ortaya yukarıdaki garip şekil çıktı.
Said Nursî'nin Ruslara esir düştüğü gün ile mürekkebin döküldüğü gün, tarih olarak tam tamına tevâfuk ediyor: 19 Şubat 1916/1330
Esaret haberini alan kâtiplerden Müküs/Bahçesaray'lı Hamza Efendi ile Abdülmecid Efendi, mürekkebin aldığı şekle bakarak bu tevafuklu hadiseyi aşağıdaki şekilde yorumladılar.
Said’in küçük kardeşi, yirmi senelik talebesi Abdülmecid: Diyarbekir'de Van Valisi Cevdet Beyin evinde 19 Şubat 1330 tarihinde Cuma gecesi bu tefsirin ilk Arabî nüshasını tebyiz ederken, şu şekl-i garib, tevafukan vaki olmuştur. Ve o gece vukua gelen Bitlis’in sukûtuyla müellif Bediüzzaman’ın esaretine rastgelir. Sanki şu şekl-i garibin, şu mucizeler ve harikalar bahsinde o gece husule gelmesi, müellifin Ruslara esir düştüğüne ve beraberinde bulunan bazı talebelerinin şehid olarak kanlarının dökülmesine harika bir işarettir.
Eski Said’in ehemmiyetli talebesi Hamza: Ve keza bu nakış, başı kesilmiş bir yılanın, kuyruğunu müellif Bediüzzaman’a sarmış olduğuna ve müellifin yaralı olarak otuz saat ölüme muntazıran su arkının içinde kaldığı yere benziyor ve o vaziyeti andırıyor. (İşaratü'l-İ'caz, S. 174)
19.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yeni Asyadan Size |
37 onurlu yıl |
|
Bir yıldönümümüzün daha arefesindeyiz. 21 Şubat 1970 günü ilk sayısını çıkaran Yeni Asya, tavizsiz istikrar çizgisi ile daima insan haklarının, hürriyetlerin, demokratik değerlerin savunucusu oldu. Din ve vicdan hürriyetinin tam mânâsıyla işler hale getirilmesi için çalıştı. Baskıcı uygulamalara, haksızlıklara, yasakçı zihniyete karşı kul hakkını üstün tutan bir anlayışla, meşrû sınırlar içinde kalarak, bütün gücüyle mücadele verdi.
Yeni Asya’nın bugüne kadar yayınlanan ve her biri tarihe malolan bir belge niteliği taşıyan 13 bini aşkın sayısı, hep ‘gerçekler’den haber verdi. Onu yakından takip edenler kadar, mesafeli duranların da tasdiki ile, dik duruşu ve tavizsiz çizgisi ile fazilet mücadesi içinde oldu. Çıktığı günden bu yana ulvî bir ideal ve inancın bayraktarlığını yaptı.
Yeni Asya bugün kısıtlı imkânlarına ve haricî baskılara rağmen dimdik ayakta ise bunu sağlam inançlarına, yüce bir dâvâya hizmet etme şuuruna ve aynı ortak ideali paylaşan okuyucularımızın hiçbir zaman eksilmeyen samimi ve sıcak desteğine borçlu.
1920’li yıllarda Barla’da yakılan “Nur” meşalesini, geride bıraktığımız 37 yıl boyunca her türlü zorluğa, engellemeye ve sarsıntılara rağmen başarıyla, şanla, şerefle, vak’arla taşıyan Yeni Asya inançlarından ve mazisinden aldığı güçle yep yeni ufuklara kanat açıyor.
Gelinen noktada emeği geçmiş olanlara teşekkür ediyor, “Nur” hizmetine gönül vermiş herkesi, daha nice yıllar, yeni hamle ve hizmetler için el ele gönül gönüle, omuz omuza birlikte çalışmaya dâvet ediyoruz.
***
21 Şubat hediyemiz karikatür albümü
Her yaş gününde farklı bir armağanla okurlarının huzuruna çıkmayı gelenek haline getiren Yeni Asya, 38. yılına orijinal ve anlamlı bir sürprizle giriyor. Bu sene, İbrahim Özdabak’ın birbirinden güzel karikatürlerinin bir araya getirildiği bir albümle karşınızda olacağız.
Özdabak’ın her biri makale derinliğinde, güldürürken düşündüren, pekçoğu bizim dışımızdaki basın organları ve internet siteleri tarafından da alıntılanan karikatürlerinden meydana gelen bu albüm, eminiz ki çok beğenilecek. 64 sayfalık albümde 100 adet karikatür yer alacak.
Başörtüsü, laiklik, irtica, terör, demokrasi, derin devlet, AB, kuş gribi, medya, eğitim, ekonomi, çevre, spor, Ortadoğu ve Irak başlıkları altında tasnif edilen seçme karikatürlerden oluşan albüm gözden geçirildiğinde sayfalar dolusu yazıyla anlatılabilecek mesajlar içerdiği görülecek.
38. yıl sevincimizi, basında örneğine pek rastlanmayacak bir tercihle, böyle “usta işi” bir san’at eseriyle anlamlandırmanın bizim için ayrı bir bahtiyarlık vesilesi olduğunu özellikle belirtmek istiyoruz.
***
Haber sayfalarımız artacak
Yıldönümü vesilesi ile her yıl olduğu gibi, şekil ve muhtevada belirli ölçüde yenilikler yapmaya çalıştık. Sizin de beklenti ve istekleriniz doğrultusunda ve imkânlarımız ölçüsünde yapılacak değişiklikler için gerek teknik ekip düzeyinde, gerekse sayfa sorumluları olarak süren çalışmalarımız son aşamasında. Bu çerçevede, geçen yıl değişen ve beğenilen çizgimiz büyük ölçüde aynı kalacak, küçük rötuşlarla görsel olarak daha göze hoş hale getirilecek.
Haber sayfalarımız yine sizden gelen istekler doğrultusunda arttırılarak daha geniş bir yelpazede haber verebilme imkânı doğacak. Siyasî yorumlar ve ilgili köşe yazıları da haber sayfalarını zenginleştirecek. Gündem oluşturacak dosya konuları ve röportajlarla da yılboyu karşınızda olmayı hedefliyoruz. Fikrî katkı, destek ve duâlarınızı bekliyoruz.
***
Kampanyaya ilgi büyük
Hikmet Neşriyat’la birlikte başlattığımız Risâle-i Nur Külliyatı kampanyasına ilgi artarak devam ederken, bazı büro ve temsilciliklerimiz tarafından da müstakil kampanyalar tertipleniyor. Bunun örneklerinden biri Adana. Kendilerince bir hedef belirleyerek yola çıkan Adanalı arkadaşlarımız, birkaç gün içinde önemli bir sayıda külliyatı yerlerine ulaştırmışlar. Sonra da yeni hedefler belirlemenin hazırlığına şimdiden girişmişler. İstanbul-İhlas Marmara’da da benzer bir çalışmanın olduğunu hatırlatalım. Sözkonusu mahalleri tebrik ediyor, nümune-i imtisal olarak dikkatlere sunuyoruz.
***
Kitaplarımız amazon.com’da
Risâle-i Nur Külliyatı ile birlikte Yeni Asya Neşriyat’ın yayınladığı kitaplara, dünya çapında kitap satış sitesi olan amazon.com kanalıyla da ulaşılabilecek. İsteyenler gerekli ödeme şartlarını yerine getirerek internet kanalıyla bu kitapları satın alabilecekler.
Hepinize hayırlı haftalar dileklerimizle...
19.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Bulgaristan'ın Mehmet Âkif'i |
|
Hafız İbrahim veya Ahmet Şevki gibilerine göre Osmanlı sonrası Balkanlar bir nev'î yeni Endülüs olmuştur. İslâm indiras etmiş ve sönmüştür. Yunanlılar, milliyetçi dindarlık anlayışıyla veya duygularıyla İslâmiyeti kurutmaya çalışırken sınırlarındaki komünist ülkeler de ideolojileri gereği İslâmiyete karşı hasmane tavır almışlardır.
Balkan Müslümanlarının daüssılası veya özlemi coğrafyadan ziyade tarihe yönelik olmuştur. Altın çağlarını tarihte bulmuşlar ve yaşamıştır. Bir zamanlar çoğunluk iken ve idare kendisinden iken azınlığa düşmüştür. İslâmiyet kabuğuna çekilmiş, indiras ve inhisar etmiştir. Yani geri çekilmiştir. İşte bu dönemde Yahudiler gibi Müslümanlar da şizofrenik bir şekilde tarihe gömülmüşler ve tarihte yaşamaya başlamışlardır. Öyle bir şizofreni ki tarihte yaşayanlar günlerinden, günlerinde yaşayanlar ise tarihten kopmuşlardır. Birisi tarihinden, diğeri geleceğinden kopmuştur. Dolayısıyla Balkan Müslümanları geçmişle gelecek arasında bir melankolik veya şizofrenik aşamaya veya devreye mahkûm olmuşlardır.
Yahya Kemal Beyatlı’nın öngördüğü gibi Balkan Müslümanlarına hamle ruhunu, yeniden ayağa kalkma ruhunu kazandıran tarih şuuru olmuştur. Tarihten tam kopan, kendi kimliğinden de kopmuştur. İbrahim Rugova ve İsmail Kadare bunlardan bazılarıdır. Geçmişlerinden koptuklarından dolayı bu isimler mazilerine hasım ve düşman kesilmişlerdir. Bir şizofreniyi başka bir şizofreni ile aşmaya çalışmışlardır. Bu şizofreniyi aşmak değil, daha derin bir şizofreniye yakalanmaktır.
Bu yeis ve teslimiyet nesline mukabil, bu inhitat devrinde bir Akif’ler kuşağı doğmuştur. Akif yeni nesillerin bir umut şûlesi olmuştur. Makedonya’da Akif’ten etkilenen Abdulfettah Rauf gibiler kayıp nesillerin şairi ve Akif’i olmuşlardır. Mısır’da Ahmet Şevki, Pakistan’da Muhammed İkbal bu kayıp çağın en çok bilinen Akif’leri arasındadır. Bu şairler tarihten aldıkları derinlikle yeni nesillere yeni bir hamle ruhu kazandırmışlardır.
***
Bulgaristan’ın Akif’i ise İskender yaşında Hakka yürüyen Mehmet Fikri’dir. Kendisi Bulgaristan Türklerinin Mehmet Akif’i olarak anılagelmektedir (Mehmet Fikri /Şiir ve Hikâyeler, neşreden Mehmet Uzunoğlu, Bursa 2003, s: 38). Risâle-i Nurların ‘mühim bir âlim’i olan Ali Ulvi Kurucu da Akif’in hamiyet ve idealizminden etkilenerek Gümüş Tül ve Alevler adlı eseriyle onun yolunu tutmuştur. Bulgaristanlı Mehmet Fikri için ise Mehmet Akif İslâmın büyük şairidir. Akif’i büyük yapan san'attan çok katıksız bir hakikat aşığı olmasıdır. O da Yunus gibi der ‘Sözlerimiz doğru olsun da varsın odun gibi olsun..’ Aslında Akif’inki karanlığa karşı bir çığlık ve haykırıştır. Kimbilir nice kayıp zamanlarda orada burada serpilmiş kayıp Akif’ler kuşağımız var.
***
Kurban Bayramında (2006/2007) Sudan’a gittiğimde gıyabında tanıdığım ve bir türlü görüşmek nasip olmayan Fatih Ali Haseneyn ile biraraya geldik. O bana Bulgaristan Türk ve Müslümanlarıyla ilgilenmemi tavsiye etti. Buna bir nev'î vasiyet de diyebiliriz. Böylelikle Mehmet Fikri’lerin de gayretlerini yad ve ruhlarını şad etmiş oluruz.
Fatih Ali Haseneyn Mihnetü’l Müslimine fi Yugoslavya kitabında olduğu gibi hiç üşenmemiş kalkmış bir de Bulgar Müslümanlarıyla alâkalı bir kitap kaleme almış. Ona bu yönde Ahmet Davudoğlu’nun da hatıraları olduğunu yine Osman Keskioğlu’nun da çalışmaları olduğunu söyledim. Osman Keskioğlu, Bekir Sadak gibi Balkanlar’ın yetiştirdiği son ulema kuşağındandı. İkisi de yerel medreselerden mezun olmuşlardı. Osman Keskioğlu daha ehl-i tahkik bir zattı. Ahmet Davudoğlu merhum da büyük bir âlim olmasına rağmen bağlılık merkezi hakikattan ziyade meşrebine ve anlayışına idi. Taklit yönü ağır basıyordu. Bu açıdan asrına uygun hizmet metodunu da tam olarak yakalayamamıştı.
Aslında gelenekçilerin de yenilikçilerin de kendilerine göre doğruları ve hataları var. Kategorik olarak birini göğe çıkartmak, diğerini yere indirmek doğru olmaz. Yenilikçilerin de kendilerine göre çok yanlışları var gelenekçilerin de. Bu açıdan da yine selef yolu eslem, halef yolu a’lemdir denebilir.
19.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|